Rasyonalizm ve irrasyonalizm tartışmasının, dünyanın genel bir resminin elde edilmesinin veya dünyanın ve yaşamın bütün pratiklerini de kapsayacak bir biçimde tanımlanması, tasarımlanması ve bu bağlamda dönüştürülme çabalarının içinde yer alan bir tartışma olduğunu söylemek, abartılmış bir iddia olmayacaktır. Öncelikle burada yer alan rasyonalizmi yani akılsalcığı, felsefi bir akım olan empirizm karşıtı olarak değil, irrasyonelin yani akıldışıcılığa karşıt olarak akılsal olanın savunulması anlamında kullanıldığı belirtilmelidir. Dolayısıyla haklı olarak felsefenin, rasyonel bir etkinlik olduğu, dünyanın gerçeğe ve akla dayalı mantıksal bir açıklamasının ve bu bağlamda insanı ve onun yapıp etmelerinin de akla dayalı bir biçimde ele aldığı/alması gerektiği, buna bağlı olarak pratiği de amaç edindiği anlaşılabilir. Felsefe böylesine bir etkinlik olarak gözükmesine rağmen, felsefe tarihi içerisinde bir çelişki gibi gözüken irrasyonel-felsefelerin veya bu felsefe öğretilerini savunan ve kuran filozofların olması ilginç gözükmektedir. Bu yazı, hangi filozofların rasyonel olanı savunduğunu veya savunmadığını göstermeyi amaçlamamaktadır. Bu yazı rasyonel olan ile irrasyonel olanı çok genel bir şekilde tanımlamayı kendinde amaç edindiği gibi, dünyanın, insanın ve onun yapıp etmelerinin akla dayalı açıklanmasından vazgeçilemez olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır. Bu da aslında en genel olarak Bertrand Russell’ın belirtmiş olduğu şekliyle insanların rasyonel olup olamayacağı ilişkin bir sorudur.[1]
İnsanın rasyonel olabilmesine ilişkin soru ile dünyanın nedensel, ilkelere göre açıklanılması ve bu bağlamda nesnelerin gerçekliği ile bilginin nesnelliği arasında bir paralellik vardır. Şöyle ki, eğer ve ancak dünyanın yani maddenin kendi içinde nedenleri, ilkeleri, başka bir deyişle bir düzeni varsa, bu ilkeler, yasalar, nedenler bilinebilirse, dünyaya ilişkin bilginin kendisi de mümkündür. Çünkü dünyaya veya nesnelere dair bilgi, nesnenin bu kendi içindeki nedenlere, ilkelere dair bilgidir. Dolayısıyla özne bu ilke ve nedenleri bilmeye yönelik koşullara sahipse, bilgi de mümkündür. Öyleyse, dünyanın ilkelere ve nedenlere göre mantıksal açıklanmasının imkânı ve bunun bilinebilmesi, bilginin nesneliğini mümkün kıldığı gibi öznelerin gerek teorik olarak gerekse de pratik olarak rasyonel olabileceğini ve eyleyebileceğini göstermektedir. Akılsal yani rasyonel görüş nesnel bilginin imkânını ve bunun özneler-arasılığını, dünyanın dünya içi nedenlere dayanarak açıklanabileceğini, kısacada mitsel olanın dünyanın bilimsel ve mantıksal tasarımında yer alamayacağını savunan görüştür. Başka bir deyişle dünyanın içinde gizli, bilinemez ama olayları etkileyen bir güce veya nedene ihtiyaç duymaz. Kısaca maddi olan maddi olan ile açıklanır ki; bu nedenselliği talep etmektir. Öte yandan bu teorik olanın yanında rasyonel dünya görüşü veya rasyonel özne, pratikte eylemlerde inanç, gelenek vb. nedenlere değil, nedensel ve akla göre gerekçelendirilmiş, bilgiye ve evrensel olana göre eylemeyi ölçü almaktadır ki, davranışların/pratiğin bu doğrultuda dönüştürülebileceğini ileri sürmektedir.
