Doç. Dr. Ömer Faik Anlı ile Aydınlanma Felsefesi Üzerine Röportaj Serisi 1

Yaşam Bilimleri - FURKAN YASİN KOZ

Doç. Dr. Ömer Faik Anlı ile Aydınlanma Felsefesi Üzerine Röportaj Serisi 1
Bu röportajımızda ilk olarak Aydınlanma Felsefesinin tanımlanması ve oluşumundaki tarihsel sürece değinmeye çalıştık. Doç. Dr. Ömer Faik Anlı hocamıza yöneltmiş olduğumuz sorular bu çerçeve içerisinde yöneltilmiş olup, Aydınlanma Felsefesi’nin temel kavramları diyebileceğimiz akıl, özgürlük, eşitlik gibi belli kavramlar doğrultusunda ele alınmıştır. İlerleyen süreçte Aydınlanma Felsefesi üzerine devam etmeyi düşündüğümüz röportajlar serisinde, Aydınlanma Felsefesi’nin filozoflarını ve temel sorunlarını ele almayı planlıyoruz.
Doç. Dr Ömer Faik Anlı’yı kısaca tanıtarak, röportajımıza geçebiliriz: Felsefe alanında lisans derecesini 2006 yılında Ankara Üniversitesi’nden, Yüksek lisans ve doktora derecelerini yine Felsefe alanında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nden sırasıyla 2008 ve 2013 yıllarında almıştır. Doktora öğrenimi sırasında Ankara Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak görev yapmış ve 2014 yılından bu yana Ankara Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. İlgilendiği alanlar; epistemoloji, bilim felsefesi ve tarihi, post-pozitivizm ve bilim sosyolojisidir.
Furkan Yasin KÖZ: Aydınlanma(cı) Felsefe genel olarak 18.yüzyıl Felsefesine verilen bir adlandırma olarak karşımıza çıkmaktadır. Ernst Cassirer The Philosophy of Enligthenment adlı eserinde bu çağı; seküler bilimlerden dinin devrimine, fizikten tatmanın maddesine, müzikten ahlaka, insanların yasalarından doğa yasalarına… kadar her alanda yeni buluşlar ve bu buluşlar doğrultusunda yaşamsal pratiklerin dönüştürülmek istendiği bir çağ olarak bahsetmektedir. Öte yandan Aydınlanma Felsefesi her ne kadar 18. Yüzyıl felsefesinin bir özelliği olarak karşımıza çıkmış olsa da onun kaynakları ya da hazırlanışı bağlamında tarihsel olarak nereye kadar inilebilir ve doğuş süreci ile kendisi arasında ne tür bir farklar ve benzeşimler vardır?
Ömer Faik ANLI: 18. yüzyıldan önceki geçmişten kimi değişimleri tarihleştirirken “Aydınlanma” metaforunun kullanıldığı yerlere bakılabilir. 18. yüzyılın Aydınlanma Çağı olarak adlandırılan bir tarihsel dönem olmasının gerekçesi, Batı toplumunda 17. ve 18. yüzyıllarda gelişen akılcı düşünce ve bu düşünme biçimiyle eski, geleneksel, değişmez kabul edilen varsayımlardan, ön yargılardan ve ideolojilerden özgürleşmek, nihayetinde ise yeni ve ‘hakiki’ bilgiyi aramaya başlamak ise bunların 18. yüzyılın geçmişinde belirdiği her yer Aydınlanmanın ön-tarihi olarak görülebilir. İyonya Aydınlanması (M.Ö. 6. yüzyıl), Rönesans (15. ve 16. yüzyıllar) ve Modern Bilimsel Devrim (1543-1687) bunlar arasında ilk akla gelenler. Ancak ben bu konuda özellikle İyonya Aydınlanması ve Modern Bilimsel Devrim’de kendisini gösteren “epistemolojik düzlemde gerçeklikle ilişki biçimimizi” değiştiren ortaklığa odaklanmayı tercih ediyorum. Bunun için de daha önce kaleme aldığım bir metnin temel tespit ve argümanlarını bir kez daha tekrar etmem gerekiyor: Modern Bilimsel Devrim süreci adı verilebilecek olan 1543 (Kopernik’in eserinin -De revolutionibus orbium coelestium- yayımlandığı tarih) – 1687 (Newton’un eserinin -Philosophiae Naturalis Principia Mathematica- yayımlandığı tarih) dönemi, yakın tarihli düşünsel tohumları Francis Bacon ve Rene Descartes tarafından atılan modern düşüncede bir kesişim momentidir. Bu momentte doğa felsefesi, kendi alanında (astronomi ve fizik) parçalı görünen problemleri empirik içerikli, sınanabilir, öngörü gücüne sahip, evrensel bir teori altında birleştirmeyi ve büyük oranda çözmeyi başarmıştı. Newton’un Kütle Çekim Teorisi Aristoteles’in ve Ptolemaios’un ikili evrenini tek bir büyük, bilinebilir, öngörülebilir ve hatta açıklanabilir evrene dönüştürmüştü. Bu ‘evrende’ insanlığın önündeki tek limit gökyüzüdür. Bu evrenin bilgisi, gerçeklik hakkında bir biçimde ampirik olarak doğrulanan, sistemli, dünyevi bilgi üretme çabasına dayanır ve bu çaba ideal bir hedef olmaktan ziyade 1687 itibarıyla başarıya ulaşmış bir girişimdir. Bu hedef, felsefe düzleminde Bacon ve Descartes tarafından belirlenmiş olduğundan, Modern Bilimsel Devrim aynı zamanda Modern Felsefenin de başarısıdır. O ‘Modern Felsefe’ ki içerdiği tartışmaların bir sonraki adımı ve dahi ürünü ‘Aydınlanma’ olmuştur. Tam da bu nedenle bir kesişimden söz edilebilmektedir. Yine aynı nedenle, post-modernizmin eninde sonunda ‘bilim’ ile hesaplaşmaya girmesi kaçınılmazdır. Alexander Pope’un “Doğa ve doğanın yasası karanlıkta saklıydı. Tanrı, ‘Newton olsun!’ dedi ve her şey Aydınlandı” sözü başarıya ulaşmış bir çaba olarak esas aydınlanmayı işaret eder niteliktedir. Bu aydınlanma, teori ile empirik olanın başarılı birlikteliğinden açığa çıkarken, terminoloji halen geriden gelmektedir. Çünkü Newton’un eseri -Philosophiae Naturalis Principia Mathematica- halen doğa felsefesi kategorisi altındadır. Dolayısıyla Modern Bilimsel Devrim, esasında doğa felsefesinde yaşanan bir devrimdir. Devrimin gerçek adı 19. yüzyılda konmuştur. Devrim, 1833’de (Principia’dan 146 yıl sonra) devrimsel bir farklılaşmayla ‘scientist’ teriminin tedavüle çıkmasıyla taçlanmıştır. Tam da aynı dönemde tedavüle çıkan diğer sözcükler bir arada düşünüldüğünde, çağın dönüşümü daha iyi anlaşılabilmektedir: ‘Endüstri’, ‘sanayici’, ‘fabrika’, ‘orta sınıf’, ‘çalışan sınıf’, ‘kapitalizm’, ‘sosyalizm’, ‘demiryolu’, ‘liberal’, ‘muhafazakâr’, ‘milliyet’, ‘mühendis’, ‘proleterya’, ‘(ekonomik) bunalım’, ‘faydacı’, ‘istatistik’, ‘sosyoloji’, ‘ideoloji’. Newton’un teorisiyle gizlerinin nasıl açılacağı öğrenilen (ki bu artık evrende kökensel bir gizin olmadığı anlamına gelmekteydi) bu evrenin, beşeriyetteki (modern dünyadaki) kilit sözcüğü “ilerleme” idi. İlerlemenin somut göstergesi ise teknolojik yenilikler yoluyla insan hayatına kazandırılan pratik faydanın gözle görülür artışındadır. Evrensel bir teorinin ışığında her şey empirik olarak keşfedilmeyi beklerken (ki bu zaman meselesiydi), bilinen her şey kısa zamanda teknolojiye ya da öngörü gücüne tahvil edilebiliyordu. Hemen belirtmek gerekir ki, bilinenlerin teknolojiye tahvili eş zamanlı değildir. Diğer bir deyişle teorik kavrayıştaki gelişme ile teknolojik çıktılar arasındaki süre tedrici bir biçimde ‘kısa zamanlı’ hale geldi. Devrim (Modern Bilimsel Devrim) ve Devrimler Çağında (Fransız Devrimi-Sanayi Devrimi) ekonomik ve toplumsal değişim oranının gözle görülür biçimde ve hızla artması için 1830’lar beklendi. Ama yine de ‘bilmek’, bundan başka ne olabilirdi? Sonunda 15. yüzyılda Francis Bacon’ın ve Rene Descartes’ın öngördükleri gibi insan doğayı ‘anlayabiliyor’ ve onunla ‘baş edebiliyordu’. Fizik bilimi (dönem itibarıyla doğa felsefesi) insanları “doğanın efendileri ve iyeleri” yapacak bilgi yolunu açmıştı. Bir adım ötede, bilimin çıktıları üzerine kurulu olan tekno-kapitalist dünyanın mottolarından biri 18. yüzyıl itibarıyla edimselleşiyordu: “Bilgi ile insan gücü eş anlamlıdır, (…) bilimlerin gerçek ve doğru hedefi, yeni keşifler ve zenginliklerle insan yaşamını donatmaktır”. Bu bağlamda 18. yüzyıl, epistemolojinin 15.yüzyılda “yapabiliriz” dediği bir projeyi, doğa felsefesinin (scientia) “yaptık” diyerek tamamladığı yüzyıldır. Ancak bu başarı, prototip bir sınır içerisindedir: Fizik ve astronomi. Sınırın ötesi için Aydınlanma çoğu zaman için halen ilkeler düzeyindedir. Doğa araştırması Aydınlanmasını yaşarken bunun kitlelerin bilincine yansıması ya da o bilinci biçimlendirmesi için halen zamana ihtiyaç vardı. 1830’ların problemlerini (kentler ve endüstri bölgelerinin hızla ve denetimsiz -ve dahi plansız- büyümeleri, buna bağlı konut sorunu, sokakların temizlenmesi, içme suyu temini, sağlık problemleri [kolera salgını]) çözmek için gereken bilimsel devrim çoktan gerçekleşmiş olmasına rağmen iki büyük eksik halen giderilememişti: (1) Sosyal bilimlerin na-mevcudiyeti; ve (2) bu na-mevcudiyetle de ilişkili olarak bilimselliğin kitlelerin zihninde yer edinememiş olması. Bu perspektiften bakıldığında, 18. ve 19. yüzyılın geriye kalan mücadele alanı tarihsel ve beşerî alan üzerinedir. Bu mücadelenin vuku bulduğu dünya ise, tam da Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi’nin başlangıcında tasfir ettiği gibidir: Bu dünya (Aydınlanmanın Dünyası) aynı anda “zamanların en iyisi, zamanların en kötüsü”, “ışık mevsimi” “karanlık mevsimi”, “umut baharı” “üzüntü kışı” olarak nitelendirilebiliyordu. Bu süreç devam etmekte. Öncesinden en belirgin farkı, bu sürecin “zamanların en kötüsü”, “karanlık mevsimi”, “üzüntü kışı” olarak nitelendirilebilecek şeyler içerse de ilk kez dünyevi bir umut da barındırması.
Furkan Yasin KÖZ: Aydınlanma Felsefesi içerinde genel olarak farklı ekollerden söz edilebilir mi? Örneğin Fransız Aydınlanma Felsefesi, İngiliz (İskoç) Aydınlanma Felsefesi ve Alman Aydınlanma Felsefesi gibi belli ayrımlardan bahsedilebilir mi, eğer bahsedilebilirse aralarında ne türden bir benzerlik veya farklılıklar söz konusudur?

Ömer Faik ANLI: Aydınlanma dendiğinde aslında bir bütünden veya bir tür özdeşlik ya da aynılıktan bahsedilemeyeceği sıklıkla dillendirilir. “Aydınlanma Düşünürleri” veya “filozofları” olarak adlandırılan teorisyenler arasında ortaklıklardan daha fazla karşıtlıklara da rastlanıyor olması bu savın ardındaki gerekçedir. Bununla beraber, ‘Aydınlanma’nın ortak anlamını tam da sayıca az da olsa mevcut olan ortaklıklarda aramak gerektiğini düşünüyorum. Örneğin Fransız Aydınlanmasına dahil olan düşünürler, genellikle Aydınlanma düşüncesinin (düşünme biçiminin) politika odaklı, rasyonalist eylem-insanlarıdır. Onlar, Aydınlanma-öncesinin etkili kurumlarını, bu kurumların iktidar sistemleri ve bu sistemlerin topluma etkilerini temel problem olarak görüyorlardı. Nitekim bu probleme ilişkin teoriler sürecin sonucunda bir pratiğe, Fransız Devrimi’ne ulaştı. Teoride, bize yeni bir insanlık kimliği inşasında kullanılacak “özgürlük”, “eşitlik”, “kardeşlik” kavramsallaştırmalarını ve “[toplumsal] sözleşme” fikrini kazandırdı. Aydınlanma eleştirisini doğuracak olan da tam olarak bu teoriyle pratik arasındaki tekabüliyet meselesi oldu. Fransız Devrimi’nin ‘sertliği’, Fransız Aydınlanmasının da “ihtiraslı bir savaş felsefesi”, “kışkırtıcı” bir düşünce ve “kendisine büyük güveni olduğu için özünde dogmatik” ve hatta “bağnaz” olarak değerlendirilmesine neden olmuştur. Buna karşın İngiliz ve İskoç Aydınlanması deneycidir ve belki de Newton’a ‘yakınlıktan’ dolayı “sakin bir bilimsel araştırma havası” taşır. Bununla beraber epistemoloji, tarih, ekonomi ve iktisat İskoç Aydınlanmasının öne çıkardığı alanlardır. Dikkate değer olan husus ise Kıta Avrupası’nda ‘yıkıcı ve tekrar ins?â edici' bir silah olarak görülen “akıl”, İskoç Aydınlanması’nda daha sınırlı ve daha “gu?c?su?z” bir “akıl”dır. Alman Aydınlanmasına gelince en önde gelen ve belki de en çok bilinen Aydınlanma tanımının sahibi olan Kant’la karşılaşırız. “Aklı kritik eden akıl” ve “bilginin sınırlarını kritik eden meta-epistemoloji” yaklaşımıyla Aydınlanmaya önemli bir katkı sunan Kant, bazı tezlere göre ise “Aydınlanma’nın sınırlanmasını” beraberinde getirmiştir.

Furkan Yasin KÖZ: Aydınlanma Felsefesine genel olarak bakıldığında ve karakterize edildiğinde Jean le Rond d’Alambert’in ifadesiyle “Akıl Çağı” olarak ele alınmaktadır. Buradaki “akıl” kavramına ilişkin benzer bir vurguyu Kant’ın ‘Aydınlanma Nedir’ Sorusuna Yanıt adlı kısa makalesinde de görüyoruz ve hatta Kant, “Aklını kendi kullanmak cesaretini göster! Sözü imdi aydınlanmanın parolası olmaktadır”, şeklinde belirtmiştir. Burada bahsedilen “akıl” nasıl bir akıldır veya bu aklı nasıl tanımlayabiliriz? Sadece bireysel bir akıl olarak mı yoksa bireyin kendi tikelliğinde evrensel olanı (bilgi alanından politik alana kadar) kavrayan veya kavramaya çalışan bir akıl diyebilir miyiz?

Ömer Faik ANLI: Türümüzün “akıllı hayvan” olarak tanımlanması Aristoteles’e dek geri gitmekte. Ancak diğer hayvanlara kıyasla yüksek el becerileri, ağır alet kullanımları, diğer türlere kıyasla daha açık uçlu ve karmaşık dil kullanımları, diğer primatlardan daha büyük ve karmaşık yapıya sahip beyinleri, ve son derece organize toplumsal ilişkileri ile Homo sapiensler, dünyanın gidişatını etkilemiş türlerle birlikte, bildiğimiz kadarıyla 300.000 yıldır bu gezegen üzerinde varlar. Diğer bir deyişle, son 300.000 yıldır ana donanımımız (aklımızın donanımı olarak görebileceğimiz beynimiz ve sinir sistemimiz) anlamlı bir değişim ve / veya gelişim göstermedi. Ancak yaşama biçimlerimiz ve ‘gerçeklik’ ile bilgi ile sonuçlanan ilişki biçimimiz neredeyse inanılmaz bir biçimde değişti. Biz bu değişimi Aydınlanma ile beraber ve sonrasında “ilerleme” olarak okuyoruz. Eğer ‘donanım’ değişmediyse veya ‘ilerlemediyse’ değişen ve ‘ilerleyen’ nedir? Aynı benzetimden devam edersem bunun cevabı “yazılım”ın değiştiği olacaktır. Beynimizin ‘işletim sistemini’ ve ‘uygulamalarını’ değiştiriyoruz (tabii ki metaforik olarak). Epistemoloji ile nöro-bilimlerin ve hatta belki de sosyal bilimlerin bir kısmının ortaklaştığı araştırma sorusu da buradan doğuyor: Bu değişimi nasıl açıklayabiliriz? Aydınlanma aklı bu değişimin kabul edildiği ve ulaşılan noktada tanımlandığı biçimiyle (tanımlarımız da “yazılımlar”dan geliyor) “Aklı” (kendisini) merkeze alan bir donanım-yazılım bütünlüğü. Hatta sonrasındaki eleştiriler bunun dogmatikçe bir ‘kutsama’ya fazlasıyla benzediği yönünde. İnsanın tümüyle rasyonel bir varlık olarak tanımlanmasının oldukça problemli olduğunu kabul etmekle birlikte, Aydınlanma Çağı'nın ana fikrinin, yani akıl aracılığıyla (doğru yazılımla) doğru bilgilere (doğruya en yakın bilgilere) ulaşılabileceği ve bu “doğru bilgi” ile de toplumsal yaşamın düzenlenebileceği kabulünün halen geçerli olduğunu düşünüyorum. Bu “aklın” en önemli özelliği ve farkı ‘doğru bilgi’ kabullerinde yanılabileceğini kabul eden bir eleştirelliği sürekli çalışır tutması, en azından çalışır tutmaya gayret göstermesi. Burada bir başka benzetim daha kurabilirim. Winston Churchill, 11 Kasım 1947’deki Avam Kamarası konuşmasında “Demokrasi en kötü yönetim biçimidir” der ve sonrasına ekler “bugüne kadar denenen diğer bütün yönetim şekilleri hariç tutulursa.” Ben de Aydınlanma Aklı ve onun bir parçası olan (belki de risk alarak özü de diyebileceğim) bilimsellik için aynı şeyi söyleyebilirim: Aydınlanma aklı en kötü “yazılımımız” bugüne kadar denenen diğer bütün “yazılımlar” hariç tutulursa.
Furkan Yasin KÖZ: Aydınlanma Felsefesinin diğer temel kavramları olarak “özgürlük” ve “insanlık” kavramları olduğunu söyleyebilir miyiz? Ve bu kavramlar ile biraz önce açıkladığınız “akıl” kavramı arasındaki ilişkiyi nasıl kurulabilir?

Ömer Faik ANLI: Aydınlanma düşünürleri veya Aydınlanma içerisindeki çeşitlenmenin detaylarına girmeksizin şu söylenebilir: “Özgürlük”, “insanlık”ın temel hakkıdır. Böyle söylendiği zaman hemen herkesin katılacağı ve hatta sloganlaştıracağı bir önermedir bu. Ancak “özgürlük nedir?” ve “insanlık nedir?” soruları sorulduğunda işler biraz karışır. Çünkü daha önce de ifade ettiğim üzere “tanımlarımız yazılımlarımızdan gelir”. Yani “özgürlüğün” ve “insanlığın” tanımı bir sözlük tanımı olmanın ötesinde, özgürlük ve insanlık deneyimlerimizi kuran düşünme biçimi ve onu yapılandıran (ve onun tarafından dönüştürülen) söylem arasındaki karşılıklı ve kaçınılmaz ilişkinin analizi yapıldığında açığa çıkar. “Özgürlük” ve “İnsanlık” kavramlarının Aydınlanma Felsefesi’nin temel kavramlarından olduğu ve bunların “akıl” ile doğrudan ilişkili olduğu doğrudur. Ancak sizin de söylediğiniz ve benim de söylemeye çalıştığım gibi bunlar birer “kavram”dır ve bu halleriyle gerçekliği ‘kavramak’ üzere üretilmiş veya inşâ edilmiş şeylerdir. Bu tüm kavramlar için geçerli olsa da “özgürlük” ve “insanlık” (ve hatta “akıl”), örneğin “gravitasyon”dan farklıdır. Çünkü “özgürlük” ve “insanlık”, “gravitasyon”dan farklı olarak aynı zamanda insan (ve toplum) deneyiminde birer gerçeklik olarak “özgürlük”ü ve “inanlık”ı da inşâ ediyorlar veya dönüştürüyorlar. Bu bağlamda Aydınlanma Düşüncesi’nin bu yolda bir girişim olduğunu söyleyebilirim: Aklın pragmatik gücüyle, yeryüzünde herkes için yaşanabilir bir düzen kurabilme girişimi. Ama hemen eklemek gerekir ki ortaklaştırıcı bir “biz” (bu bağlamda ‘insanlık’) inşa etmek çok zor ve kırılgan bir iştir. Zira mutlaka birilerini dışarıda bırakır (zorunlu olarak). O zamanda yine kaçınılmaz olarak “öteki” problemi doğar. Dönemsel olarak Aydınlanma sonrası “Öteki problemi”nin bu kadar öne çıkması da tesadüfi değildir.
Furkan Yasin KÖZ: Fransız Devrimi ve onun ilkeleri (özgürlük, eşitlik, adalet ve kardeşlik) ile Aydınlanma Felsefesi arasındaki ilişki çok sıkı olduğu görülmektedir. Bu ilişkiyi nasıl açıklayabilirsiniz? Fransız Devrimi’ni Aydınlanma Felsefesi bağlamında akla dayalı pratik ilişkilerin düzenlenmesi olarak ele alabilir miyiz?

Ömer Faik ANLI: Bir önceki sorunuza verdiğim cevabı tekrarlayabilirim. “Özgürlük”, “eşitlik” ve “kardeşlik” bir fikir ve proje olan Aydınlanmanın insanları “ortak bir insanlık” ideası altında birleştirebilmek için inşa ettiği kavramlardı. Biraz daha farklı söylemem gerekirse, -beşerî- gerçekliği yapılandırmak için yapılandırılan kavramlardı. Belki de ilk uygulama olan Fransız Devrimi, daha önce de belirttiğim üzere, teori-pratik uyumsuzluğunu öne çıkardı. Bu elbette sonucun amaçtan tamamen farklı ve uzak olduğu anlamına gelmemekteydi. Bununla birlikte, Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ndeki eleştirisini bazı eklemelerle buraya taşıyabiliriz: “Bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha eşittir”; ‘herkes özgürdür ancak bazıları daha da özgürdür’; ‘herkes kardeştir ancak kardeş katli de düşünülebilir’. Ama bu tablo kimilerinde olduğu gibi bizleri hemen bir aydınlanma-karşıtlığına savurmamalı tabii ki. Sıkıcı bir tekrar olma pahasına yinelemek isterim ki Aydınlanma aklı en kötü “yazılımımız” bugüne kadar denenen diğer bütün “yazılımlar” hariç tutulursa.
Furkan Yasin KÖZ: Aydınlanma Felsefesi’ni bugün açısından nasıl değerlendirmeliyiz? Felsefi olarak Aydınlanma Felsefesi’nin kazanımları nelerdir? Ve siz Aydınlanma Felsefesi’ni bir tanımı olarak nasıl bir tanım önerirsiniz?
Ömer Faik ANLI: Kant’ın tanımı büyük oranda halen geçerli: Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş? olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış? durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile du?s?mu?s?tu?r; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapare Aude! “Aklını kullanma cesaretini göster!” Ancak bu tanımda bazı revizyonlar yapılabilir: Örneğin söz konusu olan bir kurtuluş değildir halen, kurtulmaya çalışmaktır. Diğer bir deyişle, Aydınlanma henüz tamamlanmamış bir projedir. Diğer taraftan “akıl” bir yazılım olarak kendiliğinden verili değildir (daha önce kullandığım benzetime gönderimle). Kazanılan, korunması ve sürdürülmesi için sürekli yeniden-üretilmesi gereken bir ‘yazılım’dır. Buna yönelik olarak günümüzde Aydınlanma’nın mottolarından biri şu olmalıdır: Bilginiz olmadan fikriniz olmasın. Elbette ki fikirler bilmenin de yolunu açarlar, fakat bilgi ile ilişkileri olmadan fikirler kıyaslanamaz ya da karşılaştırılamazlar. O zaman da cehalet bir başka fikirmiş gibi görünebilir. Aydınlanmanın kazanımı, herhangi bir alandaki bilgisizlik olarak değil ısrarlı bir konumlanış olarak ‘cehalet’in farkına varmamızı sağlamış olması ve en azından insani sınırlar dahilinde bizi bilgi ile (bilmediğini bilmek de dahil olmak üzere bilmek ile) bizi tahkim edebilmesindedir.
Teşekkür Ediyorum.
Furkan Yasin Köz: Biz teşekkür ederiz.