Gerçekliğin Kısa Öyküsü

Felsefe-Mantık - Dr. Öğr. Üyesi Kubilay HOŞGÖR

Felsefe, gündelik yaşamın akışı içinde bizim çoğunlukla sorun etmediğimiz konuları sorun eden kuşkucu bir dedektif gibidir. Yine bu açıdan felsefeyi, hiçbir şikâyeti olmadığını iddia eden birini, aslında hasta olduğuna ikna etmeye çalışan bir hekime benzetebiliriz. Aslında her şey ne kadar da yolundadır bizim için, bütün soruların belirli bir yanıtı vardır, hatta sorular bile yoktur aklımızda. Ne gereği vardır şimdi, birdenbire yanıtlarını verip veremeyeceğimizden emin olamadığımız sorular sorarak, zihinlere şüpheyi ekmenin. Felsefe yine de ‘doğruluk’ adına yapar bunu. Felsefe doğruluğun peşindedir; tıpkı bir yargıç heyeti gibi. Doğruluk ise önceden doğru olduğuna inandıklarımızın bile sorgulanmasını gerektirir. Çünkü doğru, yalnızca onu biz eğri olandan doğrulttuysak doğrudur. Yoksa bize “ al işte sana, doğru!” diye verilenleri kabullenerek yaşamak başkalarının doğrularını devralmak değil midir? Böyle bir yaşamın, yaşanmaya değer olmadığını defalarca dinlemedik mi? Bir kişiyi ‘filozof’ mertebesine ulaştıracak olan merdivenin ilk basamağı, işte tam da başkalarından miras alınmamış bu doğrunun peşine düşmektir. Ama bu yetmez. Filozof kendine güveni kırılgan olan kişidir. Doğruyu bulup bulamayacağından emin değildir. Bir doğru olmayabilir de. Bunu bilir. Tam da bu farkındalığı, onun yanıtlara değil, sorulara dikkat kesilmesine yol açar. En son yanıtlarına asla ulaşamayacağını bildiği sorular da sorar filozof. Ama yine de sorar. Bu nedenle işte felsefe, yolda olmaktır, sonda değil. Demek, bunu bilende filozof olabilmenin ikinci koşulu yerine gelir. Şimdi bir sonraki basamaktadır artık o. Ama filozof mertebesine tırmanan bu ikinci basamağa sıçradığı anda, bu basamak onun ayağının altında bir anda çöker. Artık tırmanmanın imkânı kalmamıştır. Çünkü yolda olmanın bilinci, filozof olabilmenin, hiç de şu ünlü fildişi kulenin zirvesine erişmeyi gerektirmediğini öğretir. Aksine, gezgindir felsefe, bir zirvede bekleşip durmaz. Filozof adını alan kişi, felsefe yapmanın o zirvede bulunmak anlamına geldiği yolundaki inancı kırmış kişidir. Filozof zirveye çıkan değil, oradan inen, inmeyi başaran kişidir. Çünkü çıkmaktan daha zor değil midir inmek? Filozof bunun farkındadır. Dedim ya, kendine inancı kırılgandır diye, bundan ötürü o yüksek hedefler karşısında gönül indirendir. Çünkü o zirve yarışında herkesin tırmandığı yamaçtan aşağıya inmekle meşguldür.

Bundan ötürü zordur felsefe. Sorulara yanıt vermek zor olduğundan değil de, yanıtları bulunamayacağını bilerek sormaya devam ettiği için. Felsefeyi bu konuda bilimden ayırmak gerekir. Çünkü felsefe, bilim gibi, ileri sürdüğü iddiaya kanıt sunmayı biricik amacı olarak görmez. Hatta Nermi Uygur Bey’in gördüğü gibi, çoğunlukla kanıtlayıcı değil, göstericidir. Filozof, gösterendir. Belki şöyle bir benzetme bilim ile felsefe arasındaki farka iyi işaret edebilir: Felsefenin bizim önümüze tuttuğu ışığın spektrumu geniştir. Biz, önümüzde aydınlanan yolda nereye gideceğimizi kendi aklımıza dayalı olarak seçeriz. Oysa bilimin ışığı, bize adeta sinema salonunda nereye oturacağımızı gösteren çocuğun tuttuğu ışıktır. Oraya değil, ama buraya oturmalıyızdır. Seçme şansımız bulunmaz. Bu sınırlanmışlık, işimizi kolaylaştırır; karanlıkta yolumuzu yitirmemize engel olur. Oysa felsefenin aydınlattığı yolda önümüzde bulduklarımızı biz seçeriz. Akla olan güvenimiz bazen yolumuzu kaybetmemize de neden olur. Felsefe tarihi, onun ışığı ile aydınlanan yolda yolunu kaybettikten sonra, karanlıkta el yordamıyla yeniden ışığı arayanların örneklerini barındırır. Ve işte gerçeklik sorunu da, bizi doğrunun yolundan ayırabilecek yanıltıcı yol işaretleriyle dolu bir yola girmeye zorlayan felsefi sorunlardandır. Karanlık bir yoldur bu. Felsefede doğrunun peşine düşerek girdiğimiz hangi yol karanlık değildir ki? Zaten karanlık olmasaydı, filozof neden oraya girsin? Bilgelik peşinde olmak karanlığı anlamak değil midir?

