Neden Felsefe Yaparız?

Felsefe-Mantık - Prof. Dr. Hasan AYDIN

Neden felsefe yaparız sorusuna, genel geçer herkesin kabul edeceği bir yanıt vermek hiç de kolay değildir. En azından felsefe tarihi, farklı gerekçelerden yola çıkan birçok felsefe yapma tarzına işaret etmektedir. Fakat buna rağmen, felsefe yapma biçimleri farklı olsa da, insanları felsefe yapmaya yönelten bazı ortak hususlardan söz etmek olasıdır.

Bu ortak hususların ilki felsefe sözcüğünde kendisini ele verir. Felsefe, bilindiği gibi Grekçe bir sözcüktür ve antik Grekçede philia ve sophia sözcüklerinin birleşiminden türetilmiştir. Philia, sevmek anlamına gelmektedir, ancak buradaki sevmek, yine antik Grekçede bulunan eros (cinsel sevgi), storge (aile üyelerine dönük sevgi) ve agape (tanrısal sevgi) gibi sevgi için kullanılan diğer sözcüklerden farklıdır. Philia insanları sevmeyi, dostları, arkadaşları ve sevilen şeyleri takdir etmeyi ifade ettiği gibi, köpek, şarap, beden eğitimi, bıldırcın vb. sevmek ve yüksek değeri olan kavram, idea ve düşüncelere yönelik bağlılığı ifade etmek için de kullanılır. Söz gelimi, bilgeliğe ve bilgiye olan bağlılığa gönderme yapması buna güçlü bir örnek oluşturur. Eski Yunan felsefi yazınında, philosophia bilgeliği sevmek; philosophos bilgelik sever, philosophein, felsefe yapmak olarak güçlü bir biçimde ifade bulur. Bu sözcüklere, Hadot’un saptamasıyla söylersek, MÖ 5. yüzyılda rastlanır. Philosophia’da durum bu biçimde olsa da, philia ön ekli sözcükler, oldukça gerilere gider; söz gelimi Plutarkhos’a bakılırsa, MÖ 9. yüzyılda yaşamış Lykurgos için phlospartain (Spartalıları seven) ve philopolitas (kendi yurttaşlarını seven) nitelemeleri kullanılmaktadır ve Homeros’a ait metinlerde de philia önekli sözcüklere rastlanır. Bu türden sözcükler, yaşam sevgisini, yaşam hazzını, yaşam nedenini; kendini şu ya da bu etkinliğe adayarak bulan kişinin konumunu belirlemek için de kullanılır. Örneğin, philoposasia, içkiye duyulan ilgi ve sevgiyi, içkiden alına hazzı belirtir, philotimia onur kazanmaya duyulan ilgi ve sevgiyi, philosophia da, bilgeliğe duyulan ilgi ve sevgiyi ifade eder. Sophia ise, kök itibarıyla herhangi bir zanaattaki akıllığı, becerikliliği ve bilgeliği ifade eder. Grek felsefe literatürüne bakıldığında, sophia’nın, pratik yaşam karşısında, içgörü, yargılama yetisi ve eylemsel beceri için kullanıldığı gibi, yaşamın ve bütün olarak varlığın kuramsal bilgisi için de kullanıldığı gözlenir. Şu halde philosophia’nın, Antik Yunancada, teorik ve pratik bilgeliği sevmek, ona düşkün ve bağlı olmak anlamına geldiği söylenebilir. Burada teorik ve pratik bilgeliğin yanyana anılması oldukça anlamlıdır; çünkü philosophia’da salt teorik bilgelik yetmemekte, ona bağlı olarak eylem de gerekli olmaktadır. Ayrıca teorik ve pratik bilgeliği sevmek, ona düşkün olmak, Yunancada sevginin genelde “endeia” olarak nitelendiği düşünülürse, daha da ilginç bir görünüme bürünmektedir. Endeia, insan doğasındaki bir eksikliğin, bir yoksunluğun ve bir gereksinimin giderilmeye çalışılması anlamına gelmektedir. Bu anlamda philosophia, olmuş bitmiş bir şeyi değil, sürekli arayış içerisinde olmayı, bünyede hissedilen eksikliği giderme çabasını ifade eder. Kişi, bilgeliği arzuluyor, kendinde eksikler hissedip onları gidermeye yöneliyorsa, doğal olarak felsefenin içine girer.