İrrasyonalizm ise nesnel bilginin mümkün olamayacağını ileri süreceği gibi hem teorik hem de pratikte göreliliği, evrensel olanın imkânsızlığını, kavramsal olanın nesneyle mutlak çatışmasını, eylemlerin genel motivelerinin arzu, istekler, tutkular, güç istenci vb. olduklarını ileri sürecektir. Daha genel anlamda akılsal olanın nesnellik düzeyinde birleştiriciliğini ve aklın arzu ve isteklere yol göstermesinin sadece bir kuruntu olacağını ileri süreceği için, öznelerin birbirleriyle amaç ve arzulardan kaynaklı sürekli bir çatışmanın olduğunu ve bu çatışmanın mutlak çözümsüzlüğünü ileri sürecektir. Dolayısıyla göreliği temellendirebilmek için her türlü bilginin olanağına ve onun ortaya çıkarılmasına ilişkin yöntemi reddedecektir. Bu reddin olanağı için, bütün bir bilgi edimsel sürece ve gerçekliğe karşı çıkacak; bunun yerine idealizmi (nesnel idealizmi değil, öznel idealizmi) veya başka bir ifadeyle, mutlak bir subjecktivizmi ve bununla paralel olarak bir bilinemezciliği ileri sürecektir. Epistemolojide yönteme dayalı, kavramsal çıkarımsal bir bilgi sürecini değil, sezgi gibi öznel bir akıldışı özel bir yeteneği savunacaktır. Ancak böylesi sezgiye dayalı bir bilgi – bu nasıl bir bilgiyse – nesnellikten uzak olacağı gibi, her öznenin de ulaşımına kapalı olacaktır. Bu da aslında özneler arası, yetisel bağlamda başka bir hiyerarşiye neden olabilir, çünkü bu sezgi kendinde açık bir şey olmadığı gibi, her özne ona tam olarak sahip olamayacaktır. Öte yandan sezgi, mistik bir özellik olmakla beraber, çıkarımsal, mantıksal ve gerçekliği gözeterek yürütülen bir akıl yürütmenin bir sonucu değil, gerçekliği, hakikati doğrudan gösteren bir niteliğe sahipmiş gibi ele alınır. Ama bu öyle bir hakikat iddiasıdır ki, herkesin erişimine açık değildir.
Yukarıda genel olarak belirtilenleri ve özellikle bilginin nesnelliğinin reddi bağlamında, Russell iki farklı irrasyonel yaklaşımı örnek göstermektedir. Bunlardan biri faydacılık (pragmatizm) diğeri ise psikanalist yaklaşımlardır. Aslında Russell’a göre psikanalist çalışmalar özlerinde irrasyonel değildirler, çünkü onlar her ne kadar bazı davranışların altında rasyonel olmayan sebeplerin olduğunu göstermeye çalışsalar da amaçlarının bu süreçlerin tedavisi olduğunu dile getirmektedir. Bu bağlamda da aslında davranışların rasyonel olabileceğinin bir göstergesi anlamına geldiğini belirtmektedir.[2] Ancak, davranışların kökenlerinin akla dayanılamayacağını savunan irrasyonel felsefeler, psikanalist çalışmaların ortaya koyduğu bilinç-dışı olanı tek referans olarak ele alır ve davranışların kökeninin asıl nedeni olarak değişmezcesine mutlaklaştırırlar. Russell hem teorik hem de pratik bağlamda irrasyonalizmin nesnellikten uzak genel yapısını ve bunun olumsuz sonucunu şu şekilde ifade etmektedir:
“Bu iki yaklaşım çoğu kimseyi, kanı ve davranışların olumlu bir şekilde uyum gösterecekleri ideal bir rasyonelliğin var olmadığı görüşüne yönelmiştir. Bu da şöyle bir sonuca yol açar gibi görünmektedir: Eğer siz ve ben değişik kanılara sahipsek, bunu tartışmanın ya da tarafsız bir kişinin hakemliğine başvurmanın yararı yoktur. Yapabileceğimiz tek şey, mali ve askeri gücümüz ölçüsünde, etkili konuşma, reklam ya da savaş yollarıyla birbirimizle mücadele etmektir… Bu nedenle rasyonellik idealinin, onun yok edileceğini düşünülen fikirlerden etkilenmediğini, düşünce ve yaşama bir yol gösterici olarak eskiden taşıdığı bütün önemi koruduğunu göstermeye çalışacağım”[3]
Yukarıda belirtilenler rasyonel olan ile irrasyonel olanı genel bir biçimde özetlemektedir. Bilginin nesnelliği ve dünyanın gerçekliği düşüncesinin yitirilişi söz konusu olduğunda, hem teorik hem de pratik bağlamda söz konusu fikirlerin veya teorilerin çatışması basit bir biçim de bir güç çatışmasına veya en iyi ihtimalle bir yarar durumuna inmektedir. Bilginin bir üçüncüde ve doğanın kendisinde bir sınamanın mümkünlüğü olmadığı gibi, pratikte de amaç sadece karşı fikri ne pahasına olursa olsun ortadan kaldırmak olduğu anlaşılır. Çünkü teorilerin veya fikirlerin sınanacağı üçüncü bir nesnel zemin, gerçeklik şimdiden reddedilmiştir. Doğru olarak adlandırılan sadece yaşamın sürdürülmesinde yardımcı olandır.[4] Bu farklı bireylerin veya grupların yaşamlarını pozitif yönde etkileyen şey, diğer bireylerin veya grupların yaşamlarını negatif yönde etkiliyorsa ne yapılacaktır? O halde söylenebilir ki, nesnel olanın yitirilişi farklılığın, farklılıklar olarak mutlaklaştırılıp sürekli bir savaş durumunu meydana gelmesine neden olmaktadır.
Russell, irrasyonelist tutumu tam olarak şöyle tanımlamaktadır: “Genel olarak ifade etmek gerekirse, irrasyonalizm, yani nesnel hakikati yadsımak, hemen hemen her zaman, hiçbir kanıtı olmayan bir şey de ısrar etme; ya da çok sağlam kanıtları olan bir şeyi yadsıma arzusundan kaynaklanır.”[5] İlerleyen kısımlarda ise Rusell şöyle devam etmektedir:
“Olguların nesnelliği sorunu, filozofların şaşırtmaları nedeniyle çok zorlaşmıştır… Şimdilik, olguların var olduğunu, bunların bazılarının bilinebildiğini, diğer bazıları için ise bilinen olgulara göre bir olasılık derecesi saptanabileceğini varsayacağım. Ancak kanılarımız çoğu kez olgulara ters düşer, hatta belirli kanılara göre bir şeyin olası olduğunu söylediğimizde bile, aynı kanılara göre o şeyin olası olmadığı da söylenebilir. Bu durumda rasyonelliğin kuramsal yanı, olgulara ilişkin kanılarımızı özlemlere, önyargılara, geleneklere değil, kanıtlara dayandırmaktan ibarettir.” [6]
Dolayısıyla, yukarıda açıklananlar ölçüsünde, rasyonalizm, dünyanın nedenlere, kanıtlara ve akla dayalı bir açılamasının yapılmasıdır. Bunun sonucu olarak ise pratikte yani insanın yapıp etmelerinde, arzuların ve isteklerin akla göre düzenlenmesidir. Akıl bu bağlamda evrensel olanı talep edeceğinden, her bir özneyi kendinde kapsayacak bir şekilde, farklılığın farklılığını koruyarak, birliği mümkün kılacak bir şekilde eylemeyi talep edecektir. Çünkü bilgide aranan nesnellik, bireysel davranışlarda da kendisini evrensel olanı, herkesin herkesi amaç edinme durumunu gözetecektir. & quot;Bu bağlamda irrasyonalizm ve buna bağlı olarak gelişen felsefi düşünceler hedeflerine ilk olarak aklın bu evrensel yanını, nesnelliği aramasını ve dünyanın nesnel boyutta, realist bir tasarımına karşı çıkmak zorunda kalmışlardır.
Felsefe, başlangıcında rasyonel olanı kendinde barındırdığı gibi aslında kendisini de tam da bu rasyonel olan üzerine kurmuştur. Antiklerin o temel sorusu olan, “evrenin veya dünyanın Arkhe’si nedir?” sorusu tamda bu noktada kendisini göstermektedir. Arkhe sorusu veya arayışı, dünyanın ilk olarak dünya içi nedenlere göre açıklanmaya çalışılmasını ifade eder. Dünyanın dünya için nedenlere göre açıklanma çabası, dünyanın bir düzeni yani Kosmos’u olduğunu ifade eder. Dünyanın bir düzeni varsa ilkeleri vardır ki, dolayısıyla düzenli ve ilkeli olanın bilinebileceği anlamına gelir. Dolayısıyla böylesi bir bilme edimi yani ilke ve nedenlere dayalı bilme edimi, Logos’u mümkün kılacaktır. Artık dünyanın açıklanmasında temel olan Logos’tur. O halde dünyan gizli bilinemeyecek güçleri içinde barındıran bir şey değil, aksine kendi içinde nedenleri ve yasaları olan bir şeydir. Buna bağlı olarak insan pratikte de kendisini ve yaşamını Logos’a göre düzenleyebilir. Bu bağlamada mutlu bir yaşam da ancak Logos’a dayalı bir yaşam olacaktır. Onun mutluluğu ona atfedilen bir yazgıya değil, aksine onun kendi iradesine, onun Logos’a göre yani akla göre dönüştüreceği ve kuracağı düzende mümkün olacaktır. Görülen o ki, felsefe kendi kurulumunda bile ancak ve ancak akla dayalı bir etkinlik olarak ele alınmaktadır. Fakat hemen belirtilmelidir ki, burada ifade edilen akıl ve akla dayalı etkinlik, gerçekliğe dayanmaktadır. Kısaca akıl kendisine gerçek olanı ölçü almadığı sürece, bir oyundan öteye gidemeyecektir. O halde, akıl gerçeğe dayalı nesnel süreçlerde ancak kendisini kurabilir. Dolayısıyla öznenin yani insanın kendisini insan olarak kurması da ancak yine bu şekilde mümkündür.
