Yaklaşık yarım yüzyıla yakındır gündemde olan ve emperyalist “küreselleşme” politikalarının başarılı olduğu kaçınılmaz bir gerçekliktir. Bu başarının en önemli nedenlerinden biri, öncelikle geniş ezilen kitlelerin bulunduğu ülkelerde, hemen hemen alt tüm sınıf katmanlarının pasifleştirilerek toplumsal muhalefetlerin zayıflatılmasının ve bireyin edilgin ve toplumsal hedefler yerine “bireyci” hedeflere yönelmesidir. Bunun yanı sıra küresel politikaların ana hedeflerinden biri olan “Ulus Devlet” modellerinin yıkılması (Yugoslavya ve Suriye’de olduğu gibi) ve bunların yerine “Etnik” ve “Dinsel” bölünmelerin teşvik edilerek olası toplumsal muhalefetlerin odak kaymalarının başarılmasıdır.
Küresel emperyalist politikaların bu yaklaşımını; 1.Toplumun kitlesel, toplumcu yaklaşım ve anlayışlardan uzaklaştırılması, toplumsal muhalefetlerin zayıflatılması burjuva anlayışlara ve tahakkümlere karşı oluşumlar geliştirememeleri 2. “Bireyci” anlayışların yaygınlaştırılması ve kitlelerin önüne “birey” olarak kendi kurtuluş ve yaşamına odaklanmanın hedef olarak konularak, bireye geleceğini “kendi kurtuluşu için mücadele” ile başarabileceğine inandırılması 3. Yaşamın ve ona dair “gerçekliğin silikleştirilmesi” çabaları biçiminde özetlenebilir.
Kuşkusuz bu “bireyci” anlayışın ve “gerçekliğin belirsizleştirilmesi olgusunun başarılması için en doğru ve dolaylı araçların seçilmesi, başarılı bir biçimde uygulamaya sokulması, özellikle de kitlelerin bu türden araçların ve uygulamaların yöneldiği amaçları kendileri için bir gereklilik ve yaşamsal gerçeklik olarak algılamaları uygulayıcılar için önemlidir. Bunun için de en güzel ve etkili aracın, toplumların yaşamında tarih boyunca en önemli yeri tutan, “sanat ve sanatçılar” olduğu deneyimlerle de kanıtlanmış bir durumdur, ancak, tek başına “sanat ve sanatçıların” yönetenlerin, ezenlerin kontrolünde olmasının bunun için yeterli değildir. Sanat ve sanatçıların kitlelerin istenilen yönde evirilmesi için, doğru yöntemleri ve anlayışları da kullanmaları gerekmektedir.
İşte bu yöntem ve anlayışları, sanat çevresinde yaygın bir şekilde genel bir kavram olarak kullanılan ve içeriği konusunda aydınların bile (en azından benim çevremde) üzerinde bütünüyle hemfikir olamadıkları “postmodernist” yaklaşımlar olarak tanımlayabiliriz. Modernizm karşıtı anlayışlar olarak çoğu aydın tarafından tanımlanan “Postmodernizm’i” Prof. Dr. Ali Akay ise “Hakikat sonrası diye isimlendirilen bu yaklaşım, hakikat kavramının kendisinin değil, artık hakikat gibi duranın sunulmasıdır.” diye tanımlarken, Tahir Abacı; “Modernlik” ile “Modernizm” Arasında Edebiyat” başlıklı yazısında “… dünyada ve ülkemizde, kimi araştırmacılar, Lukács’ın 19. yüzyıl eleştirel gerçekçiliğini önemseyen anlayışına karşı, tek seçenek olarak “modernist” edebiyatı, giderek omurgası kırık postmodernist edebiyatı sunuyorlar.” ifadesi ile modernizmi ve postmodernizm arasında bir yakınlığa işaret ederken her ikisini de “Eleştirel Gerçekçilik” karşısında anlayışlar olarak belirtiyor. Postmodernizm, değişik tanımlamalar, konum ve duruş tanımlmalarına karşın, denilebilir ki, 20. Yüzyıldan günümüze hala yaşamımızda var olan ve belirli ölçülerde oldukça etkin olan “Varoluşçuluk, Yapısalcılık… vb.” gibi felsefi akımlarda kendini bulmakta, bunlarla iç içe geçmektedir.
Bu yazımızda özellikle “Varoluşçuluk ve Varoluşçu (bireyci) Sanat” anlayışları üzerinde duracağız, bunun nedeni, ilginç bir şekilde Varoluşçuluğun aydın ve demokrat çevrede ilgi görmesi (ki bunun nedeni de bu anlayışın yaygınlaşmasında temel rol alan 1905- 1980 yılları arasında yaşayan Jean Paul Sartre ve arkadaşlarının genç Marksistlerden olmalarıdır) ve varoluşçu anlayışla sanatsal üretimlerde bulunmaları ve bu anlayışta ürünler veren farklı ülkelerden sanatçı ve ürünlerinin de savunucuları olmaları ve toplum yaşamında etkinleşmesinde aracı olmalarıdır.
Varoluşçuluk (kısa bir bakış)
Felsefi temelleri Nietzsche, Kierkegaard ve Husserl gibi düşünürler tarafından atılan ve En önemli temsilcileri Martin Heidegger, Karl Jaspers, Jean-Paul Sartre, Gabriel Marcel ve Maurice Merleau-Ponty olan varoluşçuluk, çoklukla, ahlaki ve siyasi buhranları yaşandığı dönem sonrası ortaya çıkan ve kitleler üzerinde etkin olan bir anlayıştır. Bunun nedeni de özellikle böylesi dönemlerde insan “birey ve yaşantısı” üzerine odaklanır ve yaşamı, yaşamın anlamını ve bu anlam içerisinde kendi “birey konumunu” sorgulamaya başlar. Bu nedenledir ki özellikle 2. Dünya savaşı ve ekonomik krizler sonrası varoluşçuluğun altın dönemini yaşadığı yıllar olarak dikkati çekmektedir. Ülkemizde de 2. Dünya savaşı sonrası oluşan ekonomik ve siyasi ortam, ardı sıra gelen Demokrat Parti dönemi ve günümüze kadar gelen gerek ekonomik krizler ve darbeler dönemi bu akımın etkinlik kazanmasına ve kitlelerin ve daha çok da aydın kesimin ve sanatçıların, ilgisini çekmiştir. Bu ilginin nedeni, hiç kuşkusuz, Varoluşçuluğun ilgilendiği -ki genç Marksistlerin ilgisini çekme nedenlerinden en önemlisi de budur- ve düşünce yapısına merkez ettiği konulardır. Bu konular “insanın” savaşlar ve siyasi buhranlar döneminde yaşadığı “ruh halindeki çöküş, boyun eğme psikolojisi ve her şeye kadir irrasyonel güçlerle savaşında oluşan umutsuzluk duygusudur.
İnsanın ruh halindeki çöküntü, boyun eğme psikolojisi ve yaşadığı umutsuzluk duygusu, onu, yerleşmiş değerlere ve ölçütlere karşı bir güvensizliğe, sahip olduğu değerlerinin alt-üst oluşuna, varlığını tehlikede hissetmesine, bilinçli eylemin anlamsızlığına, ahlaksal (rüşvet, cinsellik) buhranları ve siyasi depremler yaşamasına neden olur. Bütün bunları birey sorgulamaya ve çözümler aramaya başlar. İşte tam da bu aşama da “varoluşçuluğun” farkına varır ve ona yönelir, çünkü arayışına ve sorguladıklarına denk düşen bazı yanıtlar almaya başlamıştır.
Varoluşçuluğun türlerinden “Tanrıtanımaz Varoluşçuluk” özellikle “sol” kesimin ilgisini çekerken, Marksizm’le arasında en temel ayrımı oluşturan “birey yaklaşımı” ise (Marksizm’in toplumsal kurtuluş önermesinde “bireye” odaklanamadığı ve ihmal ettiği birçok Marksist tarafından kabul edilmektedir) hemen hemen herkesin ilgisini çekmektedir. Bu aşama da şu söylenebilir; Varoluşçuluğun temel konusu “yalın insan” sorunudur ve bu insanın kendi değerlerini kendisinin oluşturabileceği; geleceğini yine kendisinin kurabileceği anlayışıdır.
Varoluşçu Sanat
Marks’ın “ … İnsanın özü bireyin tabiatında var olan soyutlama. Aslında o, toplumsal ilişkilerin bütünüdür.” belirlemesine karşın, Varoluşçuluk insanı; tek ve bireysel; varoluş sorununu içinde taşıyan; varoluşunu kendisinin seçebileceği, seçimini sınırlayan ve koşullandıran somut tarihsel koşullar içinde “dünyada var olma” savaşımında olan bir varlık olarak tanımlar. Yani kısaca “bireyin tarihsel belirlenişine” karşı olan ve onu “soyut tecrit edilmiş bir birey” gibi ele alan, yine onun toplumsal belirlenişine karşıt olarak “bireyi birey yapanın kendi benliğiyle aldığı kararlardır” anlayışındadır.
Bu yaklaşım doğal olarak bu anlayışla sanat ve edebiyat üretimi verenlerin ürettiklerine de yansımıştır. Ürünlerinde çıkış noktası olarak bireyi içinde bulunduğu toplumsal koşullardan bağımsız ve yalıtılmış olarak, yaşantısı (kaderi) karmaşık, tecrit edilmiş, öznel, umutsuzluklarla dolu, anlamsızlıklar içinde ve çoklukla da dinsel ve mistik tercihleri olan varlık olarak ele almışlardır. Varoluşçuluğun etkisinde olan sanatçı ve edebiyatçıların ürünlerinde “bireyin kendini geliştirmesi sorunlarla baş etmesi” için yeterlidir. Sorunlar, nedenleri, kaynakları ve çözümleri bu sanatçı ve edebiyatçıların ilgi alanları ya da irdeledikleri ögeler değildir.
Varoluşçu sanat yani ”yalın bireyi ve bunalımlarını” temel alan sanat ve edebiyat anlayışı özellikle 1970’lerin sonundan başlayarak postmodernist sanat anlayışında da etkisini oldukça güçlü bir şekilde hissettirmiştir. Bu dönemden sonra günümüze değin yaygın bir şekilde üretimi yapılan sanat ve edebiyat ürünlerinde bireyin ve bunalımlarının ele alınışı, gerçekliğin silikleştirilmesi, toplumsal yaşamlarından ve içinde bulundukları dönemlerin sorunlarından bağımsız tarihteki önemli kişiliklerin yaşamları ve başarıları, roman, öykü ve oyunlarda hikâyenin yok olması, başının – sonunun belli olmaması ve salt anlık olayların anlatılması, neden – sonuç ilişkilerine girilmemesi oldukça yaygın bir şekilde gündeme gelmiştir.
Ülkemizde de 1950’li yıllardan itibaren oldukça yaygın biçimde “Varoluşçuluk ve Sanatı” yoğun biçimde tartışılmaya başlanmıştır. Bu dönemde yazan birçok sanatçı ve edebiyatçı “Toplumcu-Gerçekçi” edebiyata karşı bireyi öne çıkaran bir edebiyat anlayışını önerirlerken, bireyi anlatan sanat ve edebiyat ürünlerinin da gerçekçi olabileceği savını (toplumu anlatan her ürünün “toplumcu” olamayacağı gibi, bireyi anlatan her ürünün de “bireyci” olarak nitelenemeyeceği gerçeğini göz ardı ederek) ileri sürmüşlerdir. Bu dönemde Varoluşçuluk ve sanatını yansıtan temel yayınlar ve bu akım ve etkileri üzerine yazılmış birçok ürün de Türkçe ’ye çevrilmiş felsefe ve edebiyat dünyasına sunulmuştur.
Uluslararası üne kavuşmuş, ülkemizde de yoğun bir şekilde, özellikle de aydın kesim arasında, ilgi gören varoluşçu sanatçı ve edebiyatçılardan bazıları Jean-Paul Sartre, Franz Kafka, Simone de Beauvoir, Albert Camus , Dostovyevsi, Andre Gide ve Andre Malrauks’dur. Örneğin Franz Kafka ülkemizde Şato ve Dava adlarıyla bilinen ürünlerinde ve diğer bazılarında “insanın varoluşunu, bir türlü ulaşamadığı istikrarlı, güvenli ve parlak bir gerçeklik arayışını betimlemiştir. Aynı şekilde Albert Camus “Yabancı, Veba, Başkaldıran İnsan” ürünlerinde Jean Paul Sartre “Varlık ve Yokluk, Diyalektik Aklın Eleştiri¬ci, Egzistansiyalizm Bir Hümanizmadır, Duvar, Öz-gürlük Yollan, Kirli Eller” Andre Gide “Dünya Nimetleri, Kalpazanlar, Pastoral Senfoni” ürünlerinde Simone De Beauvoir “Başkaldırının Kanları, Sakatlanmış Ağızlar, Varoluşçuluk Ulusların Bilgeliği, Kadın Nedir” ürünlerinde Varoluşçuluğu, yalnız ve anlam arayışı içindeki bunalımlı insanı işlemişlerdir.