Ama bazı sophia yolları, karanlık olmakla kalmaz, dolambaçlıdır da. Gerçekliğin öyküsü, dolambaçlı bir öyküdür örneğin, üstelik yolun çoğunu karanlıkta geçmeniz gerekir. Böyle bir yolda sizin elinizden biri tutmuyorsa hareket etmemek en iyisidir. Felsefede elimizi bırakmasından endişe duyacağımız biricik şey, sağduyumuzdur. Yani aklımız. Heyhat, gerçeklik konu olduğunda akıl bizi yalnızca kendi istediği yere götürür. Buranın bulmayı umduğumuz yer olup olmadığını bilemeyiz.

Burada durup başka bir yoldan gidelim şimdi. Felsefe aslında zor değildir; asıl zor olan bu basitliği ifade etmektir. Tıpkı şiir gibi. Şöyle diyelim; asıl karmaşıklık, üzerinde düşünüp taşındığımız meseleden değil, dilden kaynaklanır. Legein alanı içinde tüm yalınlığıyla kendini gösteren mesele, söze aktarıldığında bulanıklaşır. Bu bulanıklık şiiri çağrıştırır. Şiir duygulara yönelir. Duygularımız ise bize en yakın gerçekliğimizdir. Yine de bu yakınlık şiirin ifade sanatı içinde elden kayar. Çünkü şairin sözü kendini anlatır. Şiirin zorluğu bu yabancılık duygusundandır. Aynı yabancılık hissi felsefenin söylem alanında da karşımızdadır. Çünkü felsefe gündelik deneyimin içinde bize apaçık görünenin ardındaki karanlığa sarkar. Bunu neden yapar? Neden gündelik empirik deneyimimizle yetinmez? Çünkü felsefe nedenleri (yani gerçeği) bilmek ister. Kopernicus ve Galilei’den beri gerçeklik de bu deneyim alanının ardına saklanmıştır. Felsefe, modern fizik ve onun dili olan modern matematiğin peşine düşerek, gerçeği bu saklandığı yerden çıkarmaya çabalar. Felsefe, bulanıklıkta her ne kadar şiire benzerse de, onu anlamak için şiir değil, fizik bilmek gerekir. Çünkü izlerini takip ettiği gerçeklik, Antik doğa tasarımının naturalist gerçekliği değil, modern doğa tasarımının ideal gerçekliğidir. İdealdir, çünkü felsefe, empirik deneyimin sınırlarının ötesindeki gerçekliği önce soyut matematiğin ideal evreninde, yani düşüncede ele geçirir.

Doğa bilimsel bilginin ruhuna hâkim olmayı gerektiren bu çerçeve, felsefede gerçeklikten anladığımız şeyin içini doldurmaya yine de yetmez. Çünkü insan yalnızca bir yönüyle (zihin) bu gerçekliğin içindedir; bir başka yönüyle (beden/ruh) de başka bir gerçekliğin içinde. Sokrates’ten beri gündemde olan insanın ne olduğu sorunu, felsefi antropolojiyle birlikte bizi, sözünü ettiğim, yeni türden tinsel gerçekliğin alanına yönlendirir: Bir ‘kişi’ olarak insan. Fiziksel gerçeklik mefhumunun zihinsel ele avuca geçirilişi her ne kadar güçse de, insanın tinsel gerçekliğini anlamaya soyunduğumuzda işler büsbütün karışır. İnsanın kendisine en yakın gerçekliğinin onun iç gerçekliği olduğunu ima eden sözler neredeyse gözden düşer. Çünkü doğruluğunu yitirir. Felsefenin buradaki bulanıklığı yeniden şiiri andırır. Einstein’ı da anlamak zordur, ama yeni fiziğin kuantum mekaniğine zaman ayırırsanız bu zorluğun üstesinden gelmemeniz için bir neden yoktur. Üstelik bu ortalama bir zekâ için öyle çok da zaman almaz. Oysa Shakespeare’i gerçek anlamda anlayabilmek, onun ruhuna hâkim olabilmek için, insanı, kendimizi tanımak gerekir. Bu ise, eğer tabii mümkünse, yaşam yolunda epey bir yolu geride bırakmışların ayrıcalığıdır. Bu da yetmez, bu yolu geçerken insanı dert etmiş olmak da gereklidir. Buna bakarak, Shakespeare’i, Dante’yi veya Goethe’yi yirmilerinde anlamak (anladığını sanmak) ile kırklarında anlamanın (kavramaya başlamak) farkı tecrübeden gelir. Çünkü anlamak vardır, anlamak vardır. Fizikten uzakta, şiirin gerçekliğinin alanında, hakiki bir anlama, yalnızca akılla kavramak değildir; akıl burada (bedensel) tecrübe ile işbirliği yapmalıdır. Oysa kuantumu anlamak için bu işbirliğine ihtiyaç yoktur. O bütünüyle teorik bir meseledir. Teorik ‘özne’nin, kuantum mekaniğini düşünmek için, Gorgias’ın bir zamanlar gördüğü gibi, bir bedene ihtiyacı olmadığı ileri sürülebilir. İnsan fiziksel gerçeklik ‘karşısında’ bir bilgi ajanıdır. O, özne olarak kendini (yani psiko-fizik bütünlüğünü) unutan bir bilgi yığıncısıdır (Tıpkı bir bilgisayar ya da karınca gibi. Onlar sanal ve canlı dünyanın zevkten mahrum koleksiyonerleridir). Unutkan olmasaydı peşine düştüğü bilginin, vereceği kayıplara değer olup olmadığını sorgulamaz mıydı?

