Aygül BALKIN: Yaşamın anlamı nedir? 21. Yüzyıl insanı bundan ne anlar?
Prof. Dr. Hikmet Yıldırım CELKAN: Aşık Veysel’in dediği gibi uzun ince bir yoldan gitmektir. Teolog, Bilim Adamı, Filozof…bunların her biri bu soruya kendi açısından ayrı cevap verirler. Hayatı, birincisi uhrevi açıdan, ikıncisi dünyevi açıdan değerlendirir. Filozof ise ikisinin sentezini yapar. Bu yaklaşım çok geneldir. Daha çeşitli değerlendirmeler dünyevi açıdan yapılanlardır. Her meslek grubu konuya kendi açısından bakar. 21.yüzyıl insanı yaşamı ekonomik ve materyalist açıdan ele alır, refah içinde olmayı amaçlar. Yeme, içme, gezme, dünyadan zevk alma, para kazanma, daha çok üretme, tüketim çılgınlığı, lüks, israf, sürekli hazza yönelip elemden kaçma(hedonist ahlak), menfaat sağlama, hep kendini düşünme. Günümüz insanı hayattan bunları anlıy
Aygül BALKIN: Dünyaya gelen her çocuk doğuştan birtakım yetenekleri beraberinde getirir. Ancak bu yeteneklerle hangi hedefler için çaba harcayacağı konusunda özgür olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Bireysel özgürlüğümüzü nasıl elde edebilir?
Prof. Dr. Hikmet Yıldırım CELKAN: Yetenek konusunda özgür olmak isteyen birey evvela yeteneklerinin ne olduğunu bilmelidir. Burada özgürlük diye bir şey olmaz. Çünkü yeteneklerinin tayini kendi iradesi dışındadır. Ona düşen yeteneğine uygun bir eğitim öğretim ortamını yakalamaktır. Bu, özgürlükten çok bir imkan meselesidir. Hem bireysel özgürlük sadece yetenek boyutuna da indirgenemez. Bir de şöyle sormak lazım; Niçin hep özgürlüğümüzü sorguluyoruz da, sorumluluklarımızı yerine getirip getirmediğimizi sorgulamıyoruz. Kuşkusuz özgürlük yaşamın en güzel yanıdır. Ama sorumluluktan uzak bir özgürlük insanı bataklığa götürür.
Aygül BALKIN: Hocam neden bazı insanlar başarılı olabilirken bazıları başarılı olamıyor? Ailemizin eğitim ve ekonomik durumunun, okuduğumuz okulların, öğretmenlerimizin ve bizi biz yapan genlerimizin başarılı olmamız üzerinde etkisi olduğu söylenebilir mi? Sizce başarının sırrı nedir?
Prof. Dr. Hikmet Yıldırım CELKAN: Başarı zihinsel ve çevresel faktörlere bağlıdır. Eğer bir insanın zeka bölümü(IQ) normal sınırlar içerisindeyse mutlaka bir başarı elde eder. İhtiyaçlara, beklentilere, isteklere, belirlenen hedeflere göre elde edilen bu başarı yeterli veya yetersiz sayılır ve buna bağlı olarak da bireyler “başarılı” ya da “başarısız” kabul edilirler. Çünkü başarı sübjektif ve rölatif bir kavramdır. Saydığınız faktörlerin başarıda mutlaka etkileri vardır.
Başarının sırrı, asgari zihinsel ve çevresel şartları taşımak kaydıyla otorite, disiplin, motivasyon, teşvik, planlı ve programlı çalışmak, somut hedeflerin ve amaçların belirlenmesi, süreklilik ve ödül mekanizmalarında saklıdır.
Aygül BALKIN: Kararlarımızda daha çok duygularımızın mı, yoksa düşüncelerimizin mi etkisinde kalıyoruz? Ve bu bizim hayat kalitemizi nasıl etkiliyor?
Prof. Dr. Hikmet Yıldırım CELKAN: Zihinsel(cognitif) ve duygusal(affectif) alan farklı olup, biribirinden bağımsız çalışırlar. Zihinsel faaliyetlerimiz diğerine göre daha çok süreklilik gösterir. Bunların sonucunda birtakım düşünceler oluşur. Düşüncelerimizin daha çok dış dünya ile ilgili olmasına karşılık duygularımız iç dünyamıza mahsustur. Düşünceler akla, duygular içgüdü ve motiflere dayalıdır. Dolayısiyle bizim kararlarımız büyük ölçüde dış dünyada olup biten olaylara göre şekillenir. Bu olaylar bizden bağımsız olarak cereyan ederler. Kararlarımız bunların sebebi değil, sonucudur.
O halde kararlarımız daha çok düşüncelerimizin etkisinde kalır. Ancak aklı bir tarafa iter de duygularımızı ön plana çıkartırsak yanlış karar verme ihtimali daha çok olur. Bu durumda bireyin hayal kırıklığına uğraması, toplumla ters düşmesi, intibaksızlık, toplumdan soyutlanma, topluma yabancılaşma, anormal davranışlar geliştirmesi…gibi patolojik davranışlar geliştirmesi söz konusudur. Netice itibariyle hayat kalitemiz bunlardan olumsuz şekilde etkilenir.
Aygül BALKIN: Gelişen teknolojilerin hayatımızı kolaylaştırdığı bir gerçek. Fakat beraberinde getirdiği sorunları düşünürsek, insanoğlunu nasıl bir gelecek bekliyor?
Prof. Dr. Hikmet Yıldırım CELKAN: İyi bir gelecek beklemiyor. Teknoloji tabii ki hayatımızın vazgeçilmesi haline gelmiştir. Zamandan tasarrufa, insangücüne duyulan ihtiyacı azaltmaya yol açmıştır. Öte yandan insanın tabiata egemen olma mücadelesinde en önemli araç olmuştur. Ama insanlar her konuda aşırıya kaçmış, teknolojiyi kötü sonuçlarını düşünmeden sonuna kadar kullanmaktan geri durmamıştır. Hava kirliliği(pollution), nükleer ve termik santralar, bilgisayar bağımlılığı, tabiatı hor kullanma, zehirli atık sular, gıda teknolojisindeki hileler, genleriyle oynanmış tohum ve çeşitli gıdalar ve diğerleri…teknolojinin beraberinde getirdiği sorunlardan bazıları. Hayatı kolaylaştıralım derken yukardaki sorunlarla karşılaşıyoruz ve giderek mutsuz oluyoruz. Özgürlük, bağımsızlık, refah ve hatta zenginlik bir noktadan sonra insanı mutlu etmeye yetmiyor. Gelişmiş ülkelerin insanlarında bu belirtileri çoktan beri görüyoruz.
İnsan kendine ve topluma yabancılaşmaya, yalnızlaşmaya, makinelerin bir parçası olmaya başladı. Yaratıcılık, kendiliğindenlik azaldı. Hepsinden önemlisi aile bağları zayıfladı. Ailenin kendi bireyleri üzerindeki eğitici fonksiyonu daraldı ve bu görevini büyük ölçüde diğer kurumlara devretti.
Diğer taraftan patolojik sosyal olayların çoğaldığı görülmektedir. Hızlı nüfus artışının doğurduğu açlık, işsizlik, yoksulluk, cinayetler, boşanmalar, iktisadi krizler, hırsızlık, dolandırıcılık…gibi olgular, sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın insanların bir hedefi olmaktan çıkıp, suni düzenleme ve zorlamalara bağlanması, birey-toplum-devlet üçgeninde güven kaybının yaşanması… söz konusu patolojilerden bazılarıdır.
J.J.Rousseau da “Bilimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk” adlı eserinde bu konuya işaret etmektedir. Ona göre toplumların bilim ve sanat alanındaki ilerlemesi, onlara belki refah sağlıyacak ama bu süreç ilerde onların mutsuz olmalarına engel olamıyacaktır.
Aygül BALKIN: Gün geçtikçe daha çok bireyselleşen günümüz insanına toplum duygusunun gelişimi için ebeveynlere, okula ve öğretmenlere nasıl görevler düşmektedir?
Prof. Dr. Hikmet Yıldırım CELKAN: Bu konu tamamen bir sosyalleştirme meselesidir. Çocuk doğuştan itibaren egosantrik davranışlar gösterir. J.Piaget’nin dediği gibi onun ailesine, yakın çevresine, topluma adapte olması bir eğitim işidir. Ancak bireyler sadece bir adaptasyon sürecini tamamlamakla kalmazlar. Egoları geliştikçe bencil ve çıkarcı davranışlar sergilerler, bazen toplumla ters düşme noktasına gelirler. Bu durum toplumsal dayanışmayı zedeler. Burada öncelikle ailenin eğitimi, daha sonra da bunu destekler mahiyette okulun eğitimi önem kazanır.
Ailede kanbağı, ana dilini iyi öğretme, besleme, himaye, yardımlaşma, görgü kuralları, temizlik, yetiştirme, konularına ilişkin davranış ve alışkanlıklar sağlam bir şekilde verilmelidir. Okul ise çocuğa ailede kazanılan ve yukarda işaret edilen temel kültürasyonun üzerine süper ego’nun geliştirilmesi ile ilgili sosyal değerleri, yaptırımları, disiplini, otoriteye itaatı, dayanışmayı, işbirliğini öğretmekle yükümlüdür. Ama günümüz okulları bunlardan çok bilginin kazandırılmasına odaklanmıştır. Verilen bilginin de ne kadar yeterli ve faydalı olduğu tartışmalıdır.
