Din, Ahlak ve Siyaset

Fikir Yazıları - Din, Ahlak ve Siyaset

Din, Ahlak ve Siyaset

Doç. Dr. Hasan Aydın

‘Din, ahlak ve siyaset’ üçgeninin bizim kültürümüzde kadim bir geçmişi vardır; bunlardan birisi gündeme geldiğinde, mantıksal ve doğal bir zorunlulukmuş gibi diğerleri de gündeme gelir. Kanımca bunun temel nedeni, teosentrik (Tanrı odaklı) paradigmadan bir türlü kurtulamamamızdır. Bu nedenle bizde, din-dünya ayrımının yeterince kökleşmediğini, sekülerizmin günlük yaşamda kısmen yer bulsa da, zihinsel bir alışkanlık haline getirilemediğini belirtmek gerekir. Durum böyle olunca, ahlaksal, siyasal, (hatta konumuzla bağı olmamasına rağmen belirtmek gerekir, felsefi, bilimsel vb). her tartışmada, mutlaka dinsele atıf yapılmaktadır. Bu durum dini de amacından saptırmakta, hantallaştırmakta ve yozlaştırmaktadır. Oysa din, ahlak ve siyaset, otonom alanlardır; her birisinin hareket noktası olarak seçtiği öncüller, uslamlama tarzları ve amaçları farklıdır. Din, mistik ve vicdani bir temelde bireylerin kutsalla ilişkisini; ahlak, ussal ve vicdani temelde değerleri ve bireyler arası ilişkileri; siyaset ise, ortak us temelinde üst düzey bir yapı olarak toplumsal barış, adalet, gelişme ve düzeni hedeflemektedir. Bu kavramlar birbirine sokulunca, ahlak ve siyaset, dinden destek aramaya yönelmekte, ahlaki ve siyasi başarısızlıklar da dinsel söyleme irca edilmektedir. Yine siyaset, arkaladığı din aracılığıyla, kendini aklamaya, toplum vicdanında, mistik ve karizmatik temeller aramaya yönelmektedir. Kuşkusuz din, ahlak ve siyasetin iç içe girmesi ve biri adına diğerinin sömürülmesi, sonu gelmez sorunlara ve pek çok kısır döngülere neden olmaktadır.
Ben bu yazımda, felsefi bir temelde, ‘din, ahlak ve siyasetin’ birbirine karıştırılmasının ve biri adına diğerinin sömürülmesinin doğurduğu kimi açmazları göstermeye ve bir çıkış yolu aralamaya çalışacağım. 
Her şeyden önce belirtmem gerekir ki, din ve ahlak birbirine karıştırılınca, kanımca karşımıza ne din ne de ahlak olmayan ‘dinsel ahlak’ diye nitelenen ucube bir alan çıkmaktadır. Kimileri bu savımı anlamakta zorlanacaktır, bunu doğal karşılıyorum; çünkü kültürümüzde ahlak daima dinle iç içe konumlandırılmıştır, hala da konumlandırılmaktadır. Laik ahlak kavramı, neredeyse dağarcığımızda hemen hiç bulunmamaktadır. Oysa din otoriteleri ve teologlar, ahlakın dinin bir parçası olduğunu ve ahlaki değerlerin kaynağını dinin oluşturduğunu iddia etseler ve din olmasaydı ahlak da olmazdı ve dini olmayanın ahlakı da olmaz gibi yargılar ileri sürseler de, tarihsel açıdan ahlakın dinden değil, dinlerin ahlaktan doğmuş olabileceğini ileri sürmek daha akla yakındır. Anlaşıldığı kadarıyla dinler,  yerleşik hayata geçmiş köleci-feodal toplumlarda ortaya çıkmış gibi gözükmektedir; bu durumda,  göçebenin ahlakının olmadığı gibi bir sonuç çıkmaktadır ki, bu gerçekliğe aykırıdır.  Ancak tarihsel süreç içerisinde, özellikle ortaçağlarda dinlerin, dinsel ahlak yaratarak ahlakı yuttuğunu söylemek gerekir. Aydınlanmayla birlikte, ahlakın yeniden dinden koparılarak özüne yani laik temeline oturtulmaya çalışıldığını biliyoruz. Sanrım bu bağlamda ödev ahlakıyla ünlü I. Kant’ı anımsamakta yarar vardır. Zaten ahlak (etik, moral vb.) sözcüğü tüm dillerde vardır, sözcüğün kendisi dinsele değil, insani olan karaktere gönderme yapmaktadır. Ancak bizim kültürümüzde, hala ortaçağ ahlak anlayışı kopmadan devam etmektedir. Atatürk döneminde filizlendirilmeye çalışılan laik–felsefi ahlak, olgunlaşamadan dinsel ahlak tarafından yutulmuş gibi gözükmektedir. 
Ahlakın dinselleştirilmesinin ne sakıncası var; dinden destek alan bir ahlak daha iyi değil mi diye sorabilirsiniz? İlk bakışta masum gibi görünen bu istek, derinlere inince bizi ahlaki paradokslara ve düşünsel açmazlara sokmaktadır. Çünkü ahlak dinselleştirilince, sınırlandırılmakta, otonom varlığı kaybolmakta, iyi-kötü kategorisinden çıkıp, günah ve sevaba dönüşmekte, tanrısallaştırıldığı için, insani temelini ve amacını yitirmektedir. Dinsel ahlak, aslında batı felsefesinde Kant’tan beri sıklıkla dillendirildiği gibi, daha pek çok sorunu beraberinde getirmektedir. İşte bazıları: 



Birincisi, dinsel ahlakın, zümre ahlakına dönüşmesi ve ayrımcılığı tetiklemesidir. Bu ilginç bir durumdur; zira dinler kendilerini genelde evrensel olarak konumlandırsalar da, diğer din mensuplarına ve inançsızlara karşı, bir ötekileştirme içinde olurlar ve çoğu kez, onlara karşı ahlaki bir sorumluluk hissetmezler. Hatta onları, ikincilleştirirler ve kimi zaman onlara yaşama hakkı bile tanımazlar. İslamdaki, müşriklerin öldürülmesi yargısı ile mürtedin (dinden dönenin) yaşam hakkının olup olmadığı tartışması, buna ilginç bir örnek olsa gerekir. Bu nadirattan değildir, oldukça yaygın bir durumdur. Sözgelimi, ünlü İslam düşünürü Ebu Hamid Gazzali, el-İktisâd fi el-İtikad adlı yapıtında,  kılıçla iman, inançsızın yaptığı iyilikler, yalan söyleme, düşman hükümdarın öldürülmesi, inançsızın birisinin eşiyle zina etmesi vb.  örnekler üzerinde dururken şöyle der: ‘Müslümanın bedenini ateşte yakmak şer olduğu halde, kafirin bedenini yakmak hayırdır ve şerri def etmektir. Fakat İslamı kabul ettiği anda, o insanın ateşte yakılması şerre dönüşür; yine Müslüman bir kıralı öldürmek şerdir, ancak Hıristiyan bir kıralı öldürmek şer değil aksine hayırdır.’ Aynı durumun, aynı din içinde ortaya çıkmış mezhepsel, cemaatsal ve tarikatsal yapılar için de geçerli olduğunu tarihsel ve gündelik deneyimler göstermektedir. Nitekim biri diğerini zındık saymakta ve diğerine karşı etik sorumluluğunu hiçe saymakta, hatta birbirlerini öldürmektedir. Bunun en güçlü kanıtı geçmişte Hıristiyan dünyasında yaşanmış, günümüzde bile İslam dünyasında devam eden mezhep kavgalarıdır. 
İkincisi, dinsel ahlakın genelde çıkara dayandırılmasıdır. Burada çıkar, daha çok Allah rızası, cennete girme, cehennemden kurtulma gibi öte dünya odaklıdır. Bu öte dünyacı anlayış, çıkarı bir alışkanlık haline getirdiği gibi, işi yer yer Allah için öldürmeye, Allah için yakmaya değin vardırabilmektedir. Ayrıca, müminler kardeştir şiarı, mezhep, cemaat ve tarikat üyeleri kardeştire dönüştürülmekte, onlara hakkı olmayanı vermek, ahlaki bir kılığa büründürülmektedir. Çatışmanın ve çeşitli kayırmacılıkların en temel nedeni bu olsa gerekir. 
Üçüncüsü, dinsel ahlakın gevşekliğe yol açmasıdır. Hemen tüm dinlerde, şefaat, tövbe, günahlardan arınma gibi yapılar bulunmaktadır, bu ise ahlaki değerlerde gevşekliğe yol açmaktadır. Tövbe ederim, günah çıkarırım mantığı ya da hacca gider arınırım düşüncesi vb. bunun ilginç örnekleridir. Ne de olsa ölüme değin arınmaya zaman vardır. Tarihte kalmış ve değerlerde, Eş’arî öznelciliğine karşı nesnelciliği savunmuş bir İslam mezhebi olarak Mu’tezilenin şefaat vb. yapıların ahlaksızlığı tetiklediği fikrini ileri sürmesi oldukça ilginçtir. İlginçtir; büyük olasılıkla salt teorik tartışmalara değil, aynı zamanda gözleme dayalı bir yargı olsa gerekir.
Dördüncüsü ise, ahlakla ilgisi olmayan şeylerin ahlaki kılığa büründürülmesidir. Dinin metafizik dogmalarıyla ahlak kuralları iç içe geçmiş bir vaziyette bulunduğu için, dindar kişiler, ahlakla ilgisi olmayan bir dogmayı inkar etmeyi ahlaka aykırı hareket etmekmiş gibi algılamaktadır. Ayrıca dinsel dogmaların devamı için gerekli olan bazı ritüeller ve ibadetler etik davranışlarmış gibi insanlara telkin edilebilmektedir. Mesela bir Müslümanın namaz ve oruç ibadetlerini yerine getirip "ahlaklı insan" kategorisine girmesi ve bunları yerine getirmeyen Müslümanın eksik kategorisine sokulması gibi. Aynı durum içki vb için de düşünülmektedir. Yani içmeyen ahlaklı, içen ahlaksızmış gibi lanse edilmektedir. 
Beşincisi, dinsel ahlak, ahlakı dinsel buyruğa indirgediği için, ahlaki değerler üzerinde kafa yormayı, onların ontolojik ve epistemolojik temellerini irdelemeyi de engellemektedir. Bu buyrukçu durum,  ahlakın kaynağını insanın dışına ittiği için, insanın etik özne olmasına, eylemlerinin yükümlülüğünü üstelenmesine de ket vurmaktadır. İnana kişi buyruğu çoğu kez düşünmeden yerine getirmektedir ve doğan sonuçları üstlenmemektedir.  Daha da kötüsü, dinsel ahlak, dinsel metinlerde yer alan, tarihsel koşullu buyrukların, düşünülmeden aynen uygulanmasına yol açmakta, modern değerleri benimsemeyi güçleştirmekte, ahlaki değerler durağanmış gibi bir algıya yol açmaktadır. İslam dünyasında, hala devam eden ortaçağlarda oluşturulmuş kadına yönelik ahlaki cenderelerin, onun ikincilleştirilmesinin ve nesneleştirilmesinin, namus göstergesi haline getirilmesinin, kadının özneleşememesinin temelinde, tarihsel koşullu buyrukların literal (zahiri) algısının etkilerinin olmadığını söylemek, kanımca  gerçeğe gözleri yummak demektir. Dinsel ahlakın, dışsalcılığı ve buyrukçuluğu, etik öznenin inşasını imkansızlaştırması bir yana, değer üretimini de kösteklediğini ısrarla belirtmek gerekir. 
Dini ahlakın, yani dışsal ve buyrukçu ahlakın, bu türden sakıncalarına rağmen, bizim eğitim sistemimizin temeline oturtulması oldukça düşündürücüdür. Oya basit bir gözlem bile, dindarların pekâlâ ahlaksızlık yapabildiğini, dinsizlerin ise pekâlâ ahlaklı olabildiğini göstermektedir. Çünkü din ile ahlak arasında kopmaz, zorunlu bir bağ bulunmamaktadır. Din ile ahlak arasında bağ kurulup eğitim aracılığıyla pompalanınca, namaz kılan, oruç tutan ve bunları göstere göstere yapanlar, yani dindeki adıyla münafıklar, hakları olmadığı halde ahlaki bir zırh kazanmakta, insanların gözünü boyamaktadırlar. Bunu iyi bilen siyasiler, sanırım bu işten en çok çıkar elde eden grubu oluşturmaktadır. 
Din ve siyaset birbirine karıştırılınca daha vahim bir tablo ortaya çıkmaktadır. Din adına kandırılma, din adına sömürülme, din adına yanlışı meşrulaştırma, din adına dokunulmazlık zırhına bürünme, bu vahim tablonun sadece yüzeyde görünen kısmıdır. Daha derinlerde ise, iş hak-batıl savaşına dönüşmekte, dindar olanlar ya da öyle görünenler melekleştirilmekte, seküler olanlar ise şeytanlaştırılarak, toplumda kutuplaşma siyaseti güdülmektedir. Dinsel ile ahlaksal olan arasında bağ kurulduğu için, seküler olanlar ahlaki değer yoksunuymuş gibi sunulmaktadır. Bu siyaset gereğince, dine dayanan siyasiler, her türden ahlaki ihlallerini, adaletsizliklerini, yolsuzluklarını, adam kayırmalarını vb. örtmekte, deşifre eden olursa, bunu şeytanileştirilenin bir komplosuymuş gibi sunmaktadır. Daha da kötüsü, ötekileşen kesimlerin, kendi gurubu içindeki etik yolsuzlukları, ahlaksızlıkları,  grubu koruma adına, ‘kol kırılır yen içinde kalır’ deyişiyle  saklamaya, açığa çıktığında ise savunmaya yönelebilmesidir. Bu durum içerisine girenler şöyle diyebilmektedir: 
“Çaldığını gözümle görsem, yine de diğerine karşı onu savunurdum.” 
 Kutuplaştırma, melekleştirme ve  şeytanlaştırma siyasetine uygun bir biçimde konumlana gruplar,  bu gruplarla çıkar ağı olan  kimi entelektüelleri (?), ‘bal tutan parmak yalar’; ‘devlet malı deniz yemeyen keriz’; ‘işini bilir’; ‘doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar’ gibi safsata söylemlerle, kuramsal ve eylemsel değerleri (etik-ahlaki değerler) hiçe sayanları, bizden diyerek savunabilmektedir. İşte bu nokta, siyaset adına tüm değerlerin, hiçe sayıldığı bir noktadır ve F. W. Nietsche’nin deyişiyle söylersek, ‘nihilizme’ ve ‘çöküşe’ yol açmaktadır.  Sanırım, Türkiye siyasetinde son dönemlerde yaşanan yolsuzluk olayları ve bunlara yönelik tartışmalar, toplumsal nihilizm ve çöküş işareti olarak görülebilir. 
Tekrar başa dönersek, ‘din, ahlak ve siyasetin’ bilinçsizce iç içe geçirilmesi, biri adına diğerinin sömürülmesi, insani değerleri ve toplumu yozlaştırmakta, toplumsal nihilizme, çürümeye ve çöküşe yol açmaktadır. Bu durum, söz konusu kavramların otonom varlığını zedelediği gibi, bu kavram ve kurumlara güveni de sıfırlamaktadır.  Tek çözüm, ahlakın ahlak olarak felsefi düzlemde konumlandığı, dinin içsel bir zenginlik olarak Tanrı’yla vicdani bir bağ olarak görüldüğü ve sömürülmediği, siyasetin ise, dinsel ve ahlaksal söylemler yerine, toplumsal adalet ve mutluluğun artırılmasına ve yaygınlaştırılmasına odaklanan bir yapıya doğru evrilmesidir. 
Türk toplumu, teorik ve pratik açıdan arınmak istiyorsa, siyasette oy avcılığı için dindar görünerek, topluma giydirilmiş dindar eşittir ahlaklı formülünden medet uman ve hakları olmayan ahlak zırhına bürünen siyasileri, nihai olarak tedavülden kaldırmalıdır. Bu da yetmez, dinin ve ahlaki değerlerin siyasette araçsallaştırılıp sömürülmesine ve yozlaştırılmasına dur demelidir. Siyasileri ve insanları, dinli-dinsiz, alevi-sünni gibi yapay ayırımlarla değil, teorik ve pratik erdemleriyle değerlendirmelidir. 

Ya bunu başarırız ya da çökeriz