Türkiye’de Başkanlık Sistemi Tartışması: Bilimsel Bir Muhasebe Girişimi

Siyaset Bilim - Doç. Dr. Armağan ÖZTÜRK

Doç. Dr. Armağan ÖZTÜRK*

Türkiye, 2017 anayasa değişiklikleriyle birlikte başkanlık sistemini kabul etti. 2018’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi de ilk başkanlık seçimi olarak tarihe geçti. Yeni seçilen cumhurbaşkanı anayasa değişikliğiyle tanımlanan yeni başkanlık yetkilerini kullanmaya başladı. Son bir buçuk yıldır bu sistemle yönetiliyor Türkiye. Bahsi geçen süre ülkelerin tarihi bakımından şüphesiz ki kısa, ama sistemin nasıl uygulandığı hususunda bilimsel bir değerlendirme yapmak için yeterince uzun.

Uygulamanın değerlendirilmesine geçmeden önce başkanlık sisteminin evrensel içeriği ve Türkiye’deki anayasal durumla ilgili birkaç hususun altı çizilebilir: Şöyle ki, Türkiye parlamenter sistemi başkanlık sistemi lehine terk etti. Ama hala dünyadaki en popüler sistem parlamenter model. Bugün itibariyle dünyada 86 ülke parlamenter, 59 ülke başkanlık ve 41 ülke yarı başkanlık rejimleriyle yönetiliyor. Bu üç sistemin en bilinen örnekleri İngiltere, ABD ve Fransa’ya bakıldığında aslında üç sisteminin de demokrasiyle uzlaşabileceği görülüyor. Bu nedenle diğer faktörler dikkate alınmadan rahatlıkla denilebilir ki bir ülkenin parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçişi o ülkeyi kendiliğinden bir şekilde daha demokratik ve (veya) daha az demokratik yapmıyor. Ancak bu üç sistem en iyi örnekleri bakımından değil de tüm ülkeler açısından değerlendirildiğinde ortaya parlamenter sistem lehine ve başkanlık sistemi aleyhine bir tablo çıkıyor. Özellikle gelişmekte olan demokrasilerde başkanlığın yarattığı dezavantajlı durum çok daha belirgin hale gelmekte. Pek çok ampirik çalışma açıkça gösteriyor ki başkanlık sistemine dayalı bir demokrasinin kesintiye uğrama ihtimali parlamenter sisteme göre daha güçlü. Çünkü başkanlık otoriterlik karşıtı bir siyasi kültür ve siyasi parti sistemi tarafından desteklenmediği müddetçe çok kolay bir şekilde plebisiter ve çoğunlukçu bir yapıya dönüşebiliyor. Bu nedenle başkanlık sistemi gibi bir modele geçerken yapılan anayasa değişiklikleri kadar önemli olan diğer hususlar siyasi partiler ve siyasi kültürün içeriği. Siyasi kültürün bireycilik ve çoğulculuğu desteklemediği ve siyasi partilerin de ideolojik ve disiplinli olduğu bir toplumda, Türkiye öyle bir toplum mesela, başkanlığa geçiş demokrasinin seviyesini daha da aşağıya çekiyor.        

Başkanlığın performansını demokrasi aleyhine güçlendirecek başka unsurlar da var. Örneğin federal yapı. Yaygın kanaatin aksine federalizm başkanlığın zorunlu bir unsuru değil. Almanya ve Hindistan gibi parlamenter modeli benimsemiş pek çok ülkede güçlü bir federal gelenek var. Ancak başkanlıkla federalizm arasındaki ilişki hem tarihsel hem de normatif düzeyde hiç de tesadüfi değil. Federal sistem yatay düzeyde kuvvetleri dağıtarak başkanda çok fazla gücün birikmesini engelliyor. Başkanların monarşist eğilimler gösterdiği Latin Amerika ve Orta Asya coğrafyaları için federalizm ayrıca önemli. Başkanın sadece yürütmeyi değil, dolaylı veya doğrudan bir şekilde yasama ve yargıyı da kontrol ettiği yozlaşmış başkanlık örneklerinde federalizmin yokluğu durumu daha da vahim hale getiriyor. Türkiye’deki mevcut durum da bu kapsamda değerlendirilebilir. Üniter yapıyla beraber uygulanacak başkanlık sistemi başkanda fazlasıyla güç ve yetki toplanmasını kolaylaştırabiliyor.    

Özel olarak başkanlık, genel olarak ise tüm sistem tartışmaları için önemli olan bir diğer husus yargı bağımsızlığı. Yargı bağımsızlığı Türkiye demokrasinin kadim sorunlarından biri. Başkanlığa geçmeden önce de yargı diğer kuvvetler karşısında yeterince bağımsız değildi. Zaten yargı bağımsızlığı seviyemiz güçlü olsaydı bugün başkanlık sistemi uygulamaları aleyhine söylenecek pek çok şey kendiliğinden bir şekilde gündemden düşebilir ve sistem daha az sorunla işleyebilirdi. Ama ne yazık ki Osmanlı-Cumhuriyet geleneğinde yargının ya yürütmeye güçlü bir şekilde bağlı olduğuna ya da kendi içerisinde bir menfaat odağı olarak örgütlendiğine tanıklık ettik. Her iki patika da sorunlu. Başkanlık Türkiye’sinde ise hem yürütme daha güçlü ve kendi içerisinde rakipsiz bir güç odağı hem de yargı yürütmeye tarihinde hiç olmadığı kadar bağlı. Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanının yargı üzerindeki yönlendirme olanakları makul bir seviyeye çekilmeden başkanlık sisteminin kuvvetler ayrılığı prensibinin evrensel içeriğiyle uyumlu bir şekilde konumlanması mümkün olmayacak.

Başkanlık sistemiyle ilgili son kuramsal hatırlatma bu sisteminin mantığıyla toplumsal yapı arasındaki gerilimde kristalize oluyor. Başkanlık sistemi siyasi kutuplaşmayı keskinleştirme potansiyeline sahip. Çünkü bu sistemde seçimi kazanan parti veya lider bir sonraki seçime kadar yürütme kuvvetine dair her şeyi alıyor. Kazananın her şeyi aldığı, kaybedenin ise kesin bir şekilde kaybettiği yapı siyasal rekabeti kontrolsüz bir şekilde hızlandırabiliyor. Türkiye toplumundaki mevcut kültürel ve ekonomik heterojenlik seviyesi yürütülen tartışma bakımından yeniden yorumlandığında başkanlıktaki bu kuramsal-kurumsal riskin ülkedeki siyasal sosyolojik atmosferi oldukça olumsuz bir şekilde etkilediği görülecektir. Başkan çıkaran siyasal blok ile muhalefet arasındaki ilişki tarafların birbirlerini mutlak bir şekilde dışladığı bir dost-düşman ilişkisine dönüşmüş durumda. Kutuplaşma kişiselleşmeyi, kişiselleşme ise popülizm ve otoriterleşmeyi destekliyor.   

*******

Başkanlık sisteminin özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan demokrasiler bakımından riskli bir sistem olduğuna değindik. Ancak tabii Türkiye’deki sorun bu sistemin kuramsal açmazlarının çok ötesinde bir içeriğe sahip. Çünkü egemenliğin yorumlanma biçimi bağlamında çoğunlukçu bir mutabakat var ülke siyasetinde. II. Abdülhamit, Atatürk ve Erdoğan gibi büyük liderler kuşağındaki en belirgin sorun iktidarın kendisini millet iradesinin yegâne temsilcisi sayması. Bir kez böyle bir varsayım siyasi kültür içerisinde kök salınca çoğulculuk ve muhalefetin meşruluğu tartışmalı hale geliyor. Geçmişten günümüze kadar geçen süre içerisinde iktidarların muhalefeti sıklıkla kriminal bir vaka gibi değerlendirmesi bu nedenle çok da şaşırtıcı değil. İşte başkanlık sistemi siyasi kültürdeki bu hâkim antidemokratik kod nedeniyle muhalefetin iktidar karşısında sakıncalı bir konumda ve güvencesiz bir şekilde iş gördüğü bu yapıya eklemlenmiş durumda. Bu nedenle başkanlık sisteminin parlamenter sistem karşısında hiçbir dezavantajı olmasa dâhi, ki olduğunu biliyoruz, sadece siyasi kültürdeki çoğunlukçu milli egemenlikçi hava bile bu sistemin demokratik bir şekilde işlemesini olanaksız kılacak nitelikte bir ortama yol açıyor

