Toplumsal cinsiyet nedir?
Doç. Dr. Hatice Karakuş ÖZTÜRK: Toplumsal cinsiyet aslında bir tanımlamadır. Sadece kadın değil erkeği de içine bir formülasyondur esasında. Her iki cinsin sahip olması gereken imajı tanımlayan bir kavramdır. Bu tanımlama bir yönüyle de güç ilişkisinin yönünü tayin eder. Hayatımızda dahil olduğumuz gruplarımız vardır. Aile, mahalle, akrabalık, toplum gibi. Bu gruplarda hiyerarşinin kurulması ve ilişkinin bir doğrultuda seyir göstermesi istenir. İşte bunun yolu bahsi geçen bu ve buna benzer tanımlamalardan geçer. Herkesin rolünü ve ondan bekleneni netleştirdiğiniz anda grup ilişkileri yoluna girer ve güç istenilen şekilde yönlendirilir. Konunun akademik detayına inecek olursak 70’li yıllarda oluşmaya başlayan bir kadın hareketi var. Bu çalışmalarda odaklanılan konu şuydu. Erkeklerin egemen olduğu bir yapıda -ki bilimi ve politikayı özellikle kapsıyor - kadınlar neden geri planda? Ayrıca kadın ve erkek arasında evet bir biyolojik farklılık var ama her şeyi bu farkla açıklayamazsınız. Kadın ve erkek arasında oluşan farkı açıklamak için doğal faktörlerin yanında başka faktörleri de ekleme ihtiyacı baş gösteriyor. Örneğin hamilelik biyolojik cinsiyetle ilişkilidir ancak annelik biyoloji ile açıklanamaz. Dolaysıyla cinsel farklılığın sosyal izlerini takip etme ihtiyacına bağlı olarak toplumsal cinsiyet kavramı sosyal bilimler literatüründe bir yer edindi diyebiliriz. Biz bu kavramla cinsel kimliklerin inşa edilme süreçlerini analiz etmeye çalışırız.
Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasında ne gibi farklar vardır?
Doç. Dr. H. K. ÖZTÜRK: Tarih boyunca insanlık kendini hep bir sınıflandırmanın içine dahil etmiştir. Sınıf, ırk, millet vs. Bütün bu sınıflandırmalar insanın varoluş sürecinin bir parçası aslında. Cinsiyet de bu sınıflandırmalardan birisidir. Doğduğunda sadece biyolojik bir varlık olan insan süreç içinde sayısız sosyal sürecin bir aktörü olmaya başlıyor. Yazılan bu hikayenin elbette kurallarının olması gerekiyor. Çünkü öncelikle olan sistemin istediği kadınlık ve erkeklik algısının inşa edilmesidir. Toplumsal cinsiyet İngilizce de Gender olarak karşılık bulurken biyolojik cinsiyet ise Sex olarak karşılık buluyor. Toplumsal cinsiyet yani gender da toplumun her iki cinsi için oluşturduğu kalıplar vardır. Bu kalıplar önemli çünkü ortaya çıkan kalıp düşünce ile iki cins arasındaki farklılıkları ortaya koyabiliyorsunuz. Biyolojik cinsiyette ise bireyin genetik olarak öteki cinsten farklılaştığı değiştiği özellikler olarak kavramsallaştırılmaktadır. Biyolojik cinsiyetimiz bizim vücut kimyamız tarafından şekillendirilir. X Y kromozomlarının dağılımı diyebiliriz. Doğduğunda biyolojik bir yapı olan insan süreç içinde toplumsal olarak büyütülmeye başlanıyor. Toplumun beklentileri, kültürü ve inanç sisteminin oluşturduğu bir yapı içinde toplum tarafından verilen kadınlık ya da erkeklik hallerine dahil oluyor. Yani toplumsal cinsiyetin inşası insan daha ufacık iken yapılmaya başlanıyor denilebilir. Bebeklikte tercih edilen renkten tutun da aslanım, paşam prensesim gibi ifadelere kadar çok yönlü olarak süreç işlemeye başlıyor.
Toplumsal cinsiyet her birimizi nasıl etkiliyor?
Doç. Dr. H. K. ÖZTÜRK: Bu soruyu her iki cinse göre farklı olarak değerlendirmek lazım esasında. Çünkü doğduğumuz andan itibaren başlayan süreç kadını ve erkeği farklı bir hikayenin içine dahil ediyor. Şöyle ki bu süreçte erkekliğin ve kadınlığın sembolleri farklı olarak tasarlanıyor. Erkekte güç istenci öne çıkarken kız çocuklarının daha sakin ve ılımlı olması gibi bir sonuçla karşılaşıyoruz. Toplum erkek için kuralları sert bir hayat yarattığı için bu hayatta tutunabilmesi için de erkekten güçlü olmasını istiyor. Ve gücün her alanda kendini göstermesi önemli. Erkek aslında her alanda hep bir gücü ispatlama telaşı içinde. Hem kamusal hayatta hem özel hayatta bütün çabaları hep bu ispat etme telaşının sonuçları aslında. Güçlü bir eş ve baba olma, iyi bir işe sahip olma ve mümkünse iyi para kazanma ve yine mümkünse bir mülkiyete hükmetme iradesinin onda olması beklenir. Erkekliğin yazılış tarihinin farklı toplumlardaki hikayelerine bakıldığında sert ve dayanıklı erkek için hazırlık ritüellerinin olduğunu görmek mümkün. Çünkü dayanıklı olan erkek artık sisteme girmek için hazırdır. Bunun hikayesi aslında çok çok gerilere gidiyor. İnsanın avcı toplayıcı olduğu dönemlerde sel, fırtına vahşi hayvanlar ile mücadele etme ve vahşi doğa koşullarında gıda aramak hep erkeğim meziyetleri arasında idi. Ancak dayanıklı ve güçlü olan erkek bu sistem içinde tam anlamıyla erkek olabilirdi. Günümüzde evet bu vahşi yaşam koşulları yok ancak erkeğin yine de güçlü olması isteniyor. Dağlara taşlara çıksın geyik avlasın getirsin demiyoruz ama eli kolu uzun olsun, sağlam bir geliri olsun ve aileye kaynaklarını aktarabilecek mülkiyetin bir ucundan tutsun isteniyor. Yani koşullar değişti ama istekler aslında pek değişmedi. Hala çocukları güç içeren ifadeler ile seviyor güce vurgu yapan erkek isimlerini tercih ediyoruz. Aslan oğlum, paşam gelmiş, kralsın sen şeklindeki hitapları dışarıdaki insan kadar okuldaki öğretmen de kullanıyor. Demir, Doruk, Şahin, Eymen, Efe gibi isimler hala en parlak erkek çocuk isimleri. Duygu ve erkek kavramının yan yana gelmesi hep bir tepki ile karşılaşıyor. Neden? Çünkü duygular güç için bir tehlikedir. Duygular çok fazla devreye girerse gücün sınırlarını zorlayabilir. Bunlar işte hep güç istencinin masum halleri aslında. Gücü istediğimizi söylemiyoruz ama bu istek işte bu tercihlerimizde örtük bir biçimde açığa çıkıyor. Sistem erkeğin gücü üzerine kurulduysa oyuncu da oyunu bu sermayeye göre oynayacak. Erkeğin sermayesi ne yazık ki güç oluyor. Şimdi bunlar basit gibi görünüyor ancak bu bir inşa süreci. Toplumsal cinsiyetin her iki cinse göre inşa edilmesinin yapı taşları aslında. İşte bu süreç toplumsal cinsiyetin erkeği yaratma şeklidir. Kadın ise bu hikayeye tamamlayıcı bir rolde dahil oluyor. Çünkü hayat aslında puzzle gibi ve her parçanın uyumlu bir şekilde iç içe geçmesi gerekiyor. Çünkü karşı cins bizim aslında bir aynamız. Kendi cinsimizin inşası karşı cinsin varlığından geçiyor. Dolayısıyla kız çocuğu için ise şöyle bir eğilim var. Eski anlayış elbette değişti. Artık kamusal hayata dahil olan bir kadın profili var. İstisnai örnekler olmakla birlikte kadınlar evet okusun meslek sahibi olsun ama ana rollerini asla ihmal etmesin. Meslek sahibi olsun ancak çocuğu ve evliliği ihmal etmesin. Kadın Kamusal hayata geçiş yaptı. Toplum bunu sevdi ve istedi. Yani toplum kadını sadece evde istemiyor. Kamusal hayatta da olsun görünsün istiyor. Ama toplumun istediği bir şey daha var. Özel hayat bundan asla etkilenmesin. O nedenle özel hayat anlamında ailenin korunması ve devamlılığı için kız çocuklarının nispeten ılımlı bir yapıya uyumlu olarak büyütülmesi önemli. İşte bunun temelleri aile gelecekte bir sürprizle karşılaşmasın diye ufacık iken atılıyor. Kız çocuklarını büyütülmesi konusunda tercih edilen bu tavrın son dönemlerde ortaya çıkan yeni bir durumla da bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Bizim toplumumuzda anne babaya bakım önemli bir mesele. Büyük şehirlerde yaşasak da huzurevleri fikrinin oturması epey bir zaman alacak. Ve dikkat edin ebeveyne bakan çocuğun cinsiyetinde son zamanlarda bir değişim var. Bu toprakların kültüründe anne baba erkek çocuğun hayatına dahil olur. Ama artık ebeveynler kız çocuklarına yatırım yapıyorlar. Çünkü onlar bu bakım işini sorgulamıyorlar. Erkeğin evlilik ile birlikte kurduğu yeni hayatında çeşitli sebepler ile erkeğin ebeveynine artık yer açılmıyor. Geleceğin bakım işi kız çocuktan bekleniyor artık. İşte kız çocuklarının başlangıçta bahsettiğimiz kalıplara göre büyütülmesinin son zamanlardaki sebebi bu bence. Kamusal hayat da bu nedenle önemli Çünkü kendini garanti altına aldığı vakit ilerdeki bu sorumluluğu sahiplenmesi de kolay olacaktır.
Toplumsal cinsiyet çalışmaları neden önemli?
Doç. Dr. H. K. ÖZTÜRK: Bu sorunun cevabını iki konuya odaklanarak verebiliriz. İlki mevcut toplumsal cinsiyet algısının yaratığı sosyal sorunlar vardır. Bu sorunlar toplumu yoruyor ve geriyor. Bu sorunlara çözüm üretmenin yolu bu tür çalışmalardan geçiyor. Sorunu ve çözümü bulmak ve toplumu iyileştirmek gerekiyor. O nedenle bu çalışmalar fazlasıyla yapılmalı. İkinci olarak da değişimin izlerini sürmeliyiz. Yani her çağ kadını ve erkeği kendi ihtiyaçlarına göre şekil veriyor. Peki bu ihtiyaçlar hiç mi değişmiyor? Elbette ki değişiyor. Ancak toplumsal cinsiyet algısı bu değişime pek ayak uydurmuyor. Yani iki yüzyıl önce çeşitli gerekçelerle bir toplumsal cinsiyet algısı yaratılıyor. Bu algı iki yüzyıl sonra geçerli olabilir mi? Normal koşullarda olmaz. Olmamalı. Ancak sosyal meselelerde değişim zordur. Bir doğru oluşur o doğru sizi bilmem kaç kuşak takip eder. Peki, toplumu bu şekilde kendi haline bırakabilir miyiz? Elbette ki hayır. Topluma yeni dünyalar, yeni hayatlar ve yeni roller hakkında bilgi vermek onları bilgi düzeylerini artırmak zorundayız. Bu çalışmalar ile ortaya çıkan sonuçlara göre kadın, erkek, aile, herkes yeniye göre rollerini öğrenmeli. Misal kadın eski kadın mı? Hayır. Ama hala toplumda kadının bilmem kaç yüzyıl önceki gibi olmasını isteyen eğilimler var. Bu mümkün mü? Değil ama bu istek var. İşte bunlar bu çalışmaların sayısı ve sonucuna göre değişmeli. Kısaca bu çalışmalar toplumdaki değişimin yönünü tayin edecektir.
Toplumsal Cinsiyetle Feminist hareketler arsında bir bağ var mı?, varsa bu bağ nasıl gelişmiştir?
Doç. Dr. H. K. ÖZTÜRK: Feminizm bilindiği üzere farklı ırk, din, sınıf kültür ya da milletten gelen kadınların tarih boyunca üzerlerinden kurulan baskının nedenlerini sorgulayan bir alandır. Hem feminizm hem de toplumsal cinsiyet teorilerinin çıkış noktası cinsiyettir. Her ikisi bu alan üzerinden yoğunlaşmaktadırlar. Özellikle kadın kimliğinin geçmişi bugünü ve geleceği konusunda yapılan tartışmalar feminist ekolden destek alınarak yapılmaktadır. Feminist tartışmalar için toplumsal cinsiyet kavramı hem betimleyici hem de açıklayıcı bir özelliğe sahiptir. Birçok feminizm türü (Liberal, Radikal, Kültürel, Marksist Feminizm) her biri kadının toplumsal cinsiyet rollerine kendine penceresinden bir açıklık getirmeye çalışmaktadır. Feminizmin ilgi alanlarına baktığınızda hepsinde toplumsal cinsiyetin izleri vardır. Kadının özgürleşmesi, ataerkillik, toplumsal cinsiyet eşitliği, cinsiyet siyaseti gibi hepsi esasında yukarda bahsettiğimiz toplumsallaşma sürecinde yaratılan rollere karşı bir ses yükseltmedir. Kadınlar üzerinden var olan ve sürdürülmeye çalışılan yapısal baskının dinamiklerine bir eleştiridir feminizm. Feminist hareketler her dönem kendine bu konuyu ilke etmiştir. Kadının yoksullaşması, kadın emeği, kadın istihdamı, cinsiyet ve sınıf temelli ayrımlar ve eşitsizlikler gibi pek çok konu feminist hareket içinde kendine yer bulmuştur.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin neden olduğu toplumsal sorunlar nelerdir?
Doç. Dr. H. K. ÖZTÜRK: Dünya kadın ve erkek üzerine kurulu. Bu iki cinsin ilişkisini şekillendirdiği bir yapı mevcut. Bu iki cins arasındaki ilişki sorunlu olduğunda yapılarda da sorunlar baş göstermektedir. Yapı derken toplumsal yapıyı kastediyoruz. Toplumsal yapı içinde bütün bireylerin irtibat halinde olduğu kurumlar vardır. Aile, eğitim, siyaset, din, hukuk, ekonomi, sağlık gibi. Şimdi dikkat edin gündelik hayatta sürekli olarak konuştuğumuz toplumsal sorunlar hep bu yapılarla ilgilidir. Kadın ve erkek ilişkisinde pürüzler giderilmediğinde kurumlar bunun sinyalini verirler. Örneğin kadın cinayetleri aile kurumunda baş gösteren en önemli sosyal sorundur. Erkekler evli olduğu ya da olmadığı kadınları katlediyorlar. Cinsiyet eşitliği ilkesi hayat bulsa ve zihinler bunu kanıksasa inanın bu sorun büyük ölçüde azalır. Gelelim eğitime. Tarih kız çocuklarının erkek çocuklar karşısındaki ikincil durumuna örnek gösterilecek pek çok detaya sahip. Kız çocukları cadı oldu, kurban edildi. Bu düşünceye bağlı olarak okutulmadı. Günümüzde dikkat edin kadın ve teknik kelimeleri yan yana pek gelmez. Çünkü kadın tekniğin bir parçası değildir. Çünkü kadın dünyayı değiştiren bir cinsiyet hiçbir zaman olmadı. O değişen dünyanın farklı boyutlarda bir parçası oldu. BU saptama yüzyıllar öncesine gidiyor ancak günümüzde bunun sonuçlarını görmek çok hazin. Bir kadın uzaya gittiği zaman bütün medya bunu haber yapıyor. Neden? Çünkü bu hikayenin içinde biz kadınları hiç görmedik. Dolaysıyla bu eşitsizlik düşüncesi bu kurum içindeki rolleri de belirliyor. Okullara bakın kadın müdür sayısı çok azdır. Hem de inanılmaz azdır. Neden eğitim kurumu içinde çocuk eğitimi kadınla ilişkili görülür. Yüzyıllarca hep böyle oldu. Çocuk ve kadın iç içedir. İlkokul öğretmenleri hep kadındır. Ama gelin görün ki bu kurumları sevk ve idare etme becerisi erkeğe aittir. Bunu her alanda görürsünüz. Kadın rektör, kadın baş hekim, kadın genel müdür, kadın başbakan vs. liste uzar gider. Bu bir sorundur. Evet kadınlar kamusal hayatta çalışıyor. Ama dikkat edin mevcut toplumsal rollerini pekiştiren rollerle kamusal hayattalar. Bu döngü böyle gidiyor. Değişmiyor. Son olarak hukuk kurumunun kadınlar ile ilgili aldığı kararlar var. Gerek cinayet davalarında gerekse başkaca kadın meselelerinde hukuk sistemi bu eşitsizliği kamufle eden bir reflekse sahip. Yapılan indirimlere bakın. Bunu çok net görebilirsiniz. Erkek tahrik olursa yaptığı şey makuldür. Çünkü tahrik olmuştur. Çünkü şüpheye düşmüştür. Bu şüphe varsa sisteme göre kurallar işler. Cinsiyet eşitliğinin olduğu yerde hukuk böyle işlemez. İki cins arasında ilişkiyi istenilen şekilde kurmazsanız kadın ve erkeğin dahil olduğu bütün toplumsal kurumlarda pürüzler olacaktır. Ve pürüzler uzun vadede toplumun yapısını da etkileyecektir. Mesela hukuk kurumuna güvenmeyen insanlar, aile kurmak istemeyen kadın ya da erkekler ortaya çıkacaktır. O nedenle kurumlarda ilişkinin dengeli bir şekilde kurulması önemlidir.
Kadınların cinsiyet rolü tutumları sizce nasıl?
Doç. Dr. H. K. ÖZTÜRK: Sosyal bilimlerde herhangi bir meseleyi değerlendirirken çok yönlü olmak önemli bir ayrıntıdır. Tek yönlü bir bakış açısı sizin bazı gerçekleri kaçırmanız gibi bir sonucu ortaya çıkarabilir. Toplumsal cinsiyet meselesinin detaylarına indiğimizde karşımıza çıkan aktörler ve süreçleri açıkladık. Ancak bir sosyal bilimci olarak şunu da düşünmek zorundayız. Ortaya çıkan bu tabloda kadınlar bu hikayede rollerini tam oynadılar mı? Ya da o çok şikayet ettikleri sistemin yaratılması noktasında kadınların duruşu nasıldı? Bunları düşünmek ve dillendirmek zorundayız. Röportajın başından itibaren bir tablo ortaya çıkardık. Mevcut tablo sistemin istediği bir sonuç. Ancak ne yazık ki bu sonuca katkı sunan kadın tavırları da var. Yani bu sonuç sadece erkeğin tek başına yarattığı bir durum değil. Güç sadece erkeğe ait olan bir istek değil. Gücün bir tarafı olmak isteyen bir kadın da var. Ve kadınlar sistemin kendilerini zorladıkları ölçüde güce giden yolda sistemin kurallarını belki de kanıksadılar. Burada bir kavramın rehberliğinde devam etmek isterim. D. Kandiyoti Ataerkil Pazarlık olarak ifade edilen bir kavramı ortaya atıyor. Kadınların sistemle nasıl uyumlu oldukları ve sistemin olası sorunlarına karşı nasıl stratejiler geliştirdiklerini anlatan bir kavram. Kadınlar onları eziyor gibi görünen sisteme en az erkekler kadar bağlı olabilirler. Yani kadın bu egemenlik sistemi bir ölçüde pazarlığa oturuyor olabilir. Kadınlar içinde yer aldıkları yapıyla, yani toplumla kendi durumları arasında denge