Kitap okurken bazı yerlerin altını çizerim, sayfa kenarlarına notlar alırım. Bazen geri döner, beğendiğim satırların tekrar üstünden geçerim. Notlarla doludur kitaplarım, altı çizili satırlarla. Bazen bir kağıt iliştiririm sayfalara, geri dönüp tekrar okumak isterim. Okuyup bitirdikten sonra bir kenarda beklemezler öylece. Boşuna çizilmemiştir o sayfalar ve onlarla daha bir güzel olur kitaplar.
Dünya öylesine hızlı değişiyor ki başımız dönüyor. Bugünün yenisi yarın rafa kalkıyor. Eşyalar değişiyor, alışkanlıklar değişiyor, bilim artık ilerlemiyor adeta uçuyor, teknoloji değişiyor, insan da değişiyor ve böylece yaşam değişiyor ama kitapların hayatımızdaki yeri değişmiyor. Dikkat edin, pandemi dolayısıyla stüdyoya gidemeyen TV programlarına evden bağlanan konukların birçoğu kitaplıklarının önünde oturarak ekrana çıkmayı tercih ediyor. Sadece bir dekor değilse sırtını kitaplara yaslayan bu insanlar, okudukları sayfalardan güç alıyor. Bu güzel bir şey.
Bir kere tatmışsanız okumanın zevkini, kitaplarla olan yolculuğun dönüşü olmuyor. Artık ileriye doğru gider yolunuz, her adım bir kitap, her kitap da alınan yol olur. Başlangıçta sadece okursunuz ancak bir süre sonra daha seçici olursunuz. Her kitaptan sonra başka bir insan çıkar ortaya. Son sayfasını çevirdiğim kitap, aslında bir sonraki kitabımın başlangıcı olur. O kitaptan aldıklarım bana "Şimdi, bir de şunu oku bakalım." der. Bu böyle devam eder gider ve kitap seçimi böyle başlar. Artık ne okumak istediğini neye ihtiyacı olduğunu bilen birine dönüşürsünüz.
Son okuduğum kitaplardan biri "Kültür İşçileri Olarak Öğretmenler" adlı Paulo Freire'ye ait eserdi. Onu Ezilenlerin Pedagojisi adlı kitabıyla da tanıyoruz. Yazarın okuryazarlık konusundaki tespitlerinden birini şöyle özetleyebiliriz: “Sadece okuyup geçmemeliyiz, okunan yazı üzerinde düşünmek, bazı kelimeleri araştırmak zorundayız. Gerçek okuma budur. Okuduklarımızı zihin süzgecinden geçirip içselleştirmediğimiz sürece tam bir okuma yapmış olamayız ve okurken işin kolayına kaçma lüksüne sahip değiliz.” Bu düşünce bana iki yıl önce okuduğum başka bir kitabı hatırlattı: Eğitim Bir Kitle İmha silahı, John Toylar Gatto. Gatto, kitabın bir yerinde okullarda öğrencilere günlük konuşma dilindeki çok basit kelimelerin öğretildiğinden şikayet eden stajyer bir öğretmenden hareketle öğrencilerin kolaya alıştırıldığını anlatmaya çalışıyordu. Maalesef doğru ve doğru olduğu için de bugün ortaokulda öğrencilere güneş, bahçe, akşam, sabah gibi kelimeleri cümle içinde kullanmalarını öneren Türkçe ders kitapları kullanılıyor. Hal böyleyken bu gençlerin edebi bir metni okuyup anlamaları, bir düşünce yazısını içselleştirmeleri mümkün olmuyor. Zihin egzersizi yapmak gibi düşünelim bunu. Kelimelerle haşır neşir olmadan tam bir okuma gerçekleşmiyor, okuma olmayınca da okuryazarlığın ikinci aşamasına geçilemiyor.
Freire, ne diyor biliyor musunuz?
"Arkadaş, yok öyle kolaya kaçmak. Anlamıyorum, bilmiyorum deme hakkın yok. Araştıracaksın. Her şey önüne hazır geldikten sonra okumanın ne kıymeti var? Elbette ki bilmediğin şeyler olacak. Senin görevin zaten bunları bulmak. Okurken sözlüğün yanında olsun. Yazarın görevi, her şeyi bir tepsinin içinde sana hazır sunmak değildir. Zorluk çekmek de okumanın bir parçasıdır."
Tabii, o tam olarak bu cümlelerle anlatmıyor. Ben böyle içselleştirdim...