Dr. Öğr. Üyesi Melek Halifeoğlu[1]
Baştan söylemek gerekirse, bu yazı evliliğe karşı değil; aksine evlilik seremonisi nasıl olur diye gözümüze sokulan tüm afişe hareketlere bir başkaldırı yazısıdır. Çünkü meselenin kendisi birbirini seven-sayan, iyi günde kötü günde birbirine destek olma gayreti içerisinde hayat arkadaşlığını hedefleyen çiftler değil; bu çiftlerle birlikte mââile bir pazarlama mekanizmasının içerisinde öğütülerek durumun normalize edilmesidir.
Evlilik yeni bir olgu değil, neredeyse insanlık tarihi ile yaşıt. Toplumlar arasında nüansa sahip olmakla birlikte belirli bir ihtiyacın ortaya çıkmasından kaynaklandığı düşünülmektedir. Peki, nedir bu ihtiyaç?
İşin içine ihtiyaçlar mekanizması girince evlilik olgusunun tarihsel seyir içinde ne kadar değişkenlik gösterdiği merak konusu olmakta. Zira ihtiyaç meselesi edinilmişliklerle tecrübeyi hâiz bir şey olarak karşımıza çıkar. Sümerlerde tanrının temsilcileriyle beraber yaşayabilen genç kızlardan tutun da kocalarını aldatan kadınların ölüm cezasına çarptırılmasına ya da çocuk sahibi olamayan kadınların kocalarının boşanma hakkı olduğuna kadar uzayan bir geçmiş arşivlerde mevcut. Kadın, tarihin akışında erkeğin hem arzu mekanizmasına karşılık gelmekte ve arzunun giderildiği bir mekânı simgelemekte hem de doğurganlığıyla eşdeğer bir söz hakkına sahip olmaktadır. Kadının tarlaya, erkeğin tohuma benzetilmesiyle erkek çocuk sahibi olmanın kutsallığı da erkeğin üremedeki tanrısal yönünün ve tanrının yaratım gücünün dünya evindeki ilahi yansımasıdır. Kapitalist ekonominin diliyle konuşmak gerekirse kadın işçidir ve üretim nesnesinin varlığına bağlı olarak ve ondan yabancılaşarak hayatta kalır, buna karşılık, erkek ise sermayedardır.
Elbette kadın-erkek arasındaki eşitsiz gelişen ilişkinin temellerini çok daha eskilere dayandırmak mümkün. Ancak belirtmek gerekir ki, kadının erkek karşısında ikincilleştirilme süreci geçim ekonomisiyle alakalıdır. Bahçe tarımına dayalı üretimin geliştiği ilk evrelerde kadın yiyeceğin önemli bir kısmını üretiyorken hayvancılığın gelişimiyle birlikte yiyecek üretiminde kas gücünün ve dolayısıyla erkeğin rolünün arttığı gözlemlenir. Bu duruma neden olan saban tarımıyla, yiyecek üretiminde kadının etkin rolünün azalmış, ev içi hizmetlerdeki rolü ise giderek artmıştır. Aynı zamanda saban tarımının ortaya çıktığı Ortadoğu’da tek tanrılı üç büyük dinin kadını erkeğin bir uzantısı, uzvu ya da hizmetkârı olarak nitelendirmesi durumun vahametini giderek pekiştirmiştir.
Erkek madem hep önde konumlanıyordu, kapitalist dünyanın kendinden önceki üretim tarzı ve onun toplumsal ilişki sarmalından farkı nedir? Kapitalizmin gelişim yasalarının kendisini diğer üretim tarzlarından ayıran ve bunun içerisinde kadın-erkek eşitsizliğinin farkını ortaya koyan ise durumun kurumsallaşarak sistematikleşmesidir diyebiliriz.
Buna ek olarak, aile sosyolojisi içerisinde kadının (anne olarak) ne kadar kutsallaştırıldığını bilmeyen yoktur. Çünkü kadın, bizatihi kendi varlığının mevcudiyetinden değil, gelecek neslin devamını sağlayan, onun bakımını üstlenen ve bu yüzden erkeğe göre eve daha bağımlı halde olan bir varlıktır. Anthony Giddens, Gordon Marshall gibi ana akım sosyolojinin öncü isimlerinin de ifade ettiği üzere, erkek av bulma ve yakalamak için dışarıda, kadın ise yabanıl tahılların toplanması, pişirilmesi ve çocukların yetiştirilmesi ile alakalı olduğundan ev içinde bir evrim göstermiştir. Peki, bu kadar basit görevlerle tanımlanmış bir yaşam alanının şov programlarından reklam ajanslarına, şatafatlı törenlerden video çekimlerine kadar kadın olma hallerinin ve rollerinin yeniden inşa edilmesinde ve başlık parasının yeni meta biçimlerine dönüşümünde ne(ler) etkilidir? Hepsi “benim diğerlerinden neyim eksik” gibi bir bireysel hazla mı açıklanabilir yoksa bu durumda simgesel şiddet ve ataerkil hegemonya yeniden rücu mu etmektedir?