Oysa insan kendi psiko-fizik gerçekliği ‘içinde’ kendini unutamaz. Burada bedeni ile aklı birliğe kavuşmalı, tam olmalıdır. Kendini düşünüp taşınırken hep kendisinin farkındadır. Bu birliğin imkânı yaşarken öğrendiklerimizde, bazen bir sevgilinin terk edişindeki bedensel sızıda, bazen de yanlış kararlarımızın bedelini ödeyişimizdedir; hani akılsız başın cezasını ayaklarımız çektiğindeki gibi. Ve bu birliğin oluşturduğu tinsel gerçekliğin karanlığını aydınlatabilmek engin bir söylem tecrübesi gerektirir. Öyleyse burada doğadan öğrenebileceğimiz pek bir şey yoktur. Burada daha çok şimdi Shakespeare’den, Dante’den, Goethe’den ve elbette Homeros’tan öğreniriz. Hatta Aristoteles’ten çok, öğrencisi Büyük Aleksandros’tan öğreniriz. Onlardır tinin filozofları.

Felsefenin gerçeklik problemi karşısındaki konumu, bir dereceye kadar mahkemenin yargıç heyetinin dava karşısındaki konumuna benzer. Yargıç heyeti, diyelim bir insanlık suçu hakkında görülen davada, bir yanda savcılık makamının zanlıya hüküm giydirmek üzere ileri sürdüğü iddia ve delilleri, öbür yanda zanlının suçsuz olduğu iddiasındaki savunma makamının karşı argüman ve delillerini izler. Benzerlik bu noktaya dek belirgindir, ama daha öteye taşınamaz. Hukukun alanında yargı en sonunda, doğru ya da yanlış deliller ışığında, bir karara varmak durumundadır. Yargılanan, ya suçlu bulunur ya da suçsuz. Felsefe ise gerçeklik davası hakkında iddia ve gerekçelerini dinlediği (idealizm, realizm, şüphecilik etc. adını alan) görüşleri değerlendirip karara varması beklenen bir makam değildir. Öte yandan felsefenin konumu bir başka yolda yeniden hukukla ve bilhassa tarihle benzeşir. Geçmişte gerçekten neler olup bittiğine tanıklık etme şansımız nasıl olanaksızsa, felsefenin ‘gerçeklik’ olarak belirlediği şeyi tecrübe etme şansımız da yoktur. Tarihçi geçmiş hakkında, tıpkı hukukçu gibi, delil ve belgeleri değerlendirerek gerekçelendirilmiş (ama kanıtlanabilmiş değil) bir tarihsel bilgi ortaya koyar. Bu bilgi, ancak yeni belge ve delillerle yanlışlanmadığı sürece doğru kabul edilir (aslında canlı ve cansız doğa hakkındaki teorilerimizin durumu da aynıdır). Tarih kitapları bu türden örneklerle dolup taşmaz mı? Örneğin yakın zamana kadar ünlü Roma yangınını imparator Nero’nun çıkardığı iddia edilirdi, ama yeni belgelerden öğreniyoruz ki, Nero talihsiz bir komplonun kurbanıymış yalnızca. Hukukun kararları da benzer bir duruma örnek oluşturabilir: Hapishaneler, suçsuz olduğu sonradan ortaya çıkarılan insanların da kapatıldığı yerler olmamış mıdır hep?

Öyleyse gerçek denen şey, hep bir adım gerisinde kaldığımız bir kendi kendinelik hali gibi görünüyor. O, bilginin öznesi ile arasına hep bir mesafe koymayı başarıyor. Şimdi gerçeğin karakterine ilişkin bir başka ayrım daha yapılabilir. Buna göre birinci tür gerçek, bizim duyusal deney alanımızın gerçekliği. Burada gerçek yalnızca biz onunla duyusal bir ilişki içinde olduğumuz sürece kendini bize gösterendir. Buna ‘görünüşün gerçekliği’ diyelim. Oysa bizim duyusal bir bağımızın bulunmadığı, tecrübemizin sınırları dışında (hadi itiraf edelim, biz öldükten sonra) gerçeğin ‘kendinde’ ne olduğunu da bilmek istemez miyiz? İşte bu ikinci anlamıyla gerçek. Buna da ‘hakikat’ diyelim. Bizim duyularımızın, psikolojimizin, düşüncemizin etkisi olmaksızın gerçek. Gözlemcinin gözlemlediği uzay-zamansal koşullara bağlı olmaksızın kendinde-gerçek. Bunu bilebilir miyiz? Hakikati ele geçirme imkânımız var mıdır? Bu soru bizi bir anda metafiziğin dünyasına iter. Çünkü burası inancın alanıdır. Öyle ki,”gözlemlenmekte olmayan şeylerin varoluşunu gözlemlemek olanaksız” olduğundan bu türden kendinde-şeylere tümevarım mantığına dayalı bir inanç geliştiririz (Ayer, 148). Demek ki, bu inanç metafiziksel olmak zorunda değildir, aksine bilgi kuramsaldır. Çünkü inancımızın doğruluğunu tümevarımsal yoldan akıl yürüterek gösteririz. Yani duyu organlarımız aracılığıyla tecrübe ettiğimiz nesnelerin, biz onları gözlemlemediğimiz sırada da var olduklarına inanmamız gerektiğini ileri süren akıl yürütme metafiziksel değil, deneyseldir. Örneğin şu anda tam burada bir masaya, bir sandalyeye, üzerine elimdeki kalemle yazdığım kâğıt parçasına ve başka bazı şeylere ilişkin bir dizi duyu-içeriği deneyimine sahip bulunmaktayım. Benzer durum ve koşullarda her zaman bu maddi şeyleri algılamış olduğumu biliyorum. Ayrıca insanların da burada benimle birlikte ve benden önce bu maddi şeyleri algıladıklarını gözlemliyorum. Tüm bunlar, böyle durumlarda tüm bu maddi şeylerin her zaman algılanabilir olduğu genellemesini yapmak için bana yeterli tümevarımsal dayanak sağlamaktadır. Yani bu maddi şeylerin varlığı yalnızca benim onları gözlemlediğim süre ve koşullarla sınırlı olmak zorunda değil. Öyleyse bu şeyler ben onları gözlemlemeye başladığım anda hayata gelip, gözlemim sona erdiğinde ölen ‘gözlem-ömürlü’ şeyler olamazlar. Öyleyse onlar tümevarımsal yoldan var oldukları gösterilen şeylerdir.

Ancak tümevarım yoluyla yalnızca gündelik deneyimimin sınırları içinde inandığım gerçeklik hakkında, dolaylı da olsa, yine gözleme dayalı olarak bir veri elde edebiliyorum görüldüğü gibi. Oysa bir inanma varlığı olarak insanın inandığı şeyler çeşitliliği içinde bu türden bir dolaylı gözlem başka hiçbir yerde işe yaramaz. Geriye kalanlar tümevarım yoluyla (varlık) gerçeklikleri gösterilebilecek şeyler değildir. Burası katışıksız bir metafiziğin alanıdır.

Felsefe son 250 yıldır bu konu hakkında bir tartışmaya gömülmüş durumda. Bugün Rusya’da bir liman kenti olan Kaliningrad, eskiden Prusya’nın merkez şehri Königsberg idi. Tarihte pek çok önemli düşünür ve devlet adamının barındığı bu kentte on sekizinci yüzyılda (küçük boyutlarından ve fizyonomisinden ötürü) ‘Königsberg’in Çinlisi’ denen büyük bir filozof yaşadı. Bu önemli adam, son yıllarda Rusya’da tuhaf bir öfkeye ve saldırıya maruz kalan, Immanuel Kant idi. İşte o Kant, gerçeklik hakkında hakiki bir bilginin, biz sonlu varlıkların erişimine açık olmadığını ileri süren filozoftur. Kant’a kadar metafiziğin tarihi bu türden bir kendinde-gerçeğin ne olduğu hakkında epey bir malumatfuruşluk taslamıştır. Bu nedenle Kant’a kadar metafizik, adeta bilimsel bir bilgi ortaya koyma iddiasında olmuştur. Kant bu iddiaya adeta bir ihtar çekmektedir. Kant’tan sonra felsefede metafiziğin konumu hiçbir zaman tartışmasız kabul görmez. Felsefenin son büyük yüzyılı, yani on dokuzuncu yüzyıl bu konuda bitip tükenmez tartışmalarla geçer. Neyse ki, yirminci yüzyılda konu nihayet karara bağlanır: Felsefe, kendinde-gerçekliğin alanına giren şeyleri, yani metafiziği problem listesinden silmelidir. Nedir bunlar? Tanrılık sorunu (rasyonel teoloji), özgürlük ya da evrenin sınırsızlığı sorunu (rasyonel kozmoloji), Benlik ya da ruhun ölümsüzlüğü sorunu (rasyonel psikoloji) başta olmak üzere, bunlardan doğan etik ve estetik değerlerle ilgili rölatif sorunlar. Felsefeye kalan ise üzerinde konuşulabilecek, kanıt getirilebilecek şeyler. Kısacası özellikle doğa bilimlerinin önermelerinin mantıksal bir analizi. Bunun dışında kalan üzerinde konuşulamayacak konusunda ise susmalı. Filozof en azından bu erdemi göstermeli. Elbette gerçeklik hala daha felsefenin konusu olmaya devam ediyor, ama yalnızca artık birinci anlamıyla. Yani gözlemlenebilir objektif görünüşlerin gerçekliği olarak.