Başkanlık sisteminin OHAL koşullarında yürürlüğe girmesi bu modelin olağanüstü hal rejiminin politik enstrümanlarından biri olarak algılanması yol açtı. Sistemin muhalifleri olağanüstü hal döneminde terörle mücadele için alınan geçici tedbirlerin zamanla kalıcı hale geldiğini ve bu nedenle Türkiye’nin demokrasi seviyesinin ciddi ölçüde gerilediğini iddia etmekte. Bu iddia özellikle KHK’ların hukuk sisteminde yarattığı kalıcı değişiklikler bakımından tarihsel bağlamla örtüşmekte. OHAL kaldırılmış olmasına rağmen başkanlıkla OHAL arasında kurulan bağlantı sistem aleyhine algıyı güçlendiriyor.

Başkanlık sisteminin hukuksal ve politik performansı daha ayrıntılı bir şekilde analiz edildiğinde ise karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: Temel sorun yasama organının işlevsizleşmesi sonucunda yurttaşın milletvekili üzerinden siyaset kurumuyla kurduğu bağlantının kopması. Toplumun kılcal damarlarından gelen talepler saraya ulaşmıyor. Bu durumun yarattığı en büyük sakınca kararların geniş toplumsal kesimler için rasyonel olmaktan çıkması. İletişim eksikliğinin yarattığı rasyonellik aşınması siyasal sistemi felç ediyor. Siyasal felcin hukuka yansıması ise yasa, kararname, tüzük ve yönetmeliklerin geç çıkması ve (veya) çok sık bir şekilde değiştirilmesi. Hukuk sisteminde istikrarsızlık havası hakim.

Bu sonuç başkanlık sisteminin hiç de başlangıçta vaat edildiği üzere parlamenter sisteme göre daha hızlı ve daha rasyonel işleyen bir model olmadığını göstermekte. Halkın taleplerinin karar alıcılara ulaşmasındaki güçlük sistemin tek sorunu değildir şüphesiz ki. Milli iradenin yorumlanma biçimine yönelik geleneksel çoğulculuk karşıtı hava başkanlıkla birlikte daha da yoğunlaşmıştır. Başkanlık sistemi Türkiye örneği bakımından daha az kamusal tartışmayla karar alınan bir siyasal işleyişe sahiptir. Kamusallıktaki düşüş meselelerin tartışıldıktan sonra karara bağlandığı uzlaşmacı siyaset yerine siyasetin sadece güç mücadelesine indirgendiği araçsal siyaset anlayışının hâkim bir konuma ulaşması sürecine hizmet etmektedir. Başkan kendisini millet iradesinin mutlak temsilcisi saymakta, bu varsayım da popülist otoriterizmi ön plana çıkmaktadır. Kamusallığın araçsal siyaset lehine güç ve zemin kaybetmesi sürecinin somut sonucu ise siyasi etkinliğin kişiselleşmesidir. Bir tarafta başkan Erdoğan’ı her koşulda ve her konuda savunanlar, diğer tarafta ise Erdoğan’a rakip otorite inşa süreçleri peşinde koşan ve rejimi alınan her karar bakımından katı bir şekilde eleştirenler var. Bu iki kesim arasındaki uzlaşmaz çelişki başkanlık sistemi üzerine tartışmanın rakip siyasi kesimler arasında bir var olma-yok etme mücadelesine dönmesine yol açmıştır. Sistem tartışmasının kişiselleşmesi aslında sistemin değişmediğinin göstergesi olarak düşünülebilir. Bu ironik ve bir ölçüde de trajik sonucun ortadan kalkması için bakış açısının değişmesi gerekmekte. Başkanlık sistemi başkandan bağımsız olarak tartışabilmeli mesela. Ayrıca cumhurbaşkanı ve meclis seçimlerinin aynı gün yapılmaması gerekir. Başkanın denetlenmesi için bu yanlış başlangıçtan vazgeçilmeli, yasama ve yürütme seçimleri arasında makul bir süre olmalıdır. Ayrıca siyasi partiler ve seçim yasalarının gözden geçirilmesi sistemi daha az sorunlu hale getirecektir. %10 barajının devam ettiği ve tüm belediye başkanları ile milletvekillerini ön seçim olmaksızın parti genel başkanlarının seçtiği bir ülkede başkanlık demokratik bir şekilde sonuç doğuramaz.   

*Artvin Çoruh Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü.