Rukiye BALTACI
Eğitim tarihimizde bir kuyruklu yıldız gibi parlayan İsmail Hakkı Tonguç, 1897’de bugün Bulgaristan topraklarına dahil olmuş olan Silistre ili Tatar Atmaca Köyü’nde doğdu. Köyün yoksul ailelerinden birinin çocuğu olan Tonguç, okumak için annesinin desteğini de alarak bir sabah erkenden herkes uyurken evden çıktı. Vatanseverliği ve çalışkanlığının bir araya gelmesi sonucu Türkiye Cumhuriyeti’ne çok büyük hizmetlerde bulunacaktı.
İstanbul’a geldikten sonra çeşitli güçlüklere rağmen Kastamonu Darülmuallimin’e (Erkek Öğretmen Okulu) kaydolmayı başardı. Bir buçuk yıl sonra İstanbul Darülmuallimin’e nakil olarak dönemin en nitelikli eğitimcilerinden Satı Bey’in öğrencisi olma fırsatını yakaladı. Öğretmen okulundaki eğitimini tamamladıktan sonra dil eğitimi almak amacıyla Almanya’ya gönderildi. Burada iken Alman köy yaşamını, tarım çalışmalarını gözlemledi. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanması ve yurdumuzun çeşitli yerlerinin işgalinden dolayı eğitimini tamamlayamadan döndü ve Eskişehir Darülmuallimin’de öğretmenliğe başladı. 1921’de Karlsruhe Güzel Sanatlar Okulu’nda eğitim almak için yeniden Almanya’ya yollandı. Burada resim ve el işi alanında eğitim aldı. Burada “el”, “iş”, “yaratıcılık” kavramlarını ve birbirleriyle ilişkilerini inceledi. Bu dönemde özellikle iş eğitimi alanında pek çok okuma yaptı ve Almanya’daki iş okullarını gözlemledi. Bu günler İsmail Hakkı Tonguç’un teorik olarak eğitim bilimleri ve iş eğitimi alanlarında kendini yetiştirdiği ve kendine sağlam bir altyapı oluşturduğu, batılı okulları gözlemlediği bir dönem oldu. 1922’de yurda dönen İsmail Hakkı Tonguç, Konya, Ankara, Adana’da resim – iş öğretmenliği yaptı. Öğretmenlik hayatında öğrencilerine uygulamalı eğitim vermeye, onları haftanın bir günü müze ya da daha farklı bir dış ortama geziye götürmeye oldukça önem verdi.
1925 yılında meslek okullarını incelemek amacıyla iki aylığına Fransa, Almanya ve İngiltere’ye gönderildi. Burada kır okullarını ve deney okullarını gözlemledi, yöneticileriyle görüştü. Bu gözlemler onun Avrupa’da artık bilgi okulu modelinden uzaklaşıldığını, hayat ve iş okulu modeline yaklaşıldığını görmesini sağladı. Geleneksel okul hakkında bir kır eğitim yurdu müdürü olan Resinger şöyle diyordu:
Bugünkü resmi okullar okul değil, avukat, doktor vb. gibileri yetiştiren fabrikalardır. Oysaki canlı bir ortaklaşa çalışma yaşamı, yetişeceklere şekil verir. Çocuklar bu yurtlarda yardımlaşma, iş bölümü ve iş birliği içinde kent okullarının yapay ortamından uzak kalacaklardır. Kırlarda kurulacak yurtlar güçlü bir eğitimcinin elinde en doğal eğitim ortamıdır. Öğrencilerle yan yana olabilen öğretmenler yurtlarda çalışabilirler.”
Deney okulları ise kanıtlanmış eğitim bilimleri ilkelerinin uygulandığı, yeni ilkelerin, yöntemlerin araştırıldığı okullardı.
İsmail Hakkı Tonguç 1926’da okul müzesi müdürü olarak Ankara’da yeni görevine başladı. 1929’da ek olarak Gazi Eğitim Enstitüsü’nde resim – el işi öğretmenliği yapmaya başladı. 1935’te İlköğretim Genel Müdürü olacaktı.
Henüz kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde eğitim alanında çözülmesi gereken sorunlar vardı. Osmanlı Devleti’nden eğitim alanında geriye kalanlar pek iç açıcı değildi. Osmanlı Devleti’nde ilkokul, sıbyan mektebi denilen, camilerin yanına bir göz oda olarak kurulmuş okullardı. Bu okulların belli bir eğitim programı yoktu. Okulun ne zaman açılacağı ve ne zaman tatil olacağı da belli değildi. Burada öğrencilere Kur’an okumak öğretilir, bazı öğrenciler de hafız olarak yetiştirilirdi. Falaka ise henüz (1847) yasaklanmıştı; bunun yerine çocukların dayanabileceği kadar! ve iç organlarına zarar vermeden dövülmeleri gerektiği belirtilmişti. Öğretmenler ise öğrencilerden aldıkları hediye ve haftalıklarla geçinirlerdi. Meşrutiyet’in ilk yıllarında sıbyan okullarından başka bir de iptidai okulları vardı. Bu okullar yeni öğretim yöntemlerine göre hareket edilmek üzere açılmaya başlanmışlardı ve henüz sadece İstanbul ve birkaç merkezde mevcuttu. Burada da tecvit, Kuran, alfabe, hesap, tarih, coğrafya dersleri gösterilirdi. Buradaki öğretmenlerin maaşları ise halk veya Evkaf tarafından ödenirdi. II. Meşrutiyetten önce sıbyan okullarına öğretmen yetiştiren kaynaklar medreselerdi. II. Meşrutiyetin ilanı ve yenileşme çalışmalarıyla İstanbul Darülmuallimin ve İstanbul Darülmuallimat açıldı; ancak yalnızca bu iki okuldan tüm ülkeye yetecek kadar öğretmen yetiştirmek imkansızdı. Avrupa’da bilgi okulu modelinden vazgeçildiği, hayat ve iş okulu modeline geçildiği ve deney okulları aracılığıyla pedagoji alanında pek çok ilerlemeler kaydedildiği bu dönemde bizim okullarımızın genel görüntüsü böyle idi. Osmanlı aydınları eğitimdeki geriliğimizin farkında idiler. Ahmet Mithat Efendi, Satı Bey, Ethem Nejat, Emrullah Efendi, Ziya Gökalp gibi aydınlar durumu görüyor ve bazı çözümler üretiyorlardı; ancak onların görüşleri milli şekilde uygulanamadı. I. Dünya Savaşı’nın kaybedilmesinin ardından bir Kurtuluş Savaşı veren Türk Milleti, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. Halk yorgundu. Her anlamda muasır medeniyetler düzeyine erişebilmek için yenilikler gerekli idi. Bu alanlar da biri de eğitimdi.
1933 / 1934 eğitim öğretim yılı istatistiklerine göre kentlerde 5 sınıflı 1192, köylerde 3 sınıflı 5000 ilkokul vardı. Kent ilkokullarında 6851 öğretmen ve 254 517 öğrenci, köy ilkokullarında 6786 öğretmen ve 313 169 öğrenci bulunuyordu. Nüfusun %80’inin köylerde yaşadığı ülkede zorunlu ilköğretim çağındaki çocuk sayısı toplamı ortalama 1 800 000 idi. Buna göre kentlerdeki çocukların %29.3’ü, köylerdeki çocukların %78.2’si okula gidemiyordu. Köy ve kent açısından bir eşitsizlik göze çarpıyordu ve tüm Türkiye’de ciddi bir ilköğretim sorunu olduğu istatistiklerden anlaşılabiliyordu.
İlköğretim sorunu nasıl çözülmeliydi? Okuma yazma oranı nasıl arttırılmalıydı? Özellikle Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında bakımsız ve eğitimsiz kalmış köy nasıl canlandırılmalıydı? Kentteki öğretmen okullarından mezun olan öğretmenler, köylere gitmek istemiyorlardı. Geleneksel bilgi okulları, öğretmenin her şeyi bildiği ve öğrencilere anlattığı, öğrencinin sesini hiç çıkarmaksızın öğretmenin söylediklerini dinlediği ve tekrar ettiği, ezbere dayalı, üretimden ve hayattan kopuktu. Artık Avrupa’nın da benimsediği modern bir iş okulu nasıl kurulabilirdi?