Prof. Dr. Bayram DEMİRCİ İle “Yaşama Dair”

Felsefe-Mantık - Prof. Dr. Bayram DEMİRCİ / Hülya YAVUZ

Hülya Kandemir Yavuz: Hocam öncelikle “Yaşama Dair ”söyleşimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyoruz.

Hülya Kandemir Yavuz: Antik çağlardan günümüze değin hemen her düşünür“Yaşamın Anlamı ‘’üzerine görüşlerini dile getirmiştir. “Hayatı kaybetmekten daha acı bir şey vardır; yaşamın anlamını kaybetmek.” der Seneca. Hocam sizce “Yaşamın Anlamı” nedir?

Prof. Dr. Bayram DEMİRCİ: Çok naziksiniz, ben de size teşekkür ederim düşüncelerimi sorduğunuz için.
Seneca’lar baba oğul filozof olmalarının yanında dil ustası olduklarından söyleyeceklerini en çarpıcı şekilde söylemişlerdir. Birçok özlü sözleri vardır. Örneğin bir başka sözünde “Din, avama göre doğru kabul edilir; bilgelere göre yanlış; yönetenlere göre ise kullanışlıdır.” diyerek din konusunda görüşlerini bir cümlede direkt ifade etmiştir. Henüz ilahi dinler yokken çok tanrılı dinler döneminde söylenmiş olan bu sözün günümüzde bile anlamını yitirmediği, aynı işlevi yerine getirdiği görülmektedir.

Ben bir kimyacıyım, felsefeci veya dilci değil. Doğal olarak düşüncelerimi ve söyleyeceklerimi onlar kadar etkili söylemeyi beceremem. Ayrıca felsefi konularda görüş belirtmek ve yorum yapmak haddim de değil. Ama kimyanın bir kuralı vardır: bir maddeyi, bir formülü veya sembolü en kısa şekilde, ama karışıklığa neden olmayacak kadar da açık ifade etmek gerekir. Dolayısıyla ben de yaşamın anlamını çok kısa ifade etmek isterim. Bence yaşamın anlamı, insanların varoluş hak ve görevlerini anlayarak bu anlayışla varlığını sürdürmekten haz duymayı özümsemektir. Doğadaki canlılardan insan dışında diğerleri arasında kendiliğinden oluşan doğal bir görev dağılımı ve bu dağılım sonucunda bir denge vardır. Ama insanoğlu bu dağılımı göz ardı ederek her durumu kendi lehine değiştirmeye kalktığında, bir başka deyişle diğer canlıların hatta doğadaki canlı cansız bütün varlıkların varoluş nedenini göz ardı ettiğinde yaşamın anlamını göz ardı etmiş demektir. Bilmez ki bu göz ardı ediş kısa dönemde kendi lehine görünse de uzun vadede insanlığın aleyhinedir. Seneca da belki böyle düşündüğü için yaşamın anlamını kaybedersen, bu kendi yaşamını kaybetmekten daha acıdır demiş olabilir. Yaşam kendi dışımızdaki varlıklarla bir anlam kazanır. O varlıkların değerini bilmezsek yaşamanın bir değeri kalmaz. Evrende tek başınıza olduğunuzu düşünün. Çevrenizde hiçbir canlı, hiçbir şey yok. Böyle bir yaşamın ne anlamı olabilir? Anlamını kaybetmiş yaşam, insanın sırtında her gün ölmek gibi acı veren bir yüktür.

Hülya Kandemir Yavuz: Sokrat’ tan günümüze doğu ve batı felsefesinin ana problemlerinden biri olan Delphi tapınaklarında da yazan ’’ Kendini bilmek’’sizce nedir?

Prof. Dr. Bayram DEMİRCİ: Bu sorunuzu sanki beni kastederek “ haddini bil” demek için mi soruyorsunuz diyerek üzerime alabilirdim. Ancak ilk sorunuzda “ben felsefeci değilim ve felsefe konularında yorum yapmak haddim değil” diye baştan belirttim. Söylediklerim konuya ilişkin yorum ve yol gösteren sözler değil, sadece düşüncelerimdir. Buna göre “Kendini bilmek” sözünün en yalın anlamı da bence “Haddini bilmek” olmalıdır. Kişi sözünde ve davranışlarında ölçülü davranmalıdır. Ancak, bu sözün Delphi tapınaklarında yazıyor olması (Aristo da okulunun kapısına aynı sözü yazdırmıştır.), daha geniş anlam taşımasının işaretidir. Delphi Tapınaklarında zamanın ünlü kâhinlerinin yetiştiği; kudretlerinin ölçüsünü göstermek üzere kralların bu tapınaklara, sunularda bulunduğu düşünülürse, kendini bilmek sözünün anlamını sadece haddini bilmek ile açıklamak yetersiz kalır. Çok daha derin anlam yüklenmiş olmalıdır. Örneğin, kendini bilmek kendini tanımakla başlar. Kişi kendini tanırsa haddini de bilir. Zira kendini tanıyan biri durumuna, bilgisine, onuruna uygun davranır. Kapasitesini bilen boyunu aşan işlere girişmez, abartılı yaşamaz. Artı ve eksilerini bileceği için övgü alınca şaşırmaz, yerilince sinirlenip öfkeye ve öç almaya kalkışmaz. Yunus Emre’nin sözünü hatırlayalım. “İlim, ilim bilmektir. İlim, kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır” der. Kişi ilim sahibi oldukça, bilgisi arttıkça tavır ve davranışlarında bilinçli, ölçülü ve kırıcı değil yapıcı, yüceltici olmalıdır. En açık söyleyişle kendini bilmelidir.

Hülya Kandemir Yavuz: Fen Bilimleri, sizin yaşamınıza katkı sağladı mı? Bunu bireysel ve toplumsal katkılar çerçevesinde değerlendirecek olursanız neler söylemek istersiniz?

Prof. Dr. Bayram DEMİRCİ: Sağlamadı dersem bu, eğitimin insan davranışını etkilemeyeceği anlamına gelir. Şüphesiz ki kişinin aldığı eğitim davranışını ve yaşamını etkiler. Benim aldığım eğitim Fen Bilimleri yani doğa bilimleri olduğu için yaşamımda sadece düşünce dünyamı değil, doğal yaşamımı da etkilediğini düşünüyorum. Bireysel olarak işlerimi yaparken aldığım bu eğitimin gösterdiği yol bana rehberlik ediyor. En basitinden dışarıda bir bitkinin benim yaşamıma oksijen sağlama, havayı temizleme ve serinletme gibi bir görevi olduğunu bilerek; bir bitkiye zarar verdiğimde bir canlıya zarar vermenin ötesinde yaşama zarar vermiş olacağımı düşünerek davranıyorum. Biliyorum ki yaşamın kaynağı bitkilerdir. Soluduğumuz havanın oksijenini, besinlerimizi, enerjimizi sağlayan bitkilerdir. Dünyanın en uzak köşesinde bile olsa bitkiler zarar görüyorsa, ormanlar yanıyorsa bilmeliyiz ki biz zarar görüyoruz, bizim ciğerimiz yanıyor.

Evrenin enerjisinin sabit olduğunu, ancak bir enerji türünden diğerine dönüşebileceğini ve bu dönüşümle enerjinin yaralanılabilecek kısmının azalıp yararlanamayacağımız kısmının artacağını bilerek enerji tüketiminde tasarruflu olmaya çalışıyorum. Bu davranış biçimi bütçemde tasarruf sağlıyor. Ama daha önemli olanı, evrendeki kullanılabilecek enerjide tasarruf sağlamak olduğunu düşünüyorum. Kısacası bir davranışta bulunurken bizler doğanın birer elemanı olduğumuza göre bu davranışın doğaya, dolaysıyla bize nasıl bir etkisi olacağını düşünmek gerektiğine inanıyorum. Unutmayalım ki yaşamda karşımıza çıkan güçlüklerin çoğu doğal olmayan yani insanlığın yarattığı engel ve güçlüklerdir. Savaş, çevre sorunları, kazalar, açlık gibi büyük küçük pek çok sorun insan kaynaklı değil midir? Bunların dayandığı temel fen kurallarını bilmek ve ona göre davranmak, tedbir almak birçok felaketi önleyebilir. Yaşadığımız korona felaketi buna güncel bir örnektir. Bu virüsün hayvanlardaki varlığı virologlar tarafından önceden bilinmekteydi. Hayvandan insana bulaşmadığı için sorun yoktu. Ne zaman ki virüsün olduğu canlıyı insanlar yedi, o zaman insana da geçti ve sorun o zaman başladı. İnsanlar bilimin gösterdiği yolda yürüseydi o hayvanı yememesi gerekirdi. Madem bu felaketi başımıza sardık gene bilimi rehber alarak daha az zararla atlatıp önleyebiliriz. Fen bilimleri bize, doğayı tanımak ve doğru algılamak imkânı vermektedir. Doğadaki dengeyi bozan tek unsur olan biz insanlara bilinçli davranma doğru davranma sorumluluğunu yüklemektedir.