İnsanın kendisini ve dünyayı akla göre kurma çabası ve bunun en genel temellerinin atılması Descartes ve Hobbes ile başlayan modern felsefe ve sonrasında Aydınlama Felsefesi’nde görüldüğünü söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Jean le Rond d'Alembert 18. yüzyılda kendi çağını şu şekilde özetlemiştir: “Aydınlanma Çağı karakterize edilmek istenildiğinde bu güç tekil bir kavramda, Akıl olarak adlandırılır.”[7] Dolayısıyla akla böylesi bir alan açma, mitler ve dogmalar karşısında alan açma ve bu bağlamda dünyayı ve yaşamı akla uygun hale getirme ve her taraftan kısıtlanmış insanı ve toplumları özgürleştirme anlamına gelmektedir. Bunun temelinde ise dünyayı dünya içi nedenlerle yani nesnel süreçler ele almak vardır. Descartes’ten başlayan bu süreç Aydınlanma Felsefesi’nde kendisini en açık haliyle bulmaktadır. Akla dayalı bir açıklama, ilk olarak akıl sahibi bütün varlıkları birbirlerinde eşitlikler olarak ele alacaktır. Dolayısıyla, hiçbir özne, insan bilgi ediniminde ve özgürlük talebinde diğerinden ne daha fazla ayrıcalıklıdır ne de da ha az ayrıcalıklı bir konumdadır. Burada önemli olan aklın dünyayı ele almasını ve kendisinin yol bulmasını sağlayacak uygun bir yöntemdir. Uygun ve herkesin erişimine açık, sınanabilir bir yöntem ile herkes bilgiye, gerçeğe ulaşabilir. Öznelerin gerçeklik karşında birbirleriyle eşitlik durumlarını, Descartes Yöntem Üzerine Konuşmalar adlı eserinin en başında açıkça dile getirmektedir: “İnsandaki ‘Sağduyu’ [akıl] dünyada paylaşılmış en güzel şeydir: çünkü her insan ondan çok iyi pay aldığını düşünür.”[8]& quot; Akıl öte yandan nesnesini veya dünyanın genel bütünlükçü bir tasarımını kurmak isteyecektir. Dolayısıyla bu nesneleri kavramlarla kavrama anlamına gelmektedir. Böylesi bir süreç, kavramın nesnel geçerliliğini oluşturmak olduğu gibi, aynı zamanda mantıksal, akılsal çıkarımlarla ve sınamalarla bilgide ilerlemeyi, nesneyi veya dünyayı kavramanın olanağını sağlamak anlamına da gelmektedir. Daha da ileri gidecek olursak, aklın tarihte bir ilerlemesi söz konusudur. İrrasyonel olan ise tam olarak bu sürecin karşında yeralmaktadır. George Lukács bunu şu şekilde ifade etmektedir:
“Usdışıcılık, entelektüel yansıma ve nesnel asıl arasındaki bu … uyuşmazlıkla başlar. Uyuşmazlığın kaynağı – hâlâ görevler, hâlâ çözülmemiş sorunlar oldukları sürece – belli bir örnekte doğrudan düşüncenin karşısına çıkarılan görevlerin ilk bakışta düşüncenin, kavramlar oluşturmanın gerçeklik karşısında yıkıldığı, düşüncenin karşısına çıkan gerçekliğin aklın … ötesinde bir alanı temsil ettiği izlenimi vermesinde yatar.”[9]& quot;
Buna göre akıl, nesneleri veya daha genel ve doğru ifadeyle gerçekliği hiçbir zaman kavrayamaz durumdadır. Gerçeklik insanın ve onun anlama yetisinin çok ötesindedir. Bu bağlamda gerçekliğe ilişkin bir bilgimiz söz konusu değildir. Başka bir ifadeyle dile getirilirse eğer, kavramlarımızın ve onların içeriklerinin dünyaya denk geldiği veya dünyanın uygun bir tasarımının elde edilmesi söz konusu olmadığı gibi, bu olsa olsa bir yanılsamadır. Gerçek olan her zaman insana aşkın bir şeydir. Dolayısıyla insan en fazla bütün süreçleri, kendi bireysel öznel yapısında anlamlandırmaya çalışmaktan başka bir şeye yapamaz. Bu anlama ise nesnel ve evrensel bir anlama değil, çünkü nesne veya varlık onun kavrayışının zaten dışında olduğundan, öznel bir anlamadır.