İkinci yanıtı Platon’un Symposion’unda bulmak olasıdır. O, şöyle diyor:  Hiçbir Tanrı felsefe yapmaz ya da bilge olmayı arzulamaz; öyledir çünkü; isterse başka bir bilge olsun, o da felsefe yapmaz. Aynı şekilde cahiller de, ne felsefe yaparlar, ne de bilge olmayı arzularlar. Tam da budur cehaletin kötülüğü, yani ne iyi, güzel ne de düşünceli olmayan bir adamın yeterli olduğunu sanması. O halde yoksun olduğunu düşünmeyen bir adam yoksun olduğu aklının ucundan bile geçmeyen bir şeyi arzulayamaz. Bilgeler ve cahiller değilse, o zaman kimdir felsefe yapanlar? (…) Bu ikisinin arasındakiler tabii” (Symposion, 203 c-204 c). Anlaşılan o ki, Platon’a göre, her şeyi bilen (ya da bildiğini sanalar) ile bilmediğini bilmeyenler felsefe yapmazlar; felsefe, bilgelik ile cehalet arasında olanların, kendisinin eksikliğini hissedenin yapabileceği bir etkinliktir.  

Üçüncü yanıtı Aristoteles’in saptamalarında görmek olasıdır. Aristoteles’e göre, felsefe, başlangıçtaki bir güçlükten (aporia) (Metafizik, 982b 10), çatışan argümanlardan dolayı deneyimlenen bir güçlükten (Topika VI, 145b) doğup büyüyen bir merak (thauma) duygusuyla başlar (Metafizik, 982 b 10). Yani aporia yoksa, hayret, her ikisi de yoksa felsefe de yoktur. Bu anlamda felsefeyi bir tür ‘philo-aporia’ olarak görmek de olasıdır. Aristoteles şöyle der: “Şimdi olduğu gibi, başlangıçta da, insanları felsefe yapmaya iten şey, hayret (thauma) olmuştur. Onlar başlangıçta açık güçlükler (aporia) karşısında hayrete (thauma) düşmüşlerdir. Daha sonra yavaş yavaş ilerlemişler ve Ay, Güneş ve yıldızlara ilişkin olayları, nihayet dünyanın oluşumu gibi büyük sorunları ele almışlardır. Şimdi bir sorunu fark etmek ve hayret etmek, kendisinin bilgisiz olduğunu kabul etmektir. Şimdi, bilgisizlikten kurtulmak için, felsefe yapmaya giriştiklerine göre, onlar, kuşkusuz herhangi bir faydacı amaçla değil, sırf bilmek için bilimin peşine düşmüşlerdi” (Metafizik, 982 a 15-20). Şu halde bilgisizliğini fark eden insan (bu Platon tarafından sık sık işlenmiştir, özellikle Menon diyaloğu bu bakımdan önemlidir), bu bilgisizlikten kurtulmak için felsefe yapmaya başlar. Aporia’yı görüp, bilgisizliğini kavrayan insan nasıl felsefe yapacaktır? Aristoteles’in yanıtını şu pasajlarda görmek olasıdır: “Bir sorunu çözmek isteyen kimsenin önce onu her yönüyle incelemesi yararlıdır. Bunun da nedeni düşüncenin daha sonra kendisine kendinse erişeceği kolaylığın daha önceki sorunların çözümünü gerektirmesidir ve hakkında herhangi bir şey bilinmeyen bir sorunu çözmek mümkün değildir. Ancak düşüncemizin karşılaştığı güçlük nesnesinin bizzat kendisinde bir soruna işaret etmektedir. Çünkü bir sorunla karşılaşması bakımından ele alınan düşüncenin durumu, zincire vurulmuş bir adamın durumuna benzer. Onun da bu adam gibi ileri gitmesi mümkün değildir. Bundan dolayı (…) sorunları her yönden incelemeksizin araştırmaya girişmek, nereye gitmek gerektiğini bilmeksizin yürümek, hatta belli bir anda insanın aradığı şeyi bulup bulmadığını bilmemek anlamına geleceğinden, önce bütün sorunları gözden geçirmek gerekir. Çünkü aksi takdirde, tartışmanın sonunu açık olarak göremeyiz. O, ancak daha önce sorunları ortaya koymuş olana açık görünür. Nihayet mahkemede karşıt görüşleri savunan insanları dinler gibi birbirine karşıt bütün kanıtları dinleyen bir insan, zorunlu olarak, daha doğru yargıda bulunma imkânını elde eder (Metafizik, 995 a25-35). “Başka durumlarda da olduğu gibi, görünen olguları ve daha önceki sorunları ele alıp böylece bu etkilenimler konusunda tüm genel kanıları olabildiğince göstermek gerek; hiç olmazsa en önemlilerini ve asıl olanlarını. Zorluklar çözümlenir, genel kanılar geride bırakılırsa, yeterince gösterilmiş olacaktır (N. Ethic, VII, 1145b 5). Anlaşıldığı kadarıyla Aristoteles, aporia’nın çözümüne açılan kapısının, onu bütün yalınlığıyla ortaya koymaktan geçtiğine inanmaktadır. Yani önce sorunu iyice saptamak, Platonik meteforla, zincirleri çözmek gerekir. Aksi takdirde, insan hem ne yapacağını bilemesi, hangi yöne adım atacağını kestirmesi ve amacını ortaya koyması mümkün olmaz. Şu halde, aporia’nın çözme yolu, sorunun her yönüyle incelenmesi, sorunun çözümünü gerektiren diğer sorunların görülmesi ve çözülmesi, tıpkı mahkemedeki gibi, farklı iddiaların bir bir ele alınmasıdır. Aristoteles'e göre aporia ortaya konulduktan sonra çözümleri farklı olabilir: Yapılan araştırma; Endoksa’yı (genel kanıyı) genel kanıyı (genel kanılardan yola çıkan akıl yürütme=diyalektik) geçerli kılabilir (N. Ethik, VII, 1145b; Topics, I,100ab). Yeni bir hipotez ileri sürebilir (Peri ouron, II, 219292a). Makul bir çelişkinin varlığına ulaşabilir (E. Ethic, VII,1235b; 1246a). Fakat Aristoteles’e göre, çözüm her ne olursa olsun, felsefi yöntemin canevi, sorunu ortaya koymak ve sorunu çözüme kavuşturmaya çalışmaktır ve bu zor ve ağır bir görevdir. Şu halde Aristotles’in çözümlemesinden çıkan sonuca göre de, insanın bir sorunla karşılaşması, sorunun çözümü konusunda bilgisiz olduğunu fark etmesi ve sorunun çözümünü merak etmesi, insanı felsefe yapmaya itmektedir.

Öyle görünüyor ki, felsefenin mucidi olan Yunanlılar, insanı felsefe yapmaya iten şeyin bilgelik sevgisi, hayret, merak, şaşkınlık, bilgisizliğini fark etme, hissedilen eksikliği gidermek gibi nedenlere bağlamışlardır. Akla şöyle bir soru gelebilir: Bu türden motivler insanı neden felsefeye götürsün ki, aynı motivler, bilime, dinsel düşünceye ve sanata da iletemez mi? Bu soru meşru bir sorudur. Ancak bir modern için meşrudur. Yunanlılarda, felsefe ile bilim arasında bir ayrımın yapıldığı konusu oldukça kuşkuludur. Yunanlılarda bildik anlamda dinden söz etmek de zordur; bu onların inandıkları şeylerin bulunmadığı anlamına gelmez; ama bizim kültür ortamımızdaki gibi bir din mefhumlarının bulunmadığı anlamına gelir. Yunanlıların şair ozanları vardır; Aristoteles onlara teologlar der. O, philosophia kavramlaştırmasına koşut olarak bir kelime oyunu yaparak, philomythos kavramsallaştırmasına da yer verir. Onca, philomythos olan doğal olarak philosophos’tur. Akıl yürütmesi şöyledir: Efsane (mythos), hayranlık verici olaylarla doludur; hayran olan bilgisiz olduğunu bilir; bilgisiz olduğuna inanan bilmeyi arzular; o halde, efsaneyi seven (philomythos), felsefeyi de sever (philosophos. Aristoteles, Metafizik’te Thales gibi ilk filozoflarla, Hesiodos tipi ilk teologları karşı karşıya getirir. Hesiodos tipi teologlardan protoi theologesantes, yani ilk teologlar, eski filozoflardan da protoi philosophesantes, yani ilk filozoflar şeklinde bahseder (Metafizik, 982 b 11, 983 b 28). Ona göre, ilk filozofların temel özelliği, akılcı ispat yöntemleriyle ilerlemeleridir; buna karşın teologlar mythikos sophizomenoi yani mitler aracılığıyla öğretenlerdir. Aristoteles’in bu ayrımı, çok verimlidir; çünkü ilk teologlarla ilk filozoflar arasındaki hem ortaklıkların hem de farklılıkların görülmesini sağlar. Buna göre, ilk teologlar belli öğretiler hakkında bilgi vermeleri (sophizontai) açısından ilk filozoflara benzerler; ancak onların aksine bunu mitsel bir form (mythikos) içinde yaparlar. Onlar neden ve ilke olarak tanrıları temel alırlar, her şeyin onlar tarafından üretildiğini savlarlar; hâlbuki bunları neden olarak konumlandırmak insan kavrayışını aşar (Metafizik, 1000 a 5-1000 a 18).

Yunanlıların bu bakışına rağmen zaman içinde, bilim, din, sanat, felsefe gibi alanlar birbirinden bağımsızlaşmıştır. Modern anlamda felsefe, büyük ölçüde, dış dünya (buna nesneler dünyası ve kültür dünyası dâhildir), düşünce (özne) ve dil ilişkileri ile bu ilişkilerin doğurduğu sorunsallara, bu sorunsallar üzerine oluşturulmuş düşüncelere, ileri sürülmüş savlara rasyonel, rekfleksif, çözümsel, eleştirel ve diyalektik biçimde yaklaşan bir disipline dönüşmüştür. Bu yaklaşımların her birisi kanımca, temellendirme ve gerekçelendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu durumda felsefe, karşıt savlarla diyalektik içerisinde, rasyonel uslamlamayla yeni savlar ileri sürmek ve bu savları gerekçelendirmektir. Böylesi gerekçeli, felsefi bilgi türü, kanımca sadece filozoflara ve felsefe öğrencilerine değil, hemen herkese gereklidir. Çünkü diğer bilgi türlerinin, yani bilimsel, dinsel, sanatsal vb. insanın felsefi sorunlarına tüketircesine yanıt verebilmeleri zordur. Örneğin, yaşamın anlamı nedir, iyi nedir, güzel nedir, bilgi nedir, hakikat nedir gibi pek çok nedirli soru ile insan zihni gerçekliği olduğu gibi bilebilir mi, dil gerçekliği olduğu gibi yansıtır mı, x’e inanmak için ne türden gerekçelerim var, varlık, bilgi ve değere ilişkin görüşlerim tutarlı mı, oluşturduğum uslamlamanın temelleri neler, uslamlamamda mantıksal bir hata var mı, uslamlamada kavramları yerli yerinde kullanıyor muyum vb. sorulara, kanımca felsefeden başka yanıt verecek bir disiplin bulunmamaktadır. Bu tür sorular, inançlarımıza, düşüncelerimize, refleksif ve eleştirel bakma olanağı sağladığı gibi, kavramsal dünyamızı ve farkındalıklarımızı zenginleştirir, hoşgörümüzü artırır, dili kullanma becerimizi yetkinleştirir, farklılıkların farkında olmamızı sağlar ve demokratik tutumu içselleştirmemize zemin hazırlar. Bize kafasını omuzlarının üzerinde taşıyan birey olma, kişi olma, insan olma yolunu açar. Bu nedenle birey olma, kişi olma ve insan olma yolundaki herkes için felsefe yapmak kaçınılmazdır.  

Burada son bir noktanın daha altını çizmek gerekir: Felsefe dilimizde, hem esnek hem de yer yer kötü kullanımları olan bir sözcüktür. “Felsefe yapma” denildiği gibi, “felsefe yaparsan dinden çıkarsın”, “benim hayat felsefem şudur”, “felsefe kafa karıştırır” vb. deyişlerle sık sık karşılaşılır. “Felsefe sorun çözmez sadece kafa karıştırır” deyişi de bunlardan birisidir. Aslında dilde var olan kültürde var olanın bir tür dışa vurumudur. Bizim kültürümüzde, kanımca felsefeye ilişkin üç temel yaklaşım vardır; birincisi felsefeyi çok yüceltir; “felsefe çalışıyorum” dediğinizde sizi yere göğe sığdıramaz; büyük, zor ve yüce bir iş yaptığınızı düşünür. İkincisi, felsefeyi aşağılar, dinsizliğin aracı olarak görür, felsefeyi küfürle iç içe sokar. Sanırım bu tutumun temelinde İslam filozoflarını dinsizlikle suçlayan Gazzâlî’ci geleneğin büyük rolü vardır. Üçüncüsü ise, felsefeyi boş ve yararsız bir uğraş olarak görür. Kanımca bu yaklaşımların hiçbirisi felsefeyi doğru yansıtmamaktadır. Felsefe bir düşünce biçimidir ve daha önce de dile getirdiğim gibi, bilim, din, sanat vb. etkinliklerin ele almadığı farklı soruları ele alır, temel inançlarımızı sorgular, düşünce berraklığına ulaştırmayı hedefler. Felsefenin ele aldığı sorular üst düzey sorular olduğu ve yaklaşımı olabildiğince kavramsal ve çözümsel olduğu için, ilk bakışta zor görünebilir. Ancak dıştan bakılınca matematik de zor görünür, içine girince anlaşılır ve pek çok sorun çözülür. Felsefe de