kurmaya çalışıyorlar. Erkek çocuğuna yapılan yatırım biraz önce belirttik erkeği aslanım paşam gibi sevmeler, evlilik kurumuna sorgusuz bağlılık bu pazarlığın bazı sonuçlarıdır. Kadın biliyor ki bu sistem içinde tek başına güç devşiremeyecek. O nedenle bazı stratejiler yapıyor. Erkek çocuğa yatırım yapıyor çünkü biliyor ki bu çocuk gelecekte onun garantisi olacak. Evlilik istiyor çünkü biliyor ki bu kurum içinde statü kazanacak ve korunacak, kollanacak. Yani kadın sistemle işbirliği yaparak güçlenmenin yollarını arıyor. Aslında kadın kendine bir alan açmaya çalışıyor. Oyunu sistemin kurallarıyla oynuyor. Böylece nefes alabileceği bir alan yaratmış da oluyor. Bunun çok örneği vardır. Kadının meslek olarak öğretmenliği seçmesi, bir sorunla karşılaştığında bu sizin annenizin, kız kardeşinizin başına gelse ne yapardınız demesi hep sistem ile entegre olmuş kadın cevaplarıdır. Olayı böyle değerlendirdiğimizde bu pazarlık gereği kadınlar sistemin öngördüğü toplumsal cinsiyet rollerini haliyle pekiştiriyorlar. Sistemin istediğini kendi istediklerini elde etmek için yaşatıyor olabilirler. Hal böyle iken sistemin dikte ettiği rolleri oynuyor. Evet bunlardan şikayet ediyor ama bilerek ya da bilmeyerek bu rolleri hem kendi davranışları içinde hem de özellikle çocuk büyütme aşamasında canlı tutuyor.
Hint-Avrupa dillerinde kadın ve erkeklerin dışında cinsiyetsiz veya Nötr olarak nitelendirilen kişileri toplumsal cinsiyet açısından değerlendirir misiniz?
Doç. Dr. H. K. ÖZTÜRK: Son zamanlarda dünyada bir cinsiyetsizlik modası olduğu doğrudur. “Akışkan cinsiyetler” şeklinde bir ifade de kullanılıyor. Cinsiyet meselesi her dönem tartışılmıştır. Ve bu tartışma zamanın ruhuna göre farklı yönlere evirilmiştir. Bu dönemin yeni kavramı da akışkan cinsiyetler şeklinde kendini gösteriyor. Bu düşünceye yakın olanlar cinsiyetleri olmadıkları tezinden yola çıkarak hayatlarını yaşamak istiyorlar. Bu bir nevi toplumun genel sınıflandırmalarına karşı verilen bir tepki ya da bir reddiye. Çünkü toplum insanları iki cinsiyete göre kategorize ediyor. Bu sınıflandırma üzerinden hayatlar ve roller belirleniyor. Ve toplum buna göre bir şekil alıyor. Şimdi mevcut cinsiyetin dışında başka bir alternatif üretildiği zaman başka bir hayatın denklemi kuruluyor denilebilir. Akışkan cinsiyet kendini hem erkek hem kadın olarak tanımlayan dinamik bir sentez. Bu insanlar kendilerini bir cinsiyete ait hissetmiyorlar. Şu mesajı veriyorlar. Cinsiyet benim. Bunu sen belirleyemezsin. Benim yolculuğumun kurallarını ben belirledim diyerek toplumun genel kabul ve kalıplarından kendini sıyırıyor. Tabi bu akım şimdilik belli bir kesimin düşüncesi. Halk tabanına yayılır mı göreceğiz. Şimdilik moda dünyasında etkin. Çünkü bu dünyada isteklerin ortaya çıkması doğal. Aslında moda bu tür farklı düşüncelerden besleniyor. İki cins arasındaki sınırlar ortada kalktığı vakit yeni kurallar yeni doğrular devreye girer.
Kadınlığın toplumsal inşasını sosyoloji nasıl ele alıyor? Hangi düşüncelere yer veriyor?
Doç. Dr. H. K. ÖZTÜRK: Her konuda olduğu gibi bu konuda da çok fazla görüş var. Genel hatları ile bir çerçeve çizmek mümkün ama. İlk olarak biyolojik özelliklere vurgu yapan görüş ele alınabilir Kadın ve erkeğin biyolojik özelliklerinden yola çıkan bir açılıma sahip. Zaman zaman medyada aslında bu düşünceyi yansıtan haberleri görmek mümkün. Kadın ve erkeğin biyolojik özelliklerinin kısıtlanması tezini işliyor. Örneğin kadın erkek beyninin kıyaslanması, kadınların duygusal olmasının sebebinin beynin salgıladığı bir sıvıya bağlanması, gibi pek çok örnek verilebilir. Kurama göre testosteron erkek beyninin rekabete ya da eyleme daha ilgili olmasını ve pek çok alanda atak ve önde bir profil sergilemesini sağlıyor. Bu kuramın savunucuları düşüncelerinin bilimsel boyutları olduğunu söylüyorlar ancak kadının ikinci olmasının gerekçelerini açıklayabiliyorlar mı orası biraz muğlak. Yani bu biyolojik farklılığın sosyal ve siyasal yaşamdaki farklılığın gerekçelerini açıklayamıyor. Misal bu biyolojik özellikler her kadında aynı peki neden her kültür farklı bir kadın profili yaratıyor? Bazı kuramlar ise cinsiyet rollerinin sonradan kazanıldığı tezini işlemektedirler. Sosyal yaşamlar, toplum, aile, kişisel tercihler, başkaları gibi faktörler cinsiyeti belirlemektedir. Bu görüşler biyolojik kuramın yetersiz kaldığı alanlara ışık tutmaktadırlar. Ancak yine de bunlar da çok yetkin değiller. Kuramlardaki bu boşluk haliyle yeni açılımlara gebe kalmıştır. Şöyle ki toplumsal cinsiyet olgusunun bütün sistemlerde önemli bir rolünün olduğu fark edilmiştir. Gündelik hayat, hukuk, kalkınma, eğitim, aile gibi pek çok analizlere toplumsal cinsiyetin dahil edildiğini görüyoruz. Kimi kuramlar ise sorunu iş gücüne katılım ile ilişkilendirmektedirler. Kadının özgürleşme yolu işgücü içinde kazanacağı güce bağlı olacaktır savı işleniyor. Ve kadınlar bu şekilde devrimci bir ruha sahip olacaklar. Ayrıca şöyle bir bakış açısı da var. İnsanların çoğu sosyal hiyerarşinin egemen olduğu bir düzeni isterler. Ve baskın konumda olanlar için kaynakların eşitsiz dağılımı önemlidir. Böylece zayıf olanlar belli bir kaynak ile yaşamaya zorlanırlar. Bu haliyle kuram kadın ve erkeğin farklı sosyal ve politik güçlere sahip olmasını irdeler. İşte bu nedenle her toplum farklı kadınlar yaratır. Misal bir toplumda kadın zina yaptığı gerekesi ile taşlanırken başka bir toplumda bu muameleye maruz kalmaz. Ancak en nihayetinde örnekler farklı olsa da dünyanın hiçbir yerinden kadınlar erkeklere karşı baskın grupta yer almazlar. Bunu sebebi bireylerin sosyal hiyerarşilerin oluşmasına duyduğu istektir. Bu bir nevi sistemi meşrulaştıran bir mekanizmadır. Kültürler, devletler, milletler asla eşit değildir. Yani doğa da olan bir kanun vardır bazıları diğerlerinden üstündür bu nedenle bir grubunu diğer grubu yönetmesi söz konudur. İşte bu kurama göre bu düşünce toplumdaki eşitsizlikleri ve adaletsizleri meşru bir zemine taşımaktadır. Bu mantığa göre erkeklerin sosyal baskınlık yönelimi kadınlardan fazladır. Misal daha önce de belirttik kadınlar öğretmenlik ya da hasta çocuk bakımı gibi mesleklere yönelirken erkek askerlik, iş adamı gibi alanlara gidiyorlar. Cinsiyet şema kuramına göre de cinsiyet kimliğinin oluşması için çocuğun kendini ve diğerlerini erkek ve kadın olarak etiketlemeyi başarması gerekir. Kültür zaten büyük ölçüde bu ayrım üzerine inşa ediliyor. O nedenle çocuklar bu bilgi sürecini öğrenerek büyürler. Çocuk bu cinsiyet şeması sayesinde kem kendi bilgilerini hem de diğer cinsin bilgilerini analiz eder bir yandan da bütün bu bilgileri toplum lehine örgütler. Ve sonuçta çevreden gelen bilgileri bu şemaya göre kodlar. Böylece kalıp yargılar yerleşir.