Hâlbuki felsefe tarihine şöyle bir baktığımızda, felsefe neredeyse bütünüyle metafizik bir çehreye sahip görünür. Elealılardan beri felsefenin temel problemleri arasında kozmoloji, teoloji ve psikolojiyi buluruz. Hatta bu problemleri soruşturmayan bir felsefe tarzı düşünmek kimileri için mümkün görünmüyor olabilir. Öyleyse bugün gerçeklik kavramının içeriğinin objektif gözlemin sınırları içine çekilmiş olması, bir açıdan felsefenin içerik kaybı olarak görünebilir. Ama bir başka açıdan da felsefenin ciddiyet kazanması anlamına gelebilir. Öyle ki, belirli bir gerekçeye dayandırılma olanağı bulunmayan konularda ileri sürülen iddialar veya fikirler felsefenin problem alanının dışına çıkarılarak, onun ciddiyet kaybetmesi engellenmiş olabilir. Böylece felsefi tartışmalar boş kavramsal münazaralar olmaktan kurtarılmış olurlar. Böyle bir görüşü savunanlar için eski felsefenin tanrı, evren ve ruh hakkındaki argümanları, adeta aklın çelişkiler içinde kalmasına yol açan türden anlamdan yoksun argümanlardır. İnsan zihninin ne zaman deneyimi aşmaya teşebbüs etse çelişkiler içinde kaldığını ileri süren de Kant idi. Diyelim akıl kozmolojinin alanında tezler ortaya koyuyor olsun. Örneğin şöyle bir iddia: “Evrenin zamanda bir başlangıcı vardır, ve uzay açısından da sınırlara tabidir.” Bu türden bir iddianın doğruluğu ya da yanlışlığını ileri sürmek ne ölçüde mümkünse, onun karşıtı olan savın doğruluğunu ya da yanlışlığını ileri sürmek de aynı ölçüde mümkündür. Bu karşıt iddia şöyle formüle edilebilir: “Evrenin hiçbir başlangıcı ve uzayda hiçbir sınırı yoktur. Aksine evren zaman ve uzay açısından sonsuzdur.” İkinci iddiayı olanaksız hale getirecek olan şey, birincinin kanıtlanabilir bir iddia olmasıdır. Oysa ki, birinciyi kanıtlamak mümkün olmadığı sürece birinin çıkıp ikinci iddiayı ileri sürmesine her zaman izin vardır. Bu iki iddianın aynı ölçüde doğru ya da yanlış olabilmesi de bir çatışkı, antinomi yaratır. Akıl bu türden antinomiler içinde çelişkiye düşer, diyalektiğe uğrar.

Aklımızın bu diyalektik çelişkiler içinde kaldığı alanın adı metafiziksel gerçekliktir. Nasıl ki muharebe alanında ateş altında kalan bir ordu kendine güvenli bir siper ararsa, akıl da, kendini çelişkilerden koruyarak sağlam ve güvenilir bir bilginin alanında kalmak istediğinde, öyleyse böyle bir güvenli bölgeye çekilir. İşte bu bölge görünüşler dünyasıdır. Demek ki, gerçekliğin görünüş ile ilişkisi, sağlam bir biçimde neyi bilebileceğimiz, neyi bilemeyeceğimiz sorusuna verdiğimiz yanıt ile ilgilidir. Bilginin alanı görünüşler dünyasıdır. Görünüşler dünyasının gerçekliği belirli bir yerde ve belirli bir zamanda bulunan şeylerin gerçekliğidir. Oysa tanrı, evren ve ruh adını verdiğimiz transendent şeyler, ne uzayda, ne de zamanda yer alan şeyler olabilir. Aksine onlar uzayı ve zamanı aşan şeylerdir. Uzayı ve zamanı aşan şeylerin alanı görünüşün değil, kuruntunun (Schein) alanıdır. Kuruntunun alanıyla ilgili akıl yürütmelerimizle elde ettiğimiz çıkarımlar, boş çıkarımlardır. Yani zihnimizde kuruntuya dair olup bitenleri gerçekliğe bakarak doğrulama ya da yanlışlama olanağından yoksunuzdur. Bunun, gündelik yaşamımızda bazen bizi ele geçiren psikolojik kuruntularımızdan pek farkı yoktur. Tıpkı bir hekimle görüşmeksizin hasta olduğuna inanan biri gibi. Ya da daha kötüsü birilerinin kendisini izlediğini, onlara yakalanırsa zarar göreceğine inanan bir şizofren gibi. Gündelik yaşamımızı kuruntunun mantığını izleyerek sürdürdüğümüzde başımıza neler geleceğini biliriz. Bunun için sağlıklı düşünme yetimizi (gesunden Menschenverstandes), yani sağduyumuzu (common-sense) korumaya, eskilerin deyimiyle, aklımıza mukayyet olmaya, kendimizi sanı ve kuruntulardan alıkoymaya gayret ederiz.

Felsefe de, modern dönemde Kant’ın kuruntu mantığı adını verdiği transendent gerçekliğe ait akıl yürütmelerden uzak durmaya başlamıştır. Bu dönüşüm elbette felsefenin, eskiden sahip olduğu asıl problemlerini yitirmesine yol açmıştır. Kant hiç de haksız sayılmaz; ne teolojide, ne kozmolojide, ne de psikolojide bugüne dek ortaya koyduğumuz bilgiler, bir arpa boyu yol almamızı sağlayabilmiş değildir. Ruhun ölümsüz olduğu, öldükten sonra başka bir dünyada var olmaya devam ettiğine dair bir bilgi kanıtı elde edebilmeyi bırakın, bir ruhumuzun olup olmadığı tartışmasında negatif bir görüşü savunan materyalistler günümüzde giderek güç kazanmışlardır. İnsanoğlunun gerçekleştirdiği düşünsel devrimler arasındaki en etkili üçü arasında yer alan ‘bilinçaltı’ adını verdiğimiz katmanın keşfi bile uzun zaman boyunca eleştirel görüşlerin hedefi oldu. Batı’da psikanalizin ruhsal problemlerin çözümünde kendine sağlam bir yer edinebilmesi hiç de öyle kolay olmadı. Freud’un psiko-analitiği, bir yandan sıkı bir pozitivist psikolojiye, bir yandan da konservatif eğilimlere karşı ayakta kalması gerekliydi. David Hume’dan beri, özbilinç fikrine karşı empirist bir itiraz sürerken, bir de bu özbilincin, onun gerisinde yer alan bastırılmış karanlık iç güçlerin belirleniminde olduğu fikrine, entelektüel dünyanın kendiliğinden kucak açmayışına şaşmamak gerek.

Buna rağmen ömrümüz, kendileri hakkında sağlam bir bilginin mümkün olmadığı, bu görünüşün dünyasını aşan şeylerin etkisinde geçer durur. Gündelik yaşamımızda aldığımız kararlar, eylemlerimize yön veren şeyler genellikle bu türden inançlarımızdır. Örneğin özgürlük diye bir şeyin mümkün olup olmadığını kesin biçimde ortaya koyabilmek neredeyse olanaksızdır. Evrende olup biten her şeyin bir nedeni olmak zorunda olduğuna inanırız. Bu inancımız öylesine güçlüdür ki, tüm modern bilimimiz nedenselliğin bir doğa yasası olduğu inancı üzerinde yükselir. Bununla birlikte, evrensel fenomenlerin tamamını, yani yaşamımız boyunca karşı karşıya geldiğimiz bütün olaylar bütününü dikkate aldığımızda bunların arasında nedenlerini bulamadığımız, hatta nedensizce ortaya çıktığını düşündüğümüz özgür fenomenler de bulunur. Bu durumda bir doğa yasası olarak nedenselliğin yanında evrende özgürlüğün de mümkün olduğu sonucuna varırız. Her ne kadar bu şekilde nedensellik ve özgürlük birlikte aynı ölçüde mümkün iddialar olarak ortaya konduğunda bir antinomiye yol açıyorsa da, aklımız bu diyalektikten kurtulmak için özgürlüğü yok saymaz. Eğer bunu yapsaydı, şu an burada bu yazıyı kendi arzunuzla okumadığınız, aksine doğanın kozmik güçlerinin yönlendirmesiyle zorunlu olarak onun başına oturduğunuzu ileri sürmek daha doğru bir açıklama olurdu (Gerçi entelektüel propaganda olarak görebileceğimiz kimi kozmik güçleri inkâr etmek mümkün değil). Kısacası eğer özgürlük mümkün olmasaydı, eylemlerimiz kendi seçimlerimize (yani irademize) dayanmaz, dış güçlerce önceden belirlenmiş olurdu. Ama belki de kendi iradi seçimlerimiz sandığımız eylemlerimizin ardında da bu türden kozmik güçler olabilir, ne dersiniz?

Kendileri hakkında sağlam bir bilginin mümkün olmadığı, görünüşün dünyasını aşan ama gündelik deneyimlerimize yön veren inançlarımıza tek örnek özgürlük değildir elbette. Bunun bir başka örneği, kendimizi tanrı ya da tanrılara adayarak, şu dipsiz evrendeki yalnızlığımıza biraz olsun çare arayışımızdır. Bununla da kalmaz, anlamsızca, açıklamasızca da gerçekleşse, bizi dehşet içinde de bıraksa, olup biten her şeyin bir anlamı olduğunu düşünürüz. Tanrı inancının alanında artık özgürlüğümüzden vazgeçeriz. Kendimizi bir bilinmeyenden, bir başka bilinmeyene teslim ederiz. Ritüeller ve mitlerin gerçekliğine kendimizi adayıp, tabulara boyun eğeriz. Ancak buradaki teslimiyetin kazanımları vardır. Bu türden büyük anlatılar yaşamımıza yalnızca büyü kazandırmazlar, diğerleriyle aramızdaki ilişkilere de anlam katarlar. Örneğin kurban ritüeli bize adanmışlığın sınırsız boyutlarını göstererek fedakârlığı öğretebilir. Kurban edeceğimiz hayvan ile bir süre onu besleyip büyüterek sağladığımız duygusal bağa rağmen, ondan vazgeçebiliyor oluşumuz, fedakârlığın iyi bir örneğidir. Hatta ilkel geleneklerde hayvan kurbanını, sınırlı kaynakların korunması ilkesince insan kurbanı izler. Kendini kurban olarak tanrılara adayan kişinin fedakârlığı bizi dehşet içinde bırakır, ama çok da öğreticidir. Kurban, gündelik yaşamımızın bütününde yer edinen bir fenomen değildir bile; oysa ibadet fenomeni bu bakımdan daha kuşatıcıdır. Nasıl olmaktadır da, deneyimlenmemiş bir varlıktan geldiği iddia edilen taleplere göre yaşamımızı düzenlemekteyizdir? Nasıl olur da, ritüellerimiz tarihleri son derece eskidiği halde sapasağlam ayakta durabilmektedir? Sözgelimi bugün bazı topluluklar ölülerini yakmadan ya da gömmeden önce gözlerine birer madeni para bırakma ritüelini sürdürürler.

Öyleyse inançlarımız, bilgide olduğu gibi dayanağa sahip olmasalar da güçlüdürler. Hiçbir zaman bir yaratıcı tanrının var olduğunu kanıtlama (demonstre etme) veya gösterme (monstre etme) şansımız olmamış ve olmayacaksa da tanrı inancı vardır. Kederimi ya da sevincimi gösterebildiğim gibi, özbilincimi hiçbir zaman gösterebilme imkânım bulunmaz. Ama eylemlerimizin, duygularımızın ve düşüncelerimizin gerisindeki bu gizli özneye olan inancımız tartışmasızdır. Astronomiden ve fizikten öğrendiklerimizle uzayın sınırları durmadan genişlese de, onun sınırsız ve sonsuz olduğunu gözleme dayalı olarak kanıtlayabilmemiz mümkün görünmüyor. Yine de buna inanıp, bilimsel varsayımlarımızı bu inancın üzerine kuruyoruz. Bu metafizik idelerden yine de vazgeçmek mümkün. İkna edici biri çıkıp da inançlı birini, ikna edici argümanlara ve gerekçelere dayanarak, gerçekte tanrının olmadığına ikna edebilir. Benzer şekilde bir empirist tüm rasyonalistleri aslında bir özbilincimizin bulunmadığına, sağlam temeller üzerinde duran akıl yürütme tarzı sayesinde ikna edebilir. David Hume böyle bir empiristtir örneğin. Yine Hume gibi biri, bizi nedenselliğin aslında bir tümevarım yanılgısı olduğuna ve onun geleceğin geçmişe uygun olarak gerçekleşeceği sayıtlısına dayandığına ikna edebilir.

Ama metafiziğin tümüyle inancın sınırları içinde kalan bölümünden, ahlakın alanına geçince işler zorlaşıyor. Metafizik de zoru sever zaten. Ahlakın alanında neyin doğru ya da iyi olduğunu söylemenin nesnel bir temeli yoktur. Örneğin “yalan söylemek kötüdür”, “hoşgörü bir erdemdir” ya da “diğerkâmca davranış doğrudur” savları, “bu bir kalemdir” savını doğrularken sahip olduğumuz türden bir nesnel zeminden yoksundur. Felsefe bize ahlaki önermelerin doğrulanabilir olma niteliğine sahip olmadığını söylüyor diye, biz ahlaki kurallarımızı paranteze alarak yaşamayı denemeyiz. Benim düşünceme göre, hatta metafiziğin rasyonel idelerinden vazgeçmek mümkünse de, ahlaki değerlerimizi yok sayarak yaşamak mümkün değildir. En güçlü inançlarımız buradadır. Sahip olduğumuz değerler, aidiyetler aslında yokmuş gibi yaşamak, nihilizmin en radikal türevine yol açacağı için değil; inanç ve değerlerimiz kimliğimiz olduğundan. Kim olduğumuz ile nasıl biri olduğumuz sorusu arasında incecik bir tül vardır. Bu bakımdan bu bir tercih olarak bile yaşanamaz, ahlaki normlar adeta fizyonomik tepkileri andırırlar. Fizyonomimiz oldukça samimidir. Çünkü birinin gerçekte üzgün olduğunu yüzündeki ifadeden anlarız. Üzüntünün kendisi ile ifadesi başka şeyler değildir. Öyleyse üzgün biri üzüntü ifadesini kendi iradesiyle manipüle edemez. Tıpkı bunun gibi, hoşgörür birinin hoşgörülü olmayı bilinçli bir tavırla reddetmesi de neredeyse olanaksızdır. Aksi halde bunu başarabilen biriyseniz, hoşgörülü eylemlerinize bugüne dek bütünüyle aklınız yön vermiş demektir. Oysa ahlaki normlar akla, ama davranışlarımız akıl yanında psiko-fizik birliğimize dayanır. Davranışın sonunda ortaya çıkan fizyolojik rahatlama ya da gerginlik bunun göstergesidir. Bunu kavramanın güçlüğü, ahlaki kuralları aklın koyuyor olmasının, eylemlerimize psiko-fizik birliğimizin yön verdiğini görmeyi zorlaştırmasındandır. Hâlbuki eylemlerimize de yalnızca akıl yön veriyor olsaydı, ahlaki davranışta bulunmamak da elbette bir tercih olabilirdi. Bu ihtimali bir düşünce deneyi olarak bir anlığına hayal edelim, bakalım oluyor mu?