İrrasyonalizm, felsefenin özellikle temel epistemolojik bir problemi olan; nesne-tasarım, kavram-nesne, önerme-nesne ilişkisi ve uyumu sorununu doğrudan ele alıp, bu problemin çözülemez temel bir problem olduğunu tarihsel olarak ifade etmektedir. Ancak çözümün mümkünlüğüne ilişkin bir inceleme yapmaksızın bunu dile getirmiştir. Onun için her bir problem, kendisinin bir onaylanmasıdır.
Son olarak akıldışıcılığın yani irrasyonalizmin bu nesnel olana karşıt tutumu, ve nesnel nedenlerin yerine öznel etkiler bulmaya yönelik belirlenimin bir örneği, Nietzsche’de genel olarak bulunabilir. Nietzsche’nin Güç İstenci adlı kitabından şu ifadeler yukarıda açıklananlara örnek olabilir:
“Fenomen karşısında duran pozitivizme karşı – ‘Sadece gerçekler vardır’ – Ben derim ki: Hayır, var olan gerçek bulgular değil, sadece yorumlardır. Herhangi bir gerçeği ‘kendi içinde’ kuramayız: belki de böyle bir şeyi yapmak istemek deliliktir.
…
‘Bilgi’ sözcüğünün bir anlama sahip olduğu derecede bu sözcük bilinebilir: ancak diğer taraftan yorumlanabilir de; arkasında bir anlam yoktur, sadece anlamlar vardır. –perspektivizm.”[10]
Sorulması gereken soru, yorumların karşıtlığı durumunda hangisinin kabul edileceğidir. Bilimsel bilgi için yorumların nesnelere karşıtlığının, sınanabilirliğinin ve mantıksal tutarlılık ve zemini gerçeklik olabilecek şekilde nedenselliğine bakılabilir, ancak söz konusu pratik olduğunda, ahlaki ve insani yapıp etmeler olduğunda söz konusu ne olacaktır? Olaylara ilişkin farklı bakış açıları ve yorumlar doğal olarak olması gereken bir durumdur, ancak yorumlamalardan biri, diğer yorumlamanın tarafını yaşamsal olarak etkilediğinde söz konusu ne olur?Bu yazının en başında Russell’dan yapılan alıntıyı burada tekrar hatırlamak yerinde olacaktır:
“ … Eğer siz ve ben değişik kanılara sahipsek, bunu tartışmanın ya da tarafsız bir kişinin hakemliğine başvurmanın yararı yoktur. Yapabileceğimiz tek şey, mali ve askeri gücümüz ölçüsünde, etkili konuşma, reklam ya da savaş yollarıyla birbirimizle mücadele etmektir… Bu nedenle rasyonellik idealinin, onun yok edileceğini düşünülen fikirlerden etkilenmediğini, düşünce ve yaşama bir yol gösterici olarak eskiden taşıdığı bütün önemi koruduğunu göstermeye çalışacağım”[11]
O halede, hem birlikte yaşamanın imkânı hem de ahlâki olanın gerçekleşmesi için akıldan vazgeçilemez. Akıl, basit bir şekilde amaçlara ulaşmak için bir araç olmadığı gibi bu aklın eksik ve dolayısıyla aklın akılsal kullanımı da değildir. Amaçların ahlâki olması ise akılsal olmasına bağlıdır. Akıl; bütünlükçü bir şekil de nesnel olanı yani gerçek olanı kendine ölçü edindiğinde, amacın meşruluğu söz konusudur. Hitler’in koyduğu amaç, akılsal olmamakla beraber ahlâki olmasından (ihtimalinden bile) bahsedilemez. Amaca ulaşmak için kullanılan akıl ise, aklın bütünlüğü ve