Ekin, Sanat ve Sanatçı Üzerine

Sosyoloji - Cahit BULUT Yazdı

Aslında Latince toprağı işlemek anlamına gelen kültür kavramı, Türkçe ‘ekin’ kavramı ile karşılanmıştır. Yüksek genel bilgi anlamıyla Türk diline yerleşmiştir.

Ekin, insanların deneyimlerini üretim pratiğine aktarak, doğanın öznesi olmasından itibaren başlayan, toplumun altyapısı ile bu yapı tarafından belirlenen bilinç ürünlerinden oluşmuştur. Bu bilinç ürünleri ise ahlak, hukuk, din, sanat gibi bileşenlerden oluşur.

Kültürün değişik tanımlarıyla karşılaşıyoruz. Örneğin Kohen “Genel olarak değer yargıları, gelenek ve görenekler, zevkler, kısacası insan tarafından yapılmış ve yaratılmış her şey” olarak tanımlıyor.

Young “insanın doğayı ve kendisini idare etme yoluyla meydana getirdiği eserdir” diyor.

Atatürk “ Bir insanın devlet yaşamında, düşünce yaşamında, kısaca bilimde, toplum bilimde ve güzel sanatlarda, iktisat yaşamında, kısaca tarımda, zanaatta, tecimde, kara, deniz ve hava ulaşımında yapabildiği şeylerden elde edebildiği bileşimdir” diyor ki, bu tanım Wisler’in kısaca formüle ettiği “Bir toplumun yaşama üslubu” tanımının açıklanması gibi.

Kültürün üreticileri bilim insanları, sanatçılardır. İkisinin de amacı insan yaşamını kolaylaştırmak ve güzelleştirmektir. Bilim de sanatta aynı gövdenin değişik kollarıdır. Bilim, bilginin sanatı görevini üstlenmişken, sanat duyguların bilimini yapar. İkisi de insanın kendini doğanın karşısına dikerek, var olma sürecinden doğmuş, sonradan ayrışmışlardır. Yapabilmek için bilmek, neyi nasıl yapacağımızı anlayabilmek için de, bir sanatçı duyarlığıyla hissetmek zorundayız. Bu gün bilimde, ekonomide, sanatta ileri aşamayı yakalamış toplumlara baktığımızda bunların birbirlerini nasıl besleyip geliştirdiklerini görmek olasıdır.

Sanat, yaşamı anlamlandıran anlak (zekâ)nın onu en mükemmel biçimlere sokmasıdır ve konu olarak yaşamın bütünüdür.

Sanatçı, zekâsı, hassasiyeti ve yaratıcı gücü ile insan yaşantısını elle tutulur duruma getirip yoğunlaştırırken aynı zamanda onu yorumlayarak aydınlatır da! O tek olanı kullansa da aslında genel olanı yansıtır ve açıklamaya çalışır. Örneğin Aziz Nesin’in ZübüK’ü sadece Zübükzade İbrahim Bey değildir. Diğer tipler de öyle. Onlar topuma eşit, onların tümünü temsil eden tip ve karakterlerdir.

Sanatçı toplum adına olaylara tanıklık ederken, kaynaktan gelen aksaklıkları da düzeltme görevini üstlenir. Ceyhun Atıf Kansu’nun “Yazma bir tür eylemdir. Acıyı, karanlığı, tutsaklığı yok edebilir miyim?” demesi bundan olsa gerek. Sanatçının değeri de buradan kaynaklanır.

Milli Edebiyat Dönemi şairlerinden M. Emin Yurdakul da bir şiirinde:

“Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et
Unutma, şairleri haykırmayan bir millet
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuklar gibidir.” diyor.

Sanatçılar beyin fırtınaları yaratan insanlardır. Toplum ortak beyninin uyanmasını sağlayarak itici bir güç oluştururlar. Gürül gürül akan bir akarsuyun kenarında kendilerine küçücük bir gölcük oluşturarak oynayan insanlara yeni ufuklar açarlar. Onların o durgun gölcükte kokuşup, çürümelerini engelleyici yollar ve yöntemler sunarlar. Bu elbette ki gelenekten beslenen insanları rahatsız edecektir. Sanatı günah, sanatkârları günahkâr olarak gören zihniyetler her zaman olmuştur ve olacaktır. Aslında bu aynı zamanda ilericilik- gericilik sorunudur. Sanat, insanların duygularını eğittiğinden dolayı bu toplumlar demokrasi ve hoşgörü açısından da gelişmiş toplumlardır.

Bilindiği gibi Fransa’nın 20. Yüzyıldaki en büyük devlet adamı De Gaulle, en büyük düşünürü ise J.P. Sartre’dır. Birincisi tutucu, ikincisi ise solcudur. Yasalara göre Sartre günün birinde tutuklanması gereken bir suç işler ve yakalanır. Ama De Gaulle tarihten gelen ağırlığını kullanarak Sartre’in tutuklanmasına karşı çıkar ve “ Eğer Fransa büyük ise, bunu Sarte gibi evlatlarına borçludur. O bu niteliği ile özel bir dokunulmazlığa sahiptir. O hapse konamaz. Ben kendime Sartre’i hapse atan başkan dedirtmem.” Diyerek onu hapisten kurtarır. Üstelik o Sartre ki Ge Gaulle karşı devrim bildirisi dağıtırken yakalanmıştı.

Atatürk’ün de “ Sanatçı el öpmez” demesi sizce anlamlı değil mi? Çünkü el öpen sanatçı görevini yerine getiremez, toplumun itici gücü olamaz, aksaklıkları görünür duruma getirip insanlara ışık tutamaz.

Geçmişten günümüze ne yazık ki bizde sanatçılar hep baskı görmüştür. Kovuşturmalara uğramış, hapishanelere atılmış ve yok edilmişlerdir. “Caize” karşılığında her dönem sanatın gerçek işleviyle ilişkisi olmayan tutumlar takınanlar da olmuştur ama halk bunlara pek itibar etmemiş ve unutulup gitmişlerdir.

“İnsan düzeni hala bir düzensizliktir” diyordu Sartre. Bu düzensizlik malum nedenlerden dolayı gittikçe büyüyor. İnsanlığı içten ve yine insanların neden olduğu dıştan bir yığın sorun tehdit ediyor. Sanat ve bilim insanları kendilerini bu olaylardan soyutlayamazlar, onların temel konuları da bu sorunlardır zaten.

Michel Pidon’un “ Yazmak, dünyayı dost hale getirmektir” sözüyle bağlıyorum.