böyledir; içine girilince görülür ki, ileri sürülen kimi sorunları çözer, kimilerini ise çözemez. Matematik de her matematik problemini çözemeyebilir. Bunda garipsenecek bir şey yoktur; ama çözmeye çalışır. Felsefenin sorun çözemediğini söyleyenler ile her şeyin çözümünü felsefeden bekleyenler, felsefe etkinliğinin içine girmeyenler, felsefe yapmaya yönelmeyenlerdir. Tarihsel veriler gösteriyor ki, bir toplumda felsefe kültürü gelişkinse bilim de gelişiyor, gözlemler bunu gösteriyor. Yine felsefe algısı yüksek olan toplumlarda, insan hakları, demokrasi ve özgürlükler vb. gelişiyor. Eğer felsefe sorun çözmeyip salt sorun yaratıyorsa, bu gözlemleri nasıl açıklayacağız? Felsefe, elbette büyülü bir değnek değildir; her sorunun çözümünü ondan beklememek gerekir, öte yandan sorun çözmez sorun yaratır ve kafa karıştırır deyip onu bir kenara da itmemek gerekir. Felsefe kafa karıştırır diyenlerin kafalarını düzenlemek için herkesten daha çok felsefeye, felsefe yapmaya gereksinimleri olduğunu düşünüyorum. Tekrar etmek pahasına söylemek gerekirse, tarihsel veriler, felsefi düşünce ile kültürlerin ‘sürekli aydınlanması’ arasında, köklü bir ilişkinin olduğunu göstermektedir. Bir kültürde, felsefi düşünce bir biçimde kök salabiliyorsa, o kültürde belli bir aydınlanma süreci yaşanmakta, felsefi düşünce krize girdiğinde ya da kötürümleştiğinde, bir bütün olarak kültür dinamizmini yitirmekte, durağanlaşmakta ve bir süre sonra da kendini yeniden üretemez hale gelmektedir. Bunun örneklerini, Helenistik dönemde, Hıristiyan ortaçağında ve Doğu İslam dünyasında 13. yüzyıllardan sonra yaşanan süreçte gözlemlemek olasıdır. Bu neden böyledir? Kuşkusuz sorunun yanıtı, üretim ilişkilerine ve toplumsal yapıya değin uzanan karmaşık çözümlemeleri gerektirmekle birlikte, ilk bakışta şunları söylemek olasıdır: Felsefi düşüncede öne çıkan sorun odaklı eleştirel yaklaşım, hakikati buldum diyen dogmatik düşünceleri saf dışı etmekte, farklı düşüncelerin, karşıt savların serbestçe tartışılabileceği demokratik bir ortamın oluşumuna katkı sağlamakta, refleksif düşünme biçimiyle ortaya konan karşıt söylemlerin köklü bir analizini yapmayı olanaklı kılmakta, kavramsal çözümlemeler ve mantıksal uslamlamalar yoluyla var olan düşüncelerin kritik edilmesine olanak sağlamakta, daha da önemlisi, bilgi ve değer üretiminin önündeki engelleri kaldırmaktadır. Aristoteles’in (Metafizik, 982 a 15-20; 995 a 25-35) de işaret ettiği gibi felsefe, özde başlangıçta algılanan bir güçlükten (aporia), çatışan argümanlardan dolayı deneyimlenen bir sorundan doğup büyüyen bir merak duygusuyla başlamaktadır. İşte sürekli aydınlanmaya aralanan kapı, philo-aporia (sorun-sevgisi), philo-thauma (merak-sevgisi) olarak da nitelendirebileceğimiz felsefenin, çatışan tezlerin, soğukkanlılık ve büyük bir sabırla, akılsal, eleştirel çözümlenişinden geçmektedir. Bu süreç, doğası gereği eleştirel düşünen, sorgulayan, analiz eden, körü körüne inanmayan, olup bitene olduğu gibi itaat etmeyen, değişim ve dönüşümü talep eden ve sürekli aydınlanma peşinde ilerleyen, bilgisizliğinin farkında olan meraklı bireylerin yaşam bulmasını olanaklı kılmaktadır. Bu anlamda, bir kültürde felsefi düşünce kök saldığında, doğal bir biçimde o kültürde bilim, estetik, etik, siyaset, edebiyat vb. etkinlikler çok boyutlu bir perspektifle yaşam bulmakta ve ciddi diyalektik gelişmeler göstermektedir. İşte sırf bu yüzden, felsefe yapmak, insanları felsefe yapmaya teşvik etmek ve felsefe yapanları el üstünde tutmak gerekmektedir.