Hasan Güneş’in Prof. Dr. Veysel Sönmez’le Eğitim Sorunları ve Felsefesi Üzerine Söyleşisi
Hasan Güneş: Hocam söyleşi teklifimizi lütfedip kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
Veysel Sönmez:
1943 yılında Trabzon’da doğdum. İlk ve orta öğretimimi Kars’ta, yükseköğretimimi Ankara’da tamamladım. Hacettepe Üniversitesinde Eğitimde Program Geliştirme alanında 1978’de mastır ve doktora yaptım. Aynı üniversitede 1980-2010 yılına dek öğretim üyesi olarak çalıştım. 2010 yılında emekli oldum. 2010-2019 Uluslararası Kıbrıs, Ankara, Konya Selçuk, Yıldırım Beyazıt, Necmettin Erbakan, Gülhane Sağlık Bilimleri Üniversitelerinde mastır ve doktora düzeyinde Bilim Felsefesi ve Bilimsel Araştırma dersleri verdim; halen bu dersleri okutmaktayım.
Hasan Güneş: Ülkemizde özellikle müfredat programı ve öğretim boyutlarındaki olumsuzluklar nelerdir? Çözüm önerilerinizin neler olduğunu belirtir misiniz?
Veysel Sönmez:
Programı ve öğretim boyutlarındaki olumsuzluklar şu başlıklar altında toplanabilir:
- Eğitim hala bir bilim olarak kabul edilmemekte ve bu alan uzmanları tarafından yürütülmemektedir. Her hükümet döneminde ilgisiz ve bilgisiz kişilerce değiştirilmektedir. Program hazırlama, uygulama, değerlendirme ve geliştirme süreci bir bütün olarak ele alınmamaktadır.
- Eğitim alanında yetiştirilen, daha doğrusu yetiştirildiği sanılanlalar bilimsel bir anlayıştan çok uzaktadırlar. Bilim hem kuramı, hem de uygulamayı içerir. Yalnız kuram ya da yalnız uygulamayı bilmek sorunları çözmede yetersiz kalabilir. Nitekim yetiştirdiğimiz öğretim üyeleri çoğu kez kuramı bilmekte, uygulamalarla hiç ilgilenmemektedirler. Söz gelişi öğretim ilke ve yöntemleri derslerini işleyen bir öğretim üyesi kuramları, yöntem ve teknikleri tahtada yansıdan, notlardan anlatmada, her bir yöntemin, tekniğin, taktiğin her bir derste sınıf ortamında nasıl uygulanacağını yapıp göstermemektedir. Nedeni sorulunca da “ ben kuramı bilirim. Uygulama benim işim değil” gibi saçma bir önerme ileri sürebilmektedir. Aynı işlem programlar, ölçme, yönetim, rehberlik için de geçerlidir. Bu durumda kuramı da doğru dürüst bilmeyen, uygulamayı düzenleyip yapamayan söze dayalı bir bilgi aktarımının olduğu eğitim yapılmaktadır. Böyle olunca, eğitimde sunulan bilgi ve beceriler, uygulamalardan, eğitim alanında Türkiye’de yaşananlardan kopuk, gerçekçi olmayan bir boyutta sürdürülmektedir.
3.Bundan başka Amerika’da, İngiltere’de mastır ve doktora yapıp gelenler, orada öğrendiklerinin mantığını kazanmadan, güçlü ve etkin üniversitelerin tanınmış öğretim üyelerinin yanında eğitim görmeden gelince Türkiye’nin gerçeğine uymayan hazmedilmemiş bilgi ve becerileri eğitim kurumlarına sunuyorlar. Örneğin, Cumhuriyet döneminde yapılan program (yetişek) çalışmalarından biri hariç (köy enstitüleri) diğer hiçbiri eğitim biliminin ilkelerine ve bilimsel araştırmaya uygun olarak çalışıp hazırlanmamıştır. Tümü Batı’dan, 1946’dan sonra da özellikle ABD’de kopya edilerek, ya da uyarlanarak alınmıştır. Her alanda olduğu gibi eğitim alanında da gelişmiş, hatta tüm ülkelerin eğitim deneyimlerinden yararlanılması bilimin gereğidir. Bundan kaçamayız. Fakat bir ülkenin eğitim dizgesini alıp başka bir ülkeye uyarlamak bilimsel bir tutum olamaz; çünkü aldığınız ülkenin kültürel gerçeği, yani ekonomik, toplumsal, politik ve psikolojik gerçeği, sizin ülkenizin kültürel geçeğiyle aynı değildir. Olması da beklenemez. Bu bağlamda aldığınız ülkede çok başarılı olan bir eğitim dizgesi, Atatürk’ün dediği gibi bizim için felaket olabilir. Nitekim de olmaktadır.
- Böyle olunca, eğitim dizgesinde yetiştirdiğinizi sandığınız insanın nicelik ve niteliği, ülkenin karşılaştığı sorunları çözmede, onu çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmada yetersiz kalmaktadır. Oysa yetiştirdiğiniz insan, hem nicelik, hem de nitelik açısından planlanan insan gücüne uygun olmalıdır. Böyle bir insan gücü planlaması devleti yönetenlerce artık yapılmamaktadır. Durum böyle olunca, istenmeyen sayıda ve özelliklere sahip bir sürü insan piyasada işsiz olarak dolaşmakta, ülkenin eğitim için harcadığı para, emek ve zaman boşa gitmektedir. Diğer bir açıdan eğitime yapılan yatırım, ülkeyi kalkındıracağına, onun geri kalmasına neden olabilmektedir. Niteliksiz bir sürü insan yolunu bulup hak etmediği yerlerde iş bulabilmekte, her alanda ülkenin kalkınmasına ket vurabilmektedir. Bu durum eğitimde, devletin tüm kurumlarında açıkça görülebilmektedir.
- Eğitim çağdaş bilime, sanata, felsefeye dayandırılmalıdır. Öğrencide gözlenecek istendik davranışlar, kazanımlar bilimden, sanattan ve felsefeden kaynaklanmalıdır. Çünkü tüm kalkınmış çağdaş ülkeler bilim, sanat ve felsefeyi temele alarak bunu gerçekleştirmişlerdir denebilir. Dünyada kurulan altı uygarlığın temelinin bilim, sanat ve felsefe olduğu savunulabilir. Bunlardan birine dayanan eğitimle sakat insan yetiştirilir. Yalnız bilimi bilen ve uygulan insan, diğer insanları, devletini, vatanını sevmiyorsa canavarlaşır. Böyle insanların yararından çok zararı vardır. Nitekim bu tür insanların yetiştiği bazı toplumlardaki etik sıkıntıları görüyoruz. Elde ettiği bilgi, beceri ve sezgiyi kendi çıkarı için, kendini tatmin için, para, mevki elde etmek, insanı ve doğayı sömürmek için kullanabilir. Nitekim kullanmaktadırlar. Bu tür insan eğitilmemiştir. Mankurtlaştırılmıştır; çünkü insan tek boyutlu bir varlık değildir. Çok boyutlu bir varlıktır. Onun duyguları, inançları, korkuları, sevgisi, yani duyuşsal alanı da vardır. Bu alanı, eğitim ihmal edemez. Oysa Batı’da ve özellikle de bizde bilişsel alana yani bilim ve teknik alandaki bilgi ve becerilere ağırlık verilmiş fakat bu da gerçekleştirilememiş, duyuşsal ve sezgisel alan ihmal edilmiştir. Oysa duyuşsal alan, yani değerler eğitimi insanı insan yapan neliklerin baskın olduğu bir alandır.
- Bundan başka bizim eğitim dizgesi, ezbere dayalı, yani nakli bir anlayışın baskın olduğu bir yapıya sahiptir. Oysa çağdaş insan olguyu gören, onun mantığını yakalayan, eleştiren, yeniden yapıp ortaya koyan, karşılaştığı sorunları bilimsel yöntemi kullanarak çözen ve ondan yeni özgün çözüm yolları ve düşünceler oluşturan, elde ettiği bilgi, beceri, duygu ve sezgiyle sürekli kendini yenileyen bir varlık olmalıdır. Böyle bir anlayış ne devleti yönetenler, ne de eğitim dizgesinde görev alanlar tarafından uygulamada işe koşulmamaktadır. Bu tür Kazanımlar yetişeklerde, kâğıt üzerinde, söylevlerde vardır ve savunulur, fakat uygulamada hemen hemen hiç yoktur.
- Bu olumsuzluktan başka, ülkede devleti yöneten her parti iş başına gelince eğitim dizgesini kendi politik amacı için bir araç olarak görüyor ve kullanıyor. İki de bir yetişekler, dizge, dizgenin uzak, genel, yakın hedefleri değişiyor. Eğitim dizgesi yaz-boz tahtasına döndürülüyor. Böyle sürekli değiştirilen eğitim dizgesi birbirine ters bakan, amaçları farklı bireