HER ZORLUK GELİŞME ALEVİNİN KIVILCIMIDIR
Prof.Dr. Abdurrahman TANRIÖĞEN
Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Öğretim Üyesi
Ünlü romancı Jules Verne, en az 100 yıl önce yazdığı romanlarda, günümüzde gerçekleşen bazı bilimsel ve teknolojik araç ve gereçlerden söz etmiştir. Fransız romancının, 1863 yılında yazdığı fakat yayınlayamadığı “Yirminci Yüzyılda Paris” isimli el yazması bir romanı, yazılmasından 130 yıl sonra, dördüncü kuşaktan bir torunu tarafından saklı tutulduğu kasada bulunmuştur. Torunun 1994 yılında basılmasını sağladığı romanın ne derece isabetli tahminlerle dolu olduğunu anlayabilmemiz için 1863’ün Avrupa’sını ve Amerika’sını bilmek gerekir. Avrupa yoksul köylülerin tarım işinde çalıştığı ve imparatorluklar ile yönetilen, Amerika ise, baştan başa yakılıp yıkıldığı iç savaştan çıkmış ülkelerdir. Buhar gücü yeni yeni endüstride kullanılmaya başlamıştır.
Böyle bir Avrupa ve Amerika’nın ötesinde Jules Verne’in Paris’inde gökdelenler, klimalar, televizyonlar, asansörler, yüksek hızlı trenler, benzinle çalışan otomobiller, faks makineleri ve hatta internete benzeyen bir sistem bulunmaktadır. Jules Verne’in bu öngörüleri sadece bunlarla sınırlı değildir.
Birkaç yıl sonra, 1865’te, Jules Verne “Dünya’dan Aya” isimli bir başka romanında da inanılmaz öngörülerde bulunmuştur. Kitabın yazılmasından hemen hemen bir asır sonra gerçekleşen ay yolculuğunun ayrıntılarını gerçeğe yakın bir biçimde tahmin etmiştir. Aya giden uzay kapsülünün büyüklüğünü, görev alacak astronotların sayısını, yolculuğun süresini, astronotların karşılaşabileceği yer çekimsiz ortamın özelliklerini ve kapsülün okyanusa düşmesini tam bir isabetle tahmin etmiştir. Sadece roketin Cape Canaverel yerine oraya çok yakın Florida’da bir yeri işaret ederken, geminin enerjisinin roket yakıtıyla değil de, barut ile olacağını belirtmişti.
İnsanlık tarihine damgasını vurmuş bir diğer teknoloji kâhini ressam, heykeltraş ve düşünür olan Leonardo da Vinci’dir. Vinci, daha 1400’lü yıllarda zamanından beş yüz sene sonra icat edilebicek olan paraşüt, helikopter, planör ve hatta uçak gibi gökyüzü araçlarının taslak planlarını çizmiştir. Tek eksiği, bu araçların enerjisini sağlayacak olan en az bir beygir gücündeki motordu ki, bu da Vinci’den 400 yıl sonra icat edilecekti.
Bundan başka Vinci, çağının çok ötesine gidip, 13 haneli bir toplama makinesinin planlarını çizmiştir. 1967’de Vinci’ye ait olan bir el yazısının doğru analiz edilmesi ile bu hesap makinesi ortaya çıkmış ve makinenin başarıyla çalıştığı kanıtlanmıştır.
Yukarıdaki örneklerde yer alan ve bu sayfalara sığmayacak çoğunluktaki kişilerin bu öngörülere nasıl sahip oldukları sorusu sorulduğunda çeşitli yanıtlar alınabilir. Bunlardan en yaygını -en azından günümüzde- bu kişilerin aslında uzaylı olduğu ve ileri bir tarihten ışınlanarak kendi zamanlarına geldikleridir. Bu yanıt, düşünme tembeli kimselere aittir. Bu düşünce tembelleri, sorunları çok kolay ve kendilerini yormayacak biçimde çözme eğilimli olan ve gelişmenin kendi dışımızda bulunan birtakım güçlerin marifetiyle gerçekleştiğini ima eden kimselerdir.
Oysa Jules Verne ve Leonardo Da Vinci’nin ortak noktası, uzaylı ya da ileri bir tarihten ışınlanarak geri gelmiş olmaları değil, her ikisinin de bilimsel düşünceye önem vermeleri ve zamanlarında yaşayan bilim insanlarının çalışmalarını adım adım takip etmeleriydi. Bu öngörü zengini kimseler, bilim insanı olmamalarına karşın, bilim insanlarının ayak izlerini takip ederek, onların bilimsel bulgularını toplumsal ve teknolojik yaşama nasıl uyarlanabileceğini ve yaşamımızın tüm boyutlarının bunlardan nasıl etkileneceğini düşünmek ve öngörülerde bulunmaktır.
Dünya üzerinde var olduğu günlerden itibaren, doğa ile hayatta kalma mücadelesi yapan insanoğlu, yaşamını sürdürebilmesini kolaylaştıracak araç-gereçler ve yaşama biçimleri icat ederek doğa karşısında ayakta kalmaya çalışmıştır. Başka bir deyişle, insan uygarlığının bu düzeye gelmesinin itici gücü, insanların yaşamını tehdit eden dış düşmanlara karşı, mücadele etmesini kolaylaştıran ve böylelikle varlığını sürdürmesine yardımcı olan icatlar yapmasıdır. Bu icatların başlangıç noktası genellikle insanların rahatsızlıkları ve bu rahatsızlıklardan bir an önce kurtulabilme güdüsü olmuştur. Kısaca söylemek gerekirse, “her zorluk gelişme alevinin tutuşturucusudur”.
Daha önceki yazılarımda da sözünü ettiğim Twerski’nin tam bu duruma denk düşen “ıstakoz metaforu”nu burada tekrar paylaşmak istiyorum.
Istakozlar sert kabuklu deniz yumuşakçalarıdır. Istakozların iç yapıları sürekli büyürken, sert kabukları asla büyümez. Yumuşak dokuların sürekli büyümesine karşın, bir milim bile büyümeyen sert kabukları, küçülen bir giysi misali, dar gelmeye başlar ve ıstakozu rahatsız eder. Kendisine küçük gelen bu katı kabuk altında rahatsız olmaya başlayan ıstakoz, yırtıcı balıklardan uzak, güvenli bir kaya kovuğu bulur ve üzerindeki sert kabuğu fırlatıp atar. Istakoz kendisine yeni bir kabuk üretir. Bu kabuk yenileme döngüsü, defalarca sürer; ıstakoz büyüdükçe, kendisine dar gelen sert kabuğu atarak yenisini oluşturur. Yani kendisine dar gelen giysiyi atar ve yenisini diktirir. Istakozların büyüyüp gelişmeleri bu döngü sayesinde gerçekleşir.
Istakozların gelişmelerindeki temel güdü, kendilerini daralan kabukları içerisinde rahatsız hissetmeleridir. Twerski’ye göre, eğer ıstakozların birer doktoru olsaydı, asla büyüyüp gelişemezlerdi. Çünkü ıstakoz bir rahatsızlık hissettiğinde doktoruna gider ve kendilerini iyi hissettirecek bir antidepresan alırdı. Bu da onun daralan kabuğunu kırıp atmasına izin vermez ve ıstakoz asla büyüyemezdi.
Bu günlerde tüm dünya uluslarının yaşamakta olduğu bu stres zamanı, büyüme ve gelişme sinyallerinin alındığı zamandır. Dünya toplumlarının -en zengininden, en fakirine kadar- tıpkı ıstakozlar gibi, kabuklarının daraldığı ve kendilerini baskı altında hissettikleri günler yaşadığını söylemek yanlış olmayacaktır. İnsanların “dezavantajları avantaja çevirme” yeteneklerinin, en zor durumlardan kurtulabilmelerine ve rahata kavuşmalarına olanak sağladığına tarih boyunca tanık olunmuştur.
Dünya büyümüştür; toplumlar gelişmiştir; kabuklarımız daralmıştır. Bu rahatsız durumdan kurtulmanın zamanı çoktan gelmiştir. Yapılması gereken iş zordur fakat zorluğu derecesinde de açık ve nettir. Kabuklarımızı kırıp yeni ve bizi sıkmayacak yeni kabuklar oluşturmak bizim yeni ödevimizdir.
Ancak, bu sürecin başarılı olmasının yegâne yolu, “bilime ve bilim insanlarına inanmaktır”. Bilim dışındaki yollar, daralan kabukların korunmasına ve rahatsızlığın sürmesine neden olacak antidepresanların alınarak sahte rahatlamanın yaşanmasıyla özdeş olacaktır.
Jules Verne ve Vinci, zamanlarının çok ilerisine ilişkin öngörüler geliştirmek için bilime ve bilim insanlarına dayanmışlardır. Bir anlamda, dünyanın ve toplumların gelişmelerinin temel dinamiğinin bilim ve bilimsel bulgular olduğunu kanıtlamışlardır. Bu aynı zamanda akıl sahibi olan toplumların önlerinde duran ihmal edilmemesi gereken modellerdir.
Toplumsal olarak bunalımlı günleri yaşadığımız günümüzde, dillere pelesenk olmuş, bir slogan haline gelmiş bir tümce vardır: “Her şey eskisi gibi olmayacak”. Bu tümcenin doğruluğuna inananlardanım. Evet her şey eskisi gibi olmayacak. Ama nasıl olacak?
Bu sorunun yanıtını vermek kolay değildir. Geleceğe ilişkin tahminlerde bulunmak riskli ve hatta tehlikeli olabilir. Geleceğe ilişkin kestirimlerde bulunmak, ancak ve ancak bilimsel bilgi birikimine dayalı olmak zorundadır. Geleceği laboratuvarlarında yaratan bilim insanlarının bilimsel bulgularını göz ardı ederek, yeni oluşacak toplumsal sistemlere ayak uydurmak ne yazık ki olanaklı değildir.
Bugünden tezi yok, pandemi sonrasında artık eskisi gibi olmayacağı tahmin edilen toplumsal yaşamımızın, daha etkili olarak yapılandırılabilmesi, sağlık alanında olduğu gibi, yönetim sistemleri, ekonomi, hukuk, eğitim, spor, turizm, sanat ve kültür gibi tüm toplumsal alt sistemlerinde liyakat usulüne dayalı bilim kurullarının oluşturulması ile olanaklı görülmektedir.
& quot;
& quot;