Hülya Kandemir Yavuz: Bütün bireylerin fen okuryazarı olarak yetişmesini amaçlayan Fen Bilimleri Dersi Öğretim Programı’nın temel amaçlarının ilköğretimde amacına ulaştığını düşünüyor musunuz?

Prof.Dr.Bayram DEMİRCİ: Keşke ulaşabilse. Bir konuda okuryazar olmak o konuda okuduğunu anlamayı gerektirir. Bir önceki sorunuzda belirttiğim gibi yaşamımızdaki pek çok sorunun kaynağı bizler olduğumuza göre demek ki doğru okuyamıyoruz. Gezegenimizde olup bitenlerin sorumlusu ülke olarak sadece biz değiliz elbet. Ama ülkemizde olup biten yerel sorunlardan biz sorumluyuz. Eğitim sistemimizin temel sorunlarından biri, eğitime pedagojik yaklaşamayışımızdır belki. İlköğretimdeki çocuk henüz sadece somut kavramları öğrenebilme yaşındadır. Bizim eğitim sistemimizin resmi ve gayri resmi programları; bir başka deyişle okullar gibi zorunlu örgün eğitim ve kurslar gibi isteğe bağlı eğitim programları çoğunlukla soyut konu ve kavramlardan oluşmaktadır. Fen konularında bile somut kavramlardan çok soyut kavramlar üzerinde yoğunlaşıyoruz. Bu durumda öğrencinin anlamasını değil ezberlemesini sağlamış oluyoruz. İlköğretim, temel eğitim yeridir. Temel eğitimin esası da Temel Bilimlerdir yani doğa bilimleridir. Oysa İlköğretim çağındaki çocuklarımız temel bilgilerden çok soyut dogmatik bilgiler alıyor. Bu bilgileri anlayabilecek ve yorumlayabilecek yaşta olmadığı için ezberliyor. Bu durum ileri yaşlardaki öğrenimi için de bir yöntem haline geliyor ve karşılaştığı bilgiyi yorumlama gereği duymuyor. İşin özeti, aklını kullanmayı geri plana atıyor. Bence en büyük sorun bu.

Hülya Kandemir Yavuz: Çağdaş fen eğitiminin amaçları arasında; bir toplumun üyelerinin bilimsel ve teknolojik okuryazarlığını arttırmak var, bunu gerçekleştirebiliyor muyuz?

Prof. Dr. Bayram DEMİRCİ: Bu sorunuzun yanıtını bir önceki sorunuzda kısmen açıklamış olduğumu düşünüyorum. İlköğretim programında bile feni ve teknolojiyi geri plana atan bir eğitim anlayışı ile hazırlanan programın teknolojik okuryazarlığı artırmasını beklemek, sanırım pek gerçekçi olmaz. Ayrıca hemen her kademedeki öğrencilerin çoğu sınıflara geldiklerinde, programındaki teknoloji okuryazarlılığı konusundaki içerikten daha fazla bilgiye sahipler. Örneğin okuldaki programın konusu bilgisayarın parçalarını tanıtmak olarak yer alıyor. Öğrenci bu konuya geldiğinde bilgisayarın dayandığı temel fen ilkelerini bilmemekle birlikte parçaları tanımanın ötesinde pek çok parçanın fonksiyonlarını biliyor. Bu öğrenciye bilgisayarı nasıl kullanacağını değil, bilgisayarla neler yapabileceğini öğretmek gerekiyor. Eğitim sistemimizin temelinde anlamaktan çok ezberlemek, yani sorgulamaktan çok kabullenmek olduğu için, tanıştığı teknolojik aletin çalışma prensibini ve fonksiyonunu göz ardı ediyor. Herkesin bildiği bir örnek vermek gerekirse elektrik sigortasını gösterebiliriz. Ani voltaj yükselmelerinde fonksiyonu gereği sigorta atar ve elektrik kesilir. Bu teknolojinin bilgisini almış ve okuryazar olduğunu düşündüğümüz ustamız sigortanın atmasını engellemek için sigortanın telini güçlendirerek yanmasını ya da atmasını sağlar. Oysa, adı üstünde sigorta. Voltaj yükselince atmalı ki, elekrikli aletleri korusun veya yangın çıkmasını önlesin.