Evlilik, hepimizin bildiği gibi, toplumun en küçük yapı taşı olan ailenin kutsal sayılan bir akitle beyan edilmesinden oluşur. Bu birliktelik sadece yakın çevreye değil, tüm dünyaya resmi bir belge ile sunulmaktadır. Mesele sunum olunca da evlilik kurumunun nasıl bir sunum tabağı ile karşımıza çıktığına bakmak gerek.
Son yıllarda özellikle televizyonlarda bir reyting aracı haline gelen güzellik hiyerarşisine herkes fazlası ile aşina. Geniş bir yelpaze zinciri içerisinde televizyon programları “nasıl giyilir”, “nasıl yemek yapılır” gibi moda ikonları, rol modelleri, ünlü-ünsüz benzeşmelerinden ibaret. Hatta mesele yenidünya pazarı içinde nasıl satışa sunulur ve pazarlanır “bak da öğren” programlarının diğer bir yansıması da “nasıl evlenilir bak da öğren” evlilik pazarlamasıdır.
Kitle iletişim araçlarında ve sosyal medya içerisinde “gerçekliği boş ver, imaj her şeydir” şiarıyla hareket etmenin prim yaptığını sanırım artık bilmeyen yok. Ancak bu imaj içerisine gömülü halde maskelenmiş bir iktidar biçiminden bahsetmemiz gerek. Zaten bu yüzden yazının başlığındaki iktidar kelimesi büyük harfle yazıldı. Çünkü karşımızdaki sahnede evliliğin pazarlanma aşamasında yeni ritüel biçimlerindeki yeniden düzenleme alanı içerisinde kalan kadın (ki çoğunlukla durumundan memnun halde meta ile meşgul kadın) ve ardında bütün bu meta ritüelini güllerle çevrili romantik bir masada sunan ve böylece kendi erkini yeniden yeniden üreten erkek…
Şimdi, bazılarınız aman canım siz de her şeyi ezen ve ezilen ilişkisine bağlıyorsunuz, ne alakası var diyebilir. O zaman şöyle anlatmakta fayda var.
Yüzyıllar içerisinde var olduğumuzu anlama, ifade etme ve kanıtlama biçimimiz değişmiş. XVII. yüzyılda René Descartes, “Düşünüyorum, öyleyse varım” [Cogito ergo sum] demişti. Ancak yenidünya düzeninin tüketim toplumunda “tüketiyorum, öyleyse varım” şiarının yanında artık “görünüyorum, öyleyse varım” anlayışı hâkim olmaktadır. Güzellik algısı, her ne kadar, sanatsal ve felsefi bir alt yapıya sahip olsa da tüketim çılgınlığıyla birlikte artık güzellik ve güzel olan üzerine yeni anlamlandırma biçimlerinin doğrudan aracısı olan reklamlar insanlarda eksiklik duygusunu hissettirmektedir. Eksiklik ya da yoksunluk duygusu içinde olan insan ise hayattan yeteri kadar zevk almada ya da onu gerektiği gibi yaşamada geri kalıyor. Evlilik ve hatta nasıl bir evlilik seremonisinde yer almak gerektiği de bu ihtiyaçlar denkleminde yerini almaktadır. Gerek reklamlarda “her genç kızın rüyası”nın nasıl olması gerektiği üzerine yapılan bombardıman gerekse yaşadığımız toplumun ataerkil düzeninde sürekli kulağımıza fısıldanan “evlenmen gerek” efsanesi yeni bir var olmayı gözler önüne seriyor: “evlenirken (çok) tüketmek ve görünmek işte böylece Var’ım.
Tüketimin dayattığı güzellik algısının üzerimizdeki baskısına eklenen nasıl güzel gelin olunur, güzellik hiyerarşisinde yerini almış vaziyettedir. Her gelinin en “özel” gününü ciddi paralar harcayarak tamamladığı profesyonel katalog ve video çekimleri, gelin başı ve makyajı, gram altınından burma bileziğe ve olmazsa olmazlarımız bindallı, tek taşım ve güzel setim.…
Diana Crane’nin Moda ve Gündemleri (2003) kitabından yola çıkarsak modanın yarattığı ikon ve idealleri hegemonyanın iletildiği yeni aracı kanallar olarak nitelendirebiliriz. Hatta burada önemli noktalardan biri tüm sınıfsal farklılıklarına rağmen bu ritüellerin benzerliği ve hatta aynılığıdır. Görülecektir ki bu durum, zamanla çok işlevsel bir hal kazanarak toplumdaki gelir eşitsizliğinin ortadan kalktığı hissiyatını verir. Bilmem hangi holdingin varislerinin kızı ve oğlu düğününde ya da nikâhında ne yapıyorsa onun minyatür bir hali gündelik hayatını kredilerle sarmalayan orta ya da düşük gelirli kesimler içinde biçimsel anlamda gerçekleşmektedir. Başka bir ifadeyle tükettiği kadar var olan, var olduğunu hisseden ve bunu gözümüze sokmaktan gurur duyan egemen sınıf evlilik imgelemi, bağımlı sınıflar tarafından da rızası ve kabulüyle toplumsallaşmaktadır. Dolayısıyla zamanın Televole kültürü, artık sosyal medya haberleriyle gündelik hayatlarımızın en ücra köşesine kadar nüfuz etmektedir. Bunlar arasında neler var diye düşünürsek: feodal kadın-erkek ilişki biçiminin yansıması olan ve en mutlu günümüz olan düğünümüzde belimize sarılan kırmızı kuşak kimileri için geceden sabaha varıldığında gururun sembolü kimileri içinse gururun utanca dönüşmesidir. Bekâretin toplumsal konumumuzu belirlemedeki önemi, bir erkek tarafından başka bir erkeğe teslim edilen medeni durum geçişi hem teslim eden ve teslim alan erkek arasındaki hiyerarşi geçişini simgelemektedir hem de ataerkilliğin sessizce temsilidir.
Nimet Okan Canların Cinsiyeti: Alevilik ve Kadın (2018) kitabında soyun devamını sağlayacak gelinin bekâretini koruması hasebiyle kaynatası tarafından ödüllendirildiğini ifade ederken bunun belli başlı coğrafyalar arasında kaldığını söyleyebilirsiniz. Hatta “hadi canım sen de kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz, kırmızı kuşaklar, gerdek gecesi sonrasında gösterilen çarşaflar, kapıda “mutlu haberi” eşe dosta ama en önemlisi düşmana duyuran kayınbiraderler mi kaldı” diye düşünebilirsiniz. Evet, belli açılardan köy ve kent arasında küreyerelleşen bir dünya düzeninde dönüşümlerin, değişimlerin olduğunu söylemek mümkün. Ancak tüm değişimlere rağmen kadınlık algısındaki çarpıklıkta henüz ciddi bir erozyon olduğunu göremiyorum. Burada “asıl suçlu anneler bu erkekleri yetiştiren onlar” gibi basite indirgenebilecek bir yorumdan hareket etmenin sorunun çözümüne pek de katkıda bulunmadığının farkındayım. Ancak kadınların da, bu toplumsal koşulların bir ürünü olduğunu, toplumsal ahlâki girdi ve çıktılardan etkilendiklerini, dönüşüm denilen şeyin yel değirmenlerine karşı savaşmanın ötesinde bir çaba ve cesaret taşıması gerektiğinin de farkındayım.
Peki, ne bekliyoruz ve istiyoruz biz, kadınlar?
Bir yandan Hegelyan bir mutlakiyetçilik de barındıran ve aynı zamanda pasif bir nesne olmayı gerektiren mutlu olma halinden hem şikâyetçi olacağız hem de bu pasifliğe gönüllü kulluk mu edeceğiz. Diğer taraftan ise kendi hayatlarımız üzerinde söz sahibi olmak ile başkasına tamah etmek arasında biz, kadınlar olarak kendimizle çelişmiyor muyuz?
Kendimizi tanımadan kendi zaaflarımıza ve güçlü yanlarımıza kendimizi teslim etmeden başka bir canlının hayatının, aklının, kalbinin ve çoğunlukla cüzdanının tam merkezinde olmayı beklemek…
Kendimize karşı ne kadar dürüstüz sevgili kadınlar?
Tercihlerimiz ve vazgeçtiklerimiz aslında hayatlarımızda karar verme yetisine ne kadar sahip olduğumuzla orantılı bir şekilde ilerlemekte. Ya ağırlığımızca altınla sayılarak kendimizi garanti altına aldığımızı sanıp erkeklik altında kadınlığımızı öldüreceğiz, ya da altın da olsa zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz olmadığının farkına varacağız.
[1] Bingöl Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü