Gramsci ve Devlet

Siyaset Bilim - Cahit BULUT

30 /01 / 2020 tarihli yazımın başlığı ‘KARTEL DEVLET ve KARTEL PARTİ’ idi. O yazımım girişinde bu konuya ek olarak bir söyleşi için değerli profesöre bu günkü yazımın başlığını içeren sorular da yöneltmiştim. Değerli profesörümüz “bu konu ve şahısları ilk duyuyorum” demişti. Uzmanlık konusu olan ‘Devlet’le ilgili sorularımın çok kapsamlı olduğunu, bütün alanı kapsadığını belirtmiş sorulara yanıt veremeyeceğini söylemişti. Sosyal bilimlerle ilgilenen birçok kişiyle de konuştuğumda bu konudan bî-haber olduklarını anlayınca 30 Ocaktaki inceleme yazımı yayınlamıştım.

Gramsci ve Devlet anlayışını o yazımda ele almamıştım. O eksikliği ve boşluğu tamamlamak için bu yazı bir zorunluk olarak hep beynimde duruyordu. Bu eksiklik ve boşluğu tamamlama gerekiyordu. Bu yazı işte bu amaçla kaleme alınmıştı.

Önce Antonio Gramsci’nin kim olduğundan başlamanın daha doğru olacağını düşündüm.

1891 yılında küçük burjuva bir ailenin çocuğu olarak Sardinya’dan dünyaya gelir. Torino Üniversitesinde felsefe, tarih, filoloji konularında eğitim alır. 1913 yılında Sosyalist partiye üye olur. 1917 Ekim Devrimini coşkuyla karşılayan partinin sol kanadında yer alan Gramsci 1919 yılında Ordine Nouva adlı gazetenin kurucuları arasında görülür. Torino’da patlak veren işçi hareketlerini ve fabrika işgallerini destekler.1921 tarihinde toplana Livorno Kongresinde İtalya Komünist Partisi’nin kurucuları arasında görürüz onu, merkez komitesine üye seçilir. Bu tarihten itibaren bir yandan partinin genel sekreteri olan Amedeo Bordiga’nın aşırılığına, diğer yandan da reformcu eğilimlere karşı mücadele etmek zorunda kalır.

1922, 1923 yıllarında Moskova’da Komünist Enternasyonal’de çalışan Gramsci 1924 yılında İtalya’ya dönüp Viyana’da kalır ve milletvekili seçilir. İtalyan Komünist Partisi genel sekreterliğine seçildikten sonra 8 Kasım 1926 yılında faşist yönetim tarafından tutuklanır ve 1928de 20 yıl, 4 ay, 5 gün ağır hapis cezasına çarptırılır. Tutukluluk süresince 33 defter hacmi kadar yer tutan mektuplardan incelemeye kadar birçok konuda yazılar yazar. Fakat 1935 yılında hastalığından dolayı çalışmalarına ara vermek zorunda kalan Gramsci ölüm tarihi olan 27 Nisan 1937den ancak birkaç gün önce serbest bırakılır

Bu kısa özgeçmişinden sonra işin özünü irdeleyebiliriz.

Gramsci her şeyden önce Sovyetlerdeki uygulanış biçimiyle iktidarın otoriterleşmesi ve kişileştirilmesine 1929 yılında Komünist Enternasyonal’in "Kitlelerin radikalleşmesi” anlayışlarına şiddetle karşı çıkmıştır. 19. Yüzyılın sonu ile 20. Yüzyılın başlarında Marksçı sosyalistlerin ‘ekonomizmi’ ile savaştı. Çünkü onlar iktisadın belirleyiciliğini savunuyor, siyasi etkinlikleri küçümsüyorlardı.

24 Kasım 1917’de Ordine Nouva’da yayınlanan ‘Kapital’e Karşı Devrim’ başlığını taşıyan ünlü makalesi Ekim Devrimi üzerinedir. Bilindiği gibi ‘Kapital’ marksın ünlü kitabıdır. Bu makalede ortaya koyduklarıyla Bolşeviklerden bazı konularda farklı düşündüğünü görüyoruz. Sonraları, Özellikle Torino’daki 1920 yılında baş gösteren büyük grevler, Komünist Parti’nin kuruluşuyla ilgili tartışmalar ve İtalya’da gelişen faşizme karşı 1924 yılında verdiği mücadeleden yaptığı çıkarımlarla düşüncelerini daha da geliştirdi.

Marks, daha çok ekonomik çözümlere ağırlık vermiştir.  Kapital adlı kitabı baştan sona ekonomik çözümlemelerle doludur. Çünkü O’na göre toplumu anlamanın yolu oradan geçmekteydi. Aslında Marks, ünlü kitabında üstü örtük de olsa siyasal ve sosyal bilimlerin konusu olana birçok şeye değinmiştir. Gramsci, bu örtük olanı sistemleştirerek daha da görünür ve kavranır bir duruma getirmiştir. O’na göre politika, merkezî insan etkinliğidir. Biricik bilinç, toplumsal ve doğal dünyayla bütün görünümleri içinde ilişkiye geçtiği araçtır.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda İtalya’da sol ve sağ, siyasal partiler arasında önemli bir mücadele alanı olmuştur. Bu mücadele 1922 yılında faşizmin zaferiyle sonuçlanır. Bütün siyasal haklar gasp edilir, verilen mücadeleler bastırılır, örgütler kapatılır, büyük bir baskı ortamı oluşturulur. Kitlesel işçi hareketi yenilgiye uğrar. İtalya, İşçi sınıfının büyük bir kesimi tarafından da desteklenen faşizmin yükselişine sahne olur. Gramsci, yaşanan bu pratik ve elde edilen deneyimlere dayanarak Marksist yeni bir devlet yaklaşımı geliştirir.

Bu yeni yaklaşıma göre devlet, kendi aracılığıyla yönetici sınıfların egemenliğini koruyup, haklı göstermekle kalmaz, aynı zamanda yönetimi altında tuttuğu pratik ve teorik etkinliklerin karmaşık bir bütünüdür. Bilindiği üzere klasik Marksist anlayışa göre devlet bir baskı aygıtıdır. Oysa Gramsci’ye göre kapitalist devlet ‘baskı aracı’nın yanında aynı zamanda burjuvazinin üst yapıdaki hegemonyasını da içerir. Tarihsel gelişimdeki etkin ve pozitif ağırlığı üstyapı temsil eder. Yapı ( Üretim ilişkileri)dan çok ideolojik, kültürel ilişkiler bütünlüğü, siyasal dışavurum çözümlerinin odağı durumuna gelir.

HEGEMONYA ve DEVLET

1919-1921 Torino işçi hareketleri İtalya’nın geri kalanında pek destek alamamıştı. Oysa Mussolini’nin faşist hareketi köylüler ve işçiler arasında oldukça destek almıştı. Buna karşın, kısıtlı siyasal özgürlük ortamında emek partileri, düzenin yanlısı partiler karşısında başarılı olamamışlardı. Gramsci, bu durumu, egemen sınıfların sivil toplumda bağımlı sınıflar üzerindeki ideolojik üstünlüğü anlamında kullandığı ‘Hegemonya’ kavramıyla açıklamaya girişir. Bir Marksist olarak O’nun özgünlüğü sistemlerin gerçek güç kaynaklarının, yönetici sınıfların uyguladıkları şiddet ya da devletin baskıcı gücünden başka bir yerlerde aramasıydı. Elbette egemenlerin uyguladıkları baskı ve şiddetti yadsımak olanaksızdır. Bu duru yani baskı ve şiddet, daha çok egemenlerin normal yollardan bağımlı sınıflar üzerindeki ideolojik üstünlüklerini yitirdikleri, onları yönetemez duruma geldikleri dönemlerde ortaya çıkmakta. Öyleyse sistemin gücü nereden geliyor ve nasıl oluyor da ezilen sınıfları desteğiyle egemenliklerini sürdürüyorlar sorularına yanıt aramak gerekiyordu. Gramsci bunu yönetilenlerin, yönetici sınıfların ideolojilerini kabul etmelerinde yattığını görür. O’na göre yönetici sınıfların felsefesi, ‘karmaşık basitleşmeler’ dokusundan geçirilerek “ortak duyu”su yani yaşanan toplumun kurumsallaşmış davranışı, geleneğini, ahlakı durumuna getirilir ve toplumun ‘özbiçim’i değişmesin diye yeniden yeniden biçimlendirilir. Buna yüzlerce örnek verilebilir. Örneğin fatalizm. Toplulukların dini duyguların buna alet edilmesi bütün sömürücü sınıfların başvurdukları ortak bir yeniden biçimlendirme yöntemlerinden biridir. Bunların yanında bireyselliği ve egoizmi dayatılan atasözleri ve deyimlerden, türkülerden tutun da sanatsal ürünlere kadar, yasa ve yönetmenlikler de dâhil her şey kurumsallaşmış davranışları, gelenek ve ahlakı… Bağımlı sınıfların kafasına nakşetmek için dizayn edilir. Amaç, Hegemonyadır. Gramsci bunu bir sorun olarak görmüş, böylelikle bağımlı sınıfların içinden çıktıkları toplumu nasıl alt edip, yeni evrensel, özgür bir sistem getireceklerini de göstermeye çalışmıştır.

Babbio, Gramsci’nin geleneksel Marksist kuramını iki şekilde tersine çevirdiğini ileri sürer:

Birincisi, o’nun ideolojik üstyapının ekonomik altyapı üzerindeki önceliğini vurgulamasıdır. Bilinç ürünleri, üstyapı kurumluları, sürekli değişime rağmen sahte bir kalıcılık taşıdığını dünyaca bir deha olarak kabul edilen C. Caudwel tarafından da ortaya konmuş ve bilinçli bir çabayla değiştirilmesi gerektiği üzerinde önemle durmuştur. Gramsci’ye kadar üstyapı ayna bir yansıma olarak görülmüş, yansıttığı gerçeklik değiştiğinde onun da kendiliğinden everilip değişeceği yanılgısına düşülmüştür. Stalin’den Marksistlere miras kalmış ve eskiden sık sık başvurdukları meşhur bir örnektir küçük burjuva kunduracı örneği. Bu düşünceyle tanışanların ellerine aldıkları ilk kitap olan Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri’nde Stalin’in Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm kitabından alıntılanarak verilmiştir: Küçük bir kunduracı, küçük burjuva hayaliyle işlerini daha da büyütüp zenginleşmeye çalışmaktadır. Fakat zamanla gelişen fabrikasyon karşısında tutunamayarak iflas eder ve fabrikada işçi olarak çalışmaya başlar. İşçileşmesine rağmen yani maddi altyapısı değiştiği halde, düşünce (üstyapı) bakımından hala bir küçük burjuva gibi düşünmeye devam ederek, para kazanıp eski durumuna dönmek isteyecektir. Zamanla bunun bir hayal olduğunu anlayacak, düşünceleri evrim geçirerek o da devrimci bir işçi olacak, sınıfının saflarında yer alarak müsaadeye girişecektir. Bu kendiliğindenlikten anlayıştan başka bir şey değildir. Stalin’in Sovyetler Birliği’nde sınıf mücadelesi konusunda zaman zaman çelişkili ifadeler kullanması da bundan dolayıdır. Öte yandan bu örnek ve düşünce doğru olsaydı, çeşitli burjuva partilerinin bütün yönleriyle sömürülen, ezilen bağımlı sınıflardan destek görmemeleri gerekmez miydi?

İkincisi, Gramsci sivil toplumun, politik toplum üzerindeki önceliğini vurgular.

Sivil toplum, gösterdiği ‘rıza’ ile politik toplumun başka bir değişle zorbalığı, baskıyı destekleyerek onu büyütür, fetişleştirir. Tarihsel süreçte üstyapıyı etken yapı olarak gören Gramsci, çözümlemenin odağına ekonomik yapıdan ziyade ideoloji ve kültürel ilişkiler bütününü, tinsel ve entelektüel yaşam ve bu ilişkilerin dışavurumunu yerleştirir. Bu açıdan o’nun için temel sorun, bağımlı sınıfların rızasını, yönetici sınıfların nasıl kazanabildiğini anlamaya çalışmaktır. Bence de bağımlı sınıfların başkaları için sınıf olmaktan çıkıp, kendisi için sınıf olma sorunudur.

Marks ve Engels ‘Alman İdeolojisi’ adlı incelemelerinde aynı konuya şu şekilde vurgu yapıyorlardı: Toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen entelektüel gücüdür de. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da denetiminde bulundurur. Öyle ki genelde söylemek gerekirse zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşünceleri de böylece ona bağımlı olur.

Lenin’nin ‘proleterya diktatörlüğü’nden yola çıkan Gramsci, geliştirdiği ‘proleterye hegemonyası’na göre bir sınıfın iktidarını uygulayabilmesinin en elverişli koşullarda, o sınıfın aynı zamanda hem yönetici hem de egemen sınıf olmasıyla gerçekleşebilir. Etkili olabilmek için de düşsel ve ahlaksal yönetimin devlet egemenliğinde önde gelmesi gerekiyor. Ayrıca proleteryanın baskıcı olmayan hegemonyası, yalnızca iktidara geldikten sonra değil, önceden de gerçekleştirilmelidir. Başka bir değişle proleterya, burjuvazinin iktidara gelmeden önce yaptığı gibi sınıflar arası bir ittifak sistemini kurmak zorundadır. İktidara gelmek isteyen komünist partiler hem iktisadi ve coğrafi anlamda hem de kültürel anlamda bir “ tarihsel blok” temelinde kapitalizme karşı olan her kesi kapsayacak bir program uygulamalıdır.

Ayrıca iktidarın alınmasından önce yeni bir kültür ve yeni bir ahlak yaratmak zorunludur. Tarihsel Blokun hegemonyası ancak böyle sağlanabilirdi. Kazanmak için 1917’de Rusya’da olduğu gibi siyasal toplumu ortadan kaldırmak yetmiyor. Batıda bir devrimin gerçekleşebilmesi için proletaryanın sivil toplum üzerinde hegemonyasını kurması gerekiyordu.

Son olarak Gramsci devletin akibeti ile ilgili geliştirdiği düşüncelere baktığımızda onun, sivil toplumun ideolojik üstyapıları (partiler, sendikalar, okul ve iletişim), siyasal toplum (asker, polis, adli zorlama aygıtı) üzerinde ağır basacak biçimde gerçekleşmesi sonunda devlet gerçekten Lassalle’nin gece bekçisi dediği başka bir şey olmamalıydı.