Prof. Dr. Kürşat YILDIZ
Türkiye son on beş yılda yükseköğretim kurumları ve yükseköğretimdeki öğrenci sayısı bakımından olağanüstü bir gelişme gösterdi. Devlet ve Vakıf üniversitelerinin toplam sayısı 200’ü geçerken çeşitli yükseköğretim programlarına kayıtlı öğrenci sayısı 8 milyona yaklaştı. Kullanılan mali kaynaklar buna paralel bir artış göstermektedir. En çok da bu nedenle her ilimizde ve birçok ilçede yüksekokullar kent yaşamının vazgeçilmez bir parçası oldular.
Aynı ölçüde olmasa bile öğretim elemanı sayısı da arttı.
O halde nedir derdimiz, tasamız? Nedir bizi her on Türk yurttaşından birinin yükseköğretim görüyor olmasını Türk mucizesi olarak tanımlamaktan alıkoyan? Bırakınız köyleri ilçelerden üniversiteye gidenlerin parmakla gösterildiği bir dönemin üzerinden çok geçmedi.
Çünkü Türk üniversiteleri hem yerini hem yönünü kaybetti. Üniversite eğitimi öğrenciyi yüceltmiyor, donatmıyor, yaşama hazırlamıyor. Türk üniversiteleri topluma yön göstermekten çok uzak, saygınlığını, fikir gücünü yitirdi. Toplumsal etkisi, ürettiği fikir kadar değil, harcadığı para kadar!
Cumhuriyet’in Üniversite Kuruluş Modeli: Ankara Üniversitesi
İktidarın tek bir siyasi partide toplandığı 1923-1946 döneminde yalnızca iki üniversite kuruldu. Osmanlı döneminden miras kalan Mühendishane İstanbul Teknik Üniversitesi’ne dönüştürüldü ve Ankara’da yeni bir üniversite kuruldu. Ankara Üniversitesi’nin kuruluş öyküsü, Cumhuriyet kurucu felsefesi ile günümüzün yöneticilerinin eğitim ve toplumsal gelişmeye bakış açılarının taban tabana zıt oluşunun çarpıcı bir örneğidir.
Ankara Üniversitesi’nin kuruluşu temelden tavana olmuştur. Önce sırasıyla Hukuk Mektebi (1925), Ziraat Enstitüsü (1933), Baytar (Veterinerlik) Fakültesi (1933), Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi (1935) ve Siyasal Bilgiler Okulu (1936) gibi toplumun ve devletin gelişimi için gerekli birimler oluşturulmuş, 1940'ların başında Tıp ve Fen Fakülteleri kurulmuş, üniversite bu güçlü ayaklar üzerine inşa edilmişti. Neredeyse 20 yılda tamamlanan bu kuruluş öyküsünü Ankara Üniversitesi haklı bir gururla anlatmaktadır: “Ankara Üniversitesi, Atatürk ilke ve inkılâplarının dayanaklarını oluşturmak, bu ilke ve inkılâpları yurt geneline yaymak, kökleştirmek ve çağdaşlığın, bilimin ve aydınlığın ifadesi olan bu değerlerin yılmaz savunuculuğunu yapmak üzere, temeli bizzat yüce Atatürk tarafından atılmış bir üniversitedir.”1
Çok Partili Dönemde Üniversitelerimizin Gelişimi
“İstim arkadan gelsin” zihniyeti, ne yazık ki 70 yıldır neredeyse kesintisiz iktidardadır.
Bu dönemde yönetime gelen partiler için, üniversite, iktidar olmanın ve iktidarını sürdürmenin bir aracıdır. Ekonomik rezervlerin zayıf olduğu bir ülkede çok partili yaşamda öne çıkmanın en kestirme yolu, devlet olanaklarını sonuna kadar politik hedefler için kullanmak olmuştur. Ulusal çıkarlar ve sanayileşme konusunda sınıfta kalan siyasi partiler, halka şirin görünmek ve oylarını kapmak için iki önemli ama basit silahı kullanageldi: İlçeleri il yapmak ve yeni üniversiteler açmak. Bunun için Meclis çoğunluğuna sahip olmak yeterli. Bu amaçla çıkarılan yasalara karşı çıkmak, kamuoyu tepkisinden çekinen muhalefet partileri için mümkün değil.
Üniversite açmak, iktidar partisine o il veya ilçede istihdamda söz sahibi olacağı yeni kadrolar anlamına gelir. Üniversite bütçesi, ihaleler, öğrenci ve öğretim görevlilerinin harcamalarıyla oluşan ekonomik yaşamda da politik rant sağlamak mümkündür. Aynı zamanda merkezi ve yerel yöneticiler eliyle akademik ünvanların dağıtımında yetki sahibi olmak, üniversite ve akademisyenler üzerinde tam bir egemenlik sağlamaya yarar. Diğer bir konu, ideolojik hakimiyet için üniversite olanaklarının kullanılmasıdır. Toplantılar, paneller, afişler, yurtlar siyasi propaganda alanları olarak yerel ve merkezi iktidarın sürdürülmesinde önemli araçlardır.
Yurttaşlar da eğitim, sağlık, çalışma hakkı ve sosyal güvenlik hakkının güvence altında olmadığı bir toplumda her meseleyi olduğu gibi üniversite konusunu da kişisel yarar bakımından ele almaktadır. Toplumun geniş kesimleri için üniversite diploma belgesi alarak yaşamlarını kolaylaştıracakları bir araçtır. Genç nüfus için istihdam sorununun bir çözümüdür. Çalışma yaşamına girmek için diploma edinmiş olur. En azından üniversite dönemi boyunca sorunu ertelemiş sayılır. Erkekler için askerlik görevinin ertelenmesi, yaygın amaçlardan biridir. AKP İktidarı sırasında %100 artırılan öğrenci kontenjanları yaklaşık 3 milyon gencin, “işsizler” arasında değil “üniversite öğrencisi” sayıları içinde yer almasını sağlamıştır.
Ancak bir süre sonra diplomasına kavuşan genç, önünde çok daha büyük bir sorunla karşılaşmaktadır: İş bulabilmek. Türkiye’de üniversite mezunu işsizlerin sayısındaki hızlı artışın birkaç nedeni var: 1. Yükseköğretim programlarındaki kontenjanlar, ülkedeki istihdam alanları gözetilmeksizin belirleniyor. 2. Eğitimin niteliği, mezun olduğunda meslek alanında çalışma yaşamına katılma becerisi kazandıracak düzeyde değil. 3. İstihdam alanlarındaki genişleme, üniversite kontenjanlarındaki artışın çok gerisinde.
Şişirilmiş Kontenjanlar Ve İlahiyat Fakültesi Patlaması
Şişirilmiş üniversite kontenjanlarının son yıllarda tercihler sırasında boş kalması, eğitimin sonunda verilmesi vaat edilen diplomanın bir işe yaramayacağının gençler tarafından fark edilmesi anlamına geliyor. Bu durum kontenjanlar ve işlevsiz diplomalar konusunda yaklaşan daha büyük krizlerin işareti de kabul edilebilir.
Halkın bir başka önemli beklentisi, yöreye hizmet gelmesidir. Bu nedenle her üniversitede bir de tıp fakültesi olması, ona bağlı bir uygulama hastanesi açılması kural haline gelmiştir. Türkiye bu nedenle Avrupa’nın ve dünyanın en fazla sayıda tıp fakültesine sahip ülkeleri arasında ön sıralara yükselmiştir. Ancak üniversite hastanelerinin büyük kısmı iktidarın yakın mali ve kadro denetimi altında felç olmuş durumdadır.
AKP iktidarı döneminde her üniversitede bir ilahiyat fakültesi açılması, bu fakültelerin uygulama camileri ile desteklenmesi dönemin karakteristik bir özelliği olmuştur.
Görüldüğü gibi şu ana kadar ortaya konulan amaçlar arasında bilimsel araştırma, aydınlanma ve toplumsal gelişim konuları yer almamaktadır. Üniversitelerin kamusal nitelikleri ortadan kalkmış, parti, sınıf ve bireylerin çıkarlarının bir hedefi haline gelmiştir.
Akademisyenler de bu ortamda toplumsal amaçlardan uzaklaşıp kendi derdine düştüler. Bir kısmı doğrudan iktidardaki partinin dümen suyuna girerken birçoğu para, unvan ve prestij peşinde akademik amaçlardan uzaklaştı. Direnenler, birikimlerinden, çalışmalarından ve Cumhuriyet geleneklerinden aldıkları güçle üniversitelerimizin umudu olmaya devam ediyor.
Oysa yeni açılan ve devlet bütçesinden ayrılan kaynaklarla kurulan üniversiteler, bölgelerinde aydınlanma ve atılım merkezleri haline gelebilirdi. Bulundukları ilin temel gerçeklerini araştıran, bölge ve ülke sorunlarına çözüm önerileri geliştiren, ilk ve orta öğrenim kurumlarının gelişiminde etkili olan lokomotif roller oynayabilirlerdi.
Bu Çelişki Nereye Kadar Sürdürülebilir?
Türkiye bağımsızlığını ve ülke bütünlüğünü sürdürmek için güçlü bir ekonomiye sahip olmak zorundadır. Araştırmayan, bilgi üretmeyen, kendi sorunlarına çözüm üretemeyen bir ülke bağımsızlığını devam ettiremez. Sürekli olarak dışarıdan bilgi, teknoloji ve makine ithal ederek ekonomik bağımsızlık sürdürülemez. Türkiye ne yazık ki son dönemde sürekli dış açık veren ve daha fazla borçlanarak günü kurtaran bir yolda ilerlemektedir.
Güçlü bir ekonomi, gelişmiş bir toplum için bilimi yol gösterici kabul etmek zorunludur. Ülke sorunlarının çözümü ve toplumun aydınlanması amacıyla üniversiteleri el üstünde tutan bir ülkede akademisyenlerin büyük başarılar kazanması mümkündür.
Bunu daha önce gerçekleştirdik, yine yapabiliriz. Cumhuriyet tarihimizde iki kısa dönemde üniversitelerimiz yalnızca ulusal değil uluslararası düzlemde de önemli gelişmeler yaşadı. 1933 üniversite reformunun ardından Nazilerin baskısından kaçmak zorunda kalan yabancı bilim insanlarının da katkılarıyla önemli bir atılım gerçekleştirdik. 27 Mayıs 1960 sonrasında da planlı ekonomi döneminde de üniversitelerimiz bilim, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün de ışığı altında araştırma ve eğitim alanında ciddi gelişmeler gösterdiler.
Günümüzde komşumuz İran’ın bilimsel çalışmalar alanında son yıllarda önemli bir atılım içinde olması, ulusal bağımsızlık iddiasıyla bilimsel gelişme arasındaki kaçınılmaz bağıntıya örnektir. Bunun bir yansıması olarak Türkiye’de ders kitaplarından çıkarılan evrim teorisine İran’daki ilk ve orta öğretim ders kitaplarında geniş yer verilmesi şaşırtıcı değil.
Bu çelişkinin temelinde Türk aydınlarının ve akademisyenlerin, ulusal amaçlardan uzaklaşmış, halktan kopuk ve örgütsüz olmasının da payı var.
Ancak doğada ve insan yaşamındaki keskin çelişkiler biteviye aynı konumda devam edemez. Türkiye’nin aydınlanma birikimi ve gelişmişlik düzeyi ile üniversitelerimizin geri kalmış durumu arasındaki çelişki de er ya da geç çözülecektir. Bunun zamanını belirleyecek olan, halkın üniversiteleri toplum liderliğine taşıyacak politikalara sahip bir iktidar seçeneği yönünde tercih kullanmasıdır.