Hülya Kandemir Yavuz: Gerçekten anladığımız ve kendi istediğimiz yaşamı mı yaşıyoruz yoksa bize sunulan yaşamı mı? Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Kendi yaşamımızı yaşayabilmek için ebeveyn, öğretmen ve topluma nasıl görevler düşmektedir?

Prof. Dr. Bayram DEMİRCİ: “Gerçekten anladığımız ve kendi istediğimiz yaşamı mı yaşıyoruz yoksa bize sunulan yaşamı mı?” sorunuzun yanıtını en iyi veren durumlardan biri olarak, üniversiteye giriş için öğrencilerin tercih sıralamalarını gösterebiliriz. Kendi çocuklarımızdan ya da çevremizdeki tanıdıklarımızın çocuklarından biliriz ki öğrenciler, tercihlerini en yüksek puanla öğrenci alan okulların bölümlerinden düşük olanlara doğru sıralar. En yüksek puanla alan bölümü sevip sevmediğini, o meslekte severek çalışıp çalışamayacağını, başarılı olup olamayacağını düşünmez. Düşündüğü ve bildiği şey o bölümden mezun olursa kolay iş bulacağı veya iyi kazanç getireceğidir. O bölümlerin bu özelliğidir ki herkesin oraları tercih etmelerine neden olmakta; bunun sonucunda puanları yükselmektedir. Öğrencilerin yüzde biri bile kazanç kaygısını bir kenara bırakarak tercih yapamıyor. Bizim gibi ülkelerde yaşamımızın hemen hemen tümünü, çalışma hayatımızı büyük oranda diplomamız belirliyor. Hal böyle olunca kendi anladığımız yaşamı değil, seçmek zorunda kaldığımız hayatı yaşıyoruz. Sadece mesleki yaşamda değil, sosyal yaşamda da toplumsal örf ve adetlerimizin etkisiyle kendi seçtiğimiz hayattan çok yaşamak zorunda bırakıldığımız hayatı yaşadığımız söylenebilir. En somut örneği, aile yapısındaki ilişkileri ve ebeveyn-çocuk birlikteliğini toplumda hâkim olan gelenek görenekler belirliyor. İstesek de bu kalıpların dışına çıkmamız veya kalıpları değiştirmemiz kolay olmuyor. Kendi yaşamımızı yaşayabilmek konusunda topluma, ebeveynlere ve öğretmenlere düşen görevleri birer cümle ile kısaca özetlemek gerekirse şunları söylemek isterim. Toplumu yönetenler kişi hak ve özgürlüklerini merkeze alarak yasa ve yönetmelikleri hazırlamalıdır. Sosyal devlet anlayışının hâkim olduğu, bilgi ve becerinin esas alındığı, kimsenin aç ve açıkta kalma endişesi taşımadığı bir düzen oluşturulmalıdır ki öğrenci gelecek endişesiyle tercihte bulunmasın. Ebeveynler kendi arzuladıkları bir yaşamı çocuklarına yaşatma isteğini bir kenara bırakıp çocukların mutlu olabileceği yaşamı seçmelerine fırsat tanımalı, katkılarını bu doğrultuda yapmalıdır. Öğretmenler ise gençlere bilgi yükleme gayretiyle değil, bilgiye ulaşmanın yollarını açma çabasında olmalı; aldığı bilgiyi kullanma becerisini kazandırmalıdır. Öğrenciye düşünme becerisini kazandırmak belki en önemlisidir.

