Modernizme İçkin Bir Kimlik: Siyasal Kültür Olarak Patrimonyalizm
Politika, toplumsala içkin olan her şey de varlığını hissettiren bir kavram olmanın ötesine geçen ilişkiler ağını içermektedir. Kavramın günümüzde kazanmış olduğu geniş ve karmaşık boyutuna karşın insanlık tarihi açısından politika, mücadele ve siyasal iktidar tarihini içermektedir. Siyasal bakımdan güç, iktidar ve otorite üzerinden, yani, yaptırım gücünü kullanmak suretiyle anlam kazanan politika, toplum nazarındaki görüş farklılıklarının oluşturduğu değerlerin paylaştırılmasını içeren bir düşünce olarak düşünülebilir. İnsan ilişkilerinin şekillenmesi, dolayısıyla politikanın işlevselleşmesi, her ne kadar insanın varlığıyla paralel olarak değerlendirilebilse de iktidar ilişkilerinin kurumsal düzeyde anlam kazanmasının hangi bağlam(lar) neticesinde vuku bulduğu bilinmemektedir. Diğer bir ifadeyle siyasal olanın şekillenmesi, iktidara veya otoriteye dayalı karar alma sürecinin somutlaşmasıyla varlık bulmuş olmasına karşın otoritenin grup veya toplum nazarındaki anlamının oluşmasında hangi saiklerin ne düzeyde etkili olduğu belirsizdir. Buna karşın avcılık-toplayıcılıktan günümüze kadarki tecrübe ve üretim ilişkilerinin mahiyeti, karar alma ve uygulama boyutuyla politikliğe somutluk kazandırırken, aynı zamanda, iktidar olgusunun psikolojik eşiğini başlattığını söylemek yanlış olmaz. Kimsenin hatırlamadığı/bilmediği ancak toplumsal düzeyde belirli bir kabul aşamasından itibaren kültürleşerek süreklilik kazanan bu ilişki; özellikle üst düzeyde kullanılan yetkenin kişisellikle özdeşleştirilerek kurumsala taşınmasıyla toplum ve iktidar arasındaki farklılaşma da somutlaşmıştır.
Örgütlenme ve politikleşmenin nihai aşamada inşa ettiği erkek merkezli iktidar yapısı, patriyarkalizm, zamanla, bürokratik olandan ziyade yönetselliğin dönüşümünü içerecek şekilde geleneğin bağlayıcılığıyla icra edildiği patrimonyalizme dönüşmüştür. Kişi veya grup çıkarının öncelendiği bu iktidar anlayışı otoriterizm bağlamında korku ve şiddet araçlarının yanı sıra kültürel mahiyet kazanmış dil ve ritüelleri iktidar kimliğine angaje ederek meşruiyetini, yani egemenliğini/hegemonyasını sürdürmektedir. Diğer yandan politik işleyişe meşruiyet kazandıran birçok düşünür -Aristo, Machiavelli, Montesquieu, Rousseau vb.- aynı zamanda politik ve iktisadî gelişmelerle (sanayi devrimi ve Fransız Devrimi gibi) birlikte insanlık tarihinin iktidar ve hegemonya anlayışının şekillenmesinde etkili olmuşlardır. Özelikle iktidarın kaynağı, şekli, kullanımı ve sınırlarına ilişkin tartışmalar otorite nazarında hegemonyanın inşası ve sürdürülmesinde birer izlek işlevi görmüştür. Böylesi bir tarihsel gelişimde, somut ve soyut değerleriyle politik kültür her ne kadar kopuş özelliği göstermiş olsa da (meşruiyet kaynağının değişimi bağlamında) politik iktidarın hegemonya oluşturma, otoriterizm ve patrimonyalizme ilişkin özelliklerini öz itibariyle bünyesinde barındırmaya devam etmiştir.
Siyasal iktidarın toplumla illiyetini tanımlayan, kuran ve sürdüren geleneksel meşruiyet kültlerinin modernizmle birlikte tedavülden kalkması (kalkmasa bile belirleyici özelliğini yitirmiş olması) toplum-devlet ilişkisinde yeni araçların ikamesiyle sonuçlanmıştır. Cumhuriyet Türkiyesi için ise siyasal kültürün modernizmle ilişkisi teorik düzlemdeki değişim ve yönelimlere karşın özellikle otoriterizm, merkeziyetçilik ve sınırsız hareket alanı bağlamında işlevselliğini korumuştur. Başka bir ifadeyle Osmanlı politik anlayışında geleneksel değerler (töre) politik erki sınırlayan bir izlenime sahip olmakla beraber, aslında pratikte tezahür eden şey, monark (dini ve siyasal hükümdarlığın tek yetkecisi) bünyesinde somutlaşan buyurganlık ekseninde yetki ve güç paylaşılmadığı gibi hukuki ve siyasal sınırlama da söz konusu değildir. Bu politik anlayış süregelen iç ve dış koşullar bağlamında her ne kadar Tanzimat’tan itibaren (aslında senedi ittifakla başlayan) teori de hukuki kısıtlamalar içerse de öz itibariyle geleneksel ilişkilerle şekillenen toplumsal sermayenin bir sonucu olarak patrimonyalist siyasal kült kırılamamıştır. Türk siyasal kültürünün Osmanlı’dan cumhuriyete uzanan serüveninde, çöküş dönemine kadar her şeyde son sözü söyleyen muktedir bir padişah, II. Meşrutiyet’te İttihat Terakki politikası, Cumhuriyet’te Kemalist tek parti döneminin demokrasi anlayışı (modernleşmenin toplumsal zaruriyetlerini dikkate almak kaydıyla), 1950 sonrasının Menderes Hükümetlerindeki "milli irade" vurgusu, 1970’lerin milliyetçi cephe hükümetlerinin tezahürü bu tarihsel yönetsel kültürün yansımaları durumundadır.
Cumhuriyet, meşruiyet olgusunda geleneksel değerlerle kültürel kültlerin yerine toplumu ikame ederken bunun görünürlüğünü de TBMM bünyesinde somutlaştırmıştır. Böylece hâkimiyet sürdürülebilirlikten (hâkimiyeti siyasî) hukukî-siyasî (hâkimiyeti milliye) niteliğe taşınırken patrimonyalist kimlikli monarklık da toplumsala taşınmıştır. Başlangıçta parlamentonun bütünü üzerinden yapılan temsiliyet, hatta her bir mebus düzeyinde, zamanla parlamento çoğunluğuyla –genelde iktidarda olanla özdeş olarak- ele alınmaya başlanmıştır. Bu özdeşlik ya da siyasal iktidarı sürekli kılma düşüncesi ve iktidar olmakla her şeye muktedir olmak arasındaki doğrusal algının varlığı patrimonyal kültürün politik olana yansımasını anlamak bakımdan önemlidir. Çünkü tüm politik ve toplumsal unsurlarıyla politik kültüre sirayet etmiş olanın, erki kullanmakla sınırsızlık arasındaki doğrusallık algısı yapısal unsur olarak süregelmiştir. Tarihsel seyirde iktidarın ve dolayısıyla yetkeciliğin kullanımında paylaşım ve toplumun siyasal özne olmasının düşünülmesi bile söz konusu olmadığından, sınır konusu toplum nezdinde geçerli bir argüman olarak karşımıza çıkmaktadır. Meşru şiddet tekelinin modern yönetim içindeki yeri dikkate alındığında geriye sınırsızlığı sınırlayan anayasallığın aşılması ve toplum-devlet ilişkisinde toplumun politik olanın dışında tutulmasını sağlamak kalmaktadır… Politik seçkinler nazarında yer etmiş olan otoriterizm düşüncesinin öteki açısından "tahammülsüzlük" ile karşılık bulması; politik alanda ancak kontrol edilebilir mahiyetteki hareketler/oluşumlar "muhalif/muhalefet" olarak yaşam hakkı bulmuştur. Netice de erki kullanma da geleneksel iktidar anlayışının otoriter, tahakkümcü, ötekine tahammül göstermeyen, merkeziyetçiliğe dayalı düşünselliğinden oluşan bütün, meşruiyeti toplumdan gelmesi bakımından modernist olarak kabul edilmiş olana içkin hale gelmiştir.