Aygül BALKIN: Hayatı yeteri kadar anlıyabiliyor muyuz, yoksa bize ezberletilen bir hayat var onu mu yaşıyoruz? Sizce gelecek nesli bugünden hayata nasıl hazırlamalıyız?
Prof. Dr. Hikmet Yıldırım CELKAN: Önce hayattan neyi anlamalıyız, anlamamız mı gerekiyor, anlamadan neyi kastediyoruz, buna bakalım. Bu konuda kesin bir cevaba rastlayamayız. Zira herkesin kendine göre bir cevabı vardır. Öyleyse neyi ne kadar anlayabiliriz ya da nelerden neyi anlamalıyız, kesin bir izah tarzı bulmak zordur. Bir an için neyi anlamamız gerektiğine bakalım. Hayat, yaratanın yarattıklarını belirli bir süre için gönderdiği yeryüzünde kendine tahsis edilen zamanı yaşamasıdır. Bu tanım birey için geçerlidir. Ayrıca sözü edilen zamanın topyekun toplumların yani beşerin kendisine tahsis edilen ikinci bir şekli daha vardır. İlk yaratılışla başlar kıyametle sona erer.
İnsanların büyük çoğunluğu kendisine ezberletilen hayatı yaşar. Asırlardan beri böyle olmuştur. Yaşanan bu hayat anlaşılmış hayat mıdır, belli değil. Esasen anlaşılıp anlaşılmadığı da pek sorgulanmaz. İnsan hayatı sorunsuz yaşıyorsa anlaşılmış sayılır. Zaten hayatın bizatihi kendisi bir sorunlar yumağıdır. Sorunlardan etkilenmeden veya en az etkilenerek yaşayan mutludur ve anlaşılması gereken bir şey yoktur. Bu şekilde yaşayanlar kendilerine ezberletilen hayatı yaşıyor demektir.
Bir grup insan da vardır ki, onlar ezbere karşı çıkar, alışılmışın dışına çıkmak isterler. Bilim adamları, sanatkarlar, filozoflar, mucitler ve nihayet peygamberler birer ezber bozandır. Toplumların terakkisi ve refahı için önderlik ederler. Ancak toplumların genel gidişatı negatif yönde olduğu için her defasında eski düzene tekrar dönülmüştür.
Yapılacak iş yeni nesilleri önce iyi bir ezberle(kültürasyon) donatıp, sonra da bu ezberi sağlam bir formasyonla pekiştirmektir. Yani; temel kültürel değerlerin verilmesi(kişilik eğitimi), temel bilgilerin kazandırılması, bunların hayata uygunluğuna dikkat edilmesi(meslek eğitimi), yenilikçi fikirlerle donatılması, milli menfaatlerin kişisel çıkarların üstünde tutulması(vatandaşlık eğitimi), yaratıcı ve girişimci bireyler yetiştirilmesi, aklı esas alan ön yargılardan ve doğmalardan uzak bireyler yetiştirilmesi.
Aygül BALKIN: Günümüzde ülkemizi de içine alan ve bütün dünyayı saran corona virüs ile ilgili sormak isterim. İlk olarak 1960 lı yıllarda görülen ve Çin’de başlayıp yeni yılla beraber üç ay içinde bütün dünyaya yayılan, tüm insanları eve kapatan, hayatı durma noktasına getiren ölümcül virüsle ilgili mücadelede bizleri sosyolojik, psikolojik ve ekonomik olarak neler bekliyor?
Prof. Dr. Hikmet Yıldırım CELKAN: Virüs salgını bütün dünyayı etkileyen global bir felaket. Getirmiş olduğu sosyal ve ekonomik problemler toplumumuzu derinden etkilemiştir. Ekonomik sıkıntı diğerlerine yol açtığı için daha önemli. Sosyolojik ve psikolojik anlamda toplumumuzun sıkıntıları zaten sürekli mevcut. Toplum adeta bunlarla yaşamaya alıştı. Onun için çok fazla bir sarsıntı olacağını sanmıyorum. Ancak yine de insanların ruhsal bunalımlara girmesi kaçınılmazdır.
Tedbir mahiyetinde devletin yaptıklarına ek olarak aile bireyleri birbirine kenetlenmeli, yaşlılara ve çocuklara özel itina gösterilmelidir. İçinde bulunduğumuz şartlarda sosyolojik ve psikolojik açıdan yapılacak fazla bir şey yok. Burada basın yayın kuruluşlarına önemli görevler düşüyor. Ramazan Ayının manevi havasını içinde bulunduğumuz sıkıntıların giderilmesi vesilesi yapmak en güçlü tedavi olacaktır.