Hülya Kandemir Yavuz: Hocam sizce başarı akademik başarı elde etmek midir yoksa hayatta kalma becerisi kazanabilmek midir?

Prof. Dr. Bayram DEMİRCİ: Bu sorunuzun en uygun cevabı şu özlü sözdür bence. Deveye sormuşlar: ‘’Yolun yokuşu mu yoksa inişi mi iyidir?’’ Deve cevap vermiş: ‘’Düzün suyu mu çıktı?’’ Başarının ölçütü, akademik başarı ya da hayatta kalma becerisi olmamalıdır. Yani biri diğerinin alternatifi değildir. Bir başka deyişle o mu, bu mu diye değil; hangisi öncelikli olmalıdır şeklinde ifade edilirse bence hayatta kalma becerisi öncelikli olmalıdır. Ancak burada bir nokta önemlidir. Her ne pahasına olursa olsun anlamında bir hayatta kalma becerisi değildir. Etik kuralları hiçe sayarak, bencilce davranarak hayatta kalma anlamında düşünülmemelidir. Diğer yandan hayatta kalma becerisini gösterirken akademik başarı da gösterirse ya da akademik başarısı kişiye hayatta kalma becerisi kazandırıyorsa neden daha başarılı olarak değerlendirilmesin.

Hülya Kandemir Yavuz: Son sorum, günümüzde yaşanan pandemi ile ilgili mücadelede bizleri sosyolojik, psikolojik ve ekonomik olarak sizce neler bekliyor?

Prof. Dr. Bayram DEMİRCİ: Korkarım iyi şeyler beklemiyor. Ekonomik olarak neler beklediğinin ipuçlarını yaşadığımız iki üç ay bile vermektedir.Büyük bir işsizlik ve hayat pahalılığı, açlık. Bu bağlamda sosyal devletin önemi anlaşılacak ama yöneticiler bunu önemserler mi bilmiyorum. İnsanlarda tedirginlik, sosyal yaşamdan uzaklaşma, bir taraftan içine kapanma diğer yandan agresifleşme durumlarının çoğalacağı, psikolojik rahatsızlıkların artacağı ne yazık ki kaçınılmaz görünüyor. Sosyolojik olarak insanoğlu felaketler karşısında sığınacak liman arar. Eğitimli ve bilinçli insanlar felaketin nedenini ve boyutunu ölçmeye, etkilerini azaltmanın yollarını aramaya çalışırken; bilinçsiz ve cahil diyebileceğimiz insanlar çareyi doğaüstü güçlerde ararlar. Bu durumda din Seneca’nın tanımındaki gibi işlev görür ve yönetenler kullanır. Yönetime hâkim olanlar içgüdüsel olarak kendilerini korumaya almak için otoriterleşir. Korkarım ki bizim gibi az gelişmiş ülkelerde durum böyle olur. Oysa olması gereken bilimi rehber edinmektir. Bu ve bunun gibi felaketler doğaüstü değildir. Aslında doğadaki olanların hiçbiri doğaüstü değildir. Dolaysıyla çözümü de doğaüstü güçlerden ya da kendi dışımızda bir kudretten beklemek yanlıştır. Evrilmemiz gereken yön otoriterleşmeye değil yardımlaşmaya olmalıdır. Aksi halde ilkel toplumlarda olduğu gibi gücü ve olanakları olanların kurtulması, güçsüzlerin kaderine terk edilmesi gibi bir durum olursa; orta ve uzun dönemde kargaşaya, kaosa ve daha büyük felaketlere neden olur. Umarım insanoğlu bu pandemiden ders çıkarır, kendini evrenin hâkimi gibi görmeyi bırakıp evrende bir toz taneciği kadar bile yer kaplamadığının bilincine varır. Ülkeler, toklumlar veya kişiler gayretlerini birbirleriyle savaşmaya ve karşıdakine üstün gelmeye değil; yardımlaşmaya ve sorunlara birlikte çözüm bulmaya harcarlarsa gerek pandemilerle gerekse başka felaketlerle daha kolay başa çıkar.

Hülya Kandemir Yavuz: Hocam değerli görüşlerinizi bizimle paylaştığınız için hem Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi ailesi adına hem de okuyucularımız adına çok teşekkür ederiz.