evrensel kullanımı değil; sadece eksik, yanlı bir kullanımıdır. Nesnellik ve buna bağlı olarak gerçeklik, akılsal olmanın zorunlu koşuludur. Bilgi kuramında nesnellik değişik boyutlarda tartışılmış ve tartışılmaktadır. Ancak burada geçen nesnellik, bütün bir hakikati bilmek değildir, hatta ilerleyen tarihsel süreçte yeni bulgularla kesin saydığımız durumlar da değişebilir. Ama yine de olabildiğince sağlam, sıkı kanıtlara, nedenlere, gerekçelere ve nedenlerin eksikliğinde güçlü olasılığa güvenmeliyiz.& quot; O halde, Wittgenstein’ın belirttiği gibi kanı ve inançlarımız ancak ve ancak bilgiden kaynaklı olmadır: “Neyi biliyorsam ona inanırım.”[12] Son olarak, Russell’ın şu ifadeleri yazının kapanışı için yerinde olacaktır:& quot;
“Eğitim, basın, politika, din – kısacası dünyanın en etkili güçleri – şu anda irrasyonellikle el eledir… Çare, gerçekleştirilmesi çok zor olan sosyal ve siyasal değişimlerde değil; bireylerin komşuları ve dünya ile olan ilişkilerinde daha akıllıca ve dengeli bakış açısı getirme çabalarında yatmaktadır. Dünyamızın geçmekte olduğu sıkıntıların çözümünü, günden güne yaygınlaşmakta olan rasyonalizmde aramamız gerekir.”[13]& quot;
Kaynakça
Cassirer, Erns, The Philosophy Of The Enlightenment, çev. Fritz C.A ve James P. Pettegrove, Princeton University Press, Princeton/New Jersey, 1951.
Descartes, Rene, Yöntem Üzerine Konuşmalar, çev. Hasan İlhan, Alter Yayıncılık, Ankara, 2009.
Lukás, Georg, Aklın Yıkımı, çev. A. Tekşen Kapkın, Payel Yayınevi, İstanbul, Cilt 1. , 2006
Nietzsche, Friedrich, Güç İstenci, çev. Nilüfer Epçeli, Say Yayınları, İstanbul, 2010.
Wittgenstein, Ludwig, Kesinlik Üstüne, Kültür ve Değer, çev. Doğan Şahiner, Metis Yayınları, İstanbul, 2017.
[1] Bertrand Russell, Sorgulayan Denemeler, “İnsan Rasyonel Olabilir mi?”, çev: Nermin Arık, Say Yayınları, Ankara, 2. baskı, 2014, (Rasyonel), s. 47.
[2] Russell Rasyonel, s. 51.
[3] Russell, Rasyonel, s. 47.
[4] Russell, İnsan Rasyonel Olabilir mi?, s. 49. Ayrıca bu pragmatist görüşe bir örnek bakınız:& quot; Friedrich Nietzsche, Güç İstenci, çev. Nilüfer Epçeli, Say Yayınları, İstanbul, 2010, (Güç), s. 325.
[5] Russell, Rasyonel, s. 50.
[6] Russell, Rasyonel, s. 50.
[7] Erns Cassirer. The Philosophy Of The Enlightenment, çev. Fritz C.A ve James P. Pettegrove, Princeton University Press, Princeton/New Jersey, 1951. s. 5.
[8] Rene Descartes, Yöntem Üzerine Konuşmalar, çev. Hasan İlhan,& quot; Alter Yayıncılık, Ankara, 2009,& quot; s.4.
[9] Georg Lukás, Aklın Yıkımı, çev. A. Tekşen Kapkın, Payel Yayınevi, İstanbul, Cilt 1, s. 100.
[10] Nietzsche, Güç, s. 326. & quot;
[11] Russell, İnsan Rasyonel Olabilir mi?, s. 47.& quot;
[12] Ludwig Wittgenstein, Kesinlik Üstüne, Kültür ve Değer, çev. Doğan Şahiner, Metis Yayınları, İstanbul, 2017, s 35, § 177.
[13] Russell, Rasyonel, & quot;s. 55.