Durun(!)

Fikir Yazıları - Gökhan COŞKUN

Gökhan COŞKUN

“Batı”nın “Doğu”ya bakış tarzını büyük bir zihinsel güçle Şarkiyatçılık isimli kitabında sorgulayan Edward Said: Şarkiyatçılığa verilecek yanıtın Garbiyatçılık olmadığını ve Şark tanımının batı tarafından kurulmuş bir şey olduğunu ileri sürer. Şarkiyat bilgisinin bugün bir anlamı varsa eğer, o da Şarkiyatçılığın, herhangi bir bilgide, herhangi bir yerde, her an ortaya çıkması mümkün bir zaaf konusunda uyarıcı bir örnek oluşturduğunu iddia eder. Said, bu iddiasını tarihsel birçok bulgu ile de destekler. Örneğin Ünlü Fransa İmparatoru, 1. Napolyon olarak ta bilinen Napolyon Bonapart’ın Mısır işgali sırasında uyguladığı taktikler ve o dönemde dahi Fransa’da kurulmuş Şark Dil Okullarının (Ecole publique des langues oriantales) varlığı, batı’nın yüzyıllardır “Şark” olarak tanımladığı bölgeye ne kadar hakim olduğunun bir göstergesi.

 

Napolyon, Mısır işgali sırasında, her yerde islam adına savaştığını kanıtlamaya çalışıyordu; söylediği her söz Kuran Arapçasına çevriliyordu, bu arada Fransız ordusu da, Napolyon’un talimatıyla islam duyarlığını hep akılda tutmaya zorlanıyordu. Napolyon’un Şarkiyatçı çevirmenlerinin birçoğu Şark Dilleri Okulunun ilk ve tek Arapça hocası olan Sylvestre de Sacy’nin öğrencileriydi.

 

Napolyon, kendini Mısırlılara zorla benimsetmek için  gücünün yetersiz kaldığını görür gibi olduğunda, yerel imamlara, kadılara, müftülere, ulemaya, Kuran’ı Fransız Ordusu lehine tefsir ettirmeye çalıştı. Bu amaçla, ulemadan El-Ezher’de hocalık yapan altmış kişi Napolyon’un karargahına davet edilip Grande Armee nişanları verildi; Napolyon’un İslam ile Hz. Muhammet’e duyduğu hayranlıkla, çok iyi bilir gibi göründüğü Kuran’a duyduğu, açıkça da gösterdiği saygıyla kendilerini pohpohlamasına izin verdiler. Taktik işe yaradı; Kahire halkı kısa sürede işgalcilere duyduğu güvensizlikten kurtulmaya başladı.

 

Victor Hugo “Lui” adlı şiirinde Napolyon’un Şark seferinin incelikli görkemini(!) şu dizelerle dile getirmişti;     (Görselde Fransızca’sı yer almaktadır)

 

“Nil kıyısında bulurum yine onu. Mısır onun şafağının ateşiyle ışıldar; Onun imparatorluk yıldızı yükselir şarkta. Muzaffer, coşkun, saygınlık yüklü, Dehalar ülkesini şaşırtan bir dehadır o. Genç, akıllı emirin önünde eğilirlerdi kocamış şeyhler. İnsanlar benzersiz silahları karşısında dehşete düşerdi. Gözleri kamaşmış boylara, Garplı bir Muhammet gibi yüce görünmüştü”

 

 

Yüzyıllardır devam eder bu hikaye. Savaş tam tamları yanı başımızda gümbürderken, bir yanımızda kesif bir ortaçağ karanlığı. Diğer yanımızda saldırgan bir “haçlı seferi” mantığı.

 

İşgalden arındırılmış topraklar, kaybolmayan evlatlar, beslenmeyen diktatörler bombalanmayan sivil hedefler, açlıktan ölmeyen çocuklar, gezegenin her köşesinde okul, bilgisayar ve hastane gibi unsurlar için üretilecek kaynakları silaha yatırdığı için boğulan dünya. Bu dünyanın; Rumsfeld’leri, Bin Ladin’leri, Şaron’ları, Netanyahu’ları, Bush’ları ya da Trump’ları inanılmaz bir direnç gösterseler de, insani ve hümanist bir arzu olan aydınlanma ve özgürleşme arzusu kolay kolay ertelenemez.

 

İkiz kulelerde can veren masum Amerikalıların yaşam hakkını savunur gibi savunmalıyız, savaş uçaklarıyla bombalanan masum Iraklının yaşama hakkını da. Doludizgin bir felakete koşarken dünya, çareyi savaşta arayan insanoğluna, “Durun” diye haykırabilmeliyiz.