Diyelim önemli bir kurumdaki önemli bir mevkide görev yapan önemli birisiniz. Size çalışanlarınız, meslektaşlarınız, sektördeki diğer ortaklarınız ve sevdikleriniz tarafından son derece değer veriliyor, seviliyor ve saygı görüyorsunuz. Bununla birlikte son derece tevazu sahibi bir kişisiniz. Gönül indirebilmeyi mesleğinizde ve ailenizde almanız gereken kararlara engel olacak bir zayıflık olarak görmediniz hiçbir zaman. Yine de çoğunlukla bunun zararlarını da gördünüz. Şahsınıza duyulan tüm sevginin ve saygının bir özne olarak varlığınızdan değil, suistimale açık tevazuunuzdan kaynaklandığını gözlemlediniz. Bu sizi endişelendiriyor. Sonunda bir gün bundan böyle tevazuu eylemlerinizde bir kenara bırakmaya karar veriyorsunuz. Başlangıçta çevrenizdekilere belirli bir mesafe koyarak çıktığınız yolda, giderek kibirli ve arogant biri gibi bir izlenim oluşturmaya çabalıyorsunuz. Çalışanlarınızın hak ve özgürlüklerini kısıtlıyor, evde ise bir patrona dönüşüyorsunuz. Ne var ki, tüm bu dönüşüme dışarıdan tanık olan insanlar kadar, içerden onu bizzat yaşayan siz kendiniz de rahatsızsınız. Bu gömlek ruhunuza uyum sağlamıyor. Gergin ve mutsuzsunuz. Çünkü siz tevazuu, ne matematikte, ne de mühendislikte dinlediğiniz derslerde öğrendiğiniz bir şey gibi öğrenmediniz. Onu çocukluğunuzdan beri içinizde bir yerde belli belirsiz, farkında olmadan, üzerinde çalışmadan olgunlaştırdınız. Biz bu türden zihinsel-ruhsal yetilere ‘intrinsik’ adını veriyoruz; yani yaradılıştan, özden gelen anlamında. Sizin tevazuunuz tam da böyle özünüze ait bir özellik olduğundan, sonunda denemenizde başarısız olduğunuza karar verip, yeniden kendiniz olmayı seçiyorsunuz. Ve gerginliğinizden kurtuluyorsunuz.

Şimdi diyebilirsiniz ki, bu türden durumlarda herkes başarısız olduğunu düşünmez; dolayısıyla dönüşüm sonrası, yeni kimliğine sadık kalmaya devam edenler de vardır. Elbette vardır. Ben, düşünceme aksi yönde örnek teşkil eden bunun gibi durumlarda, kişinin geçmişteki davranışlarına yön veren (mütevazı) değerlerin, intrinsik olmadığını, aksine teknik bir bilgiyi üniversitede edinir gibi, tümüyle öğrenilmiş olduklarını düşünüyorum. Dolayısıyla bana göre, bu nedenle dönüşüm sonrası kişinin edindiği yeni değerler aslında onun intrinsik olarak sahip olduğu özelliklere uyum sağlar, bu nedenle kendisini huzursuz ya da mutsuz etmez. Öyleyse sahip olduğunuz değerleri, intrinsik kimliğinize uygun oldukları sürece değiştiremezsiniz. Eğer değiştirebiliyorsanız, demek ki o güne dek, kendinize karşı dürüst, samimi ve sahici değilmişsiniz. Bundan böyle erdemlerinizi terk etmenize yol açsa da samimi ve dürüstsünüz. Samimiyet değer dünyasının ön koşuludur. Zihnimiz ve bedenimiz arasındaki uyumdan gelir. Ahlaki normlar, dıştan dayatıldığında, intrinsik özelliklerimize uyum sağlamıyorlarsa bu uyumun bozulmasına yol açar. Sonuçta iyi biri olabiliriz, ama iyiliğimiz sahici değildir. Adeta korku dolu olduğu halde huzurlu bir ifade sergilemeye çalışan bir oyuncu gibi. İyi oynamayı bilen biri de olsak, en sonunda biz gerçeği bildiğimiz sürece sorun çözülmüş olmaz. Çünkü ahlaki eylem, önce bireyin iç dünyasında olup biter. Bu yüzden bilginin temel ilkesi, bir başka bağlamda ahlakın alanı için de doğrudur: “En bireysel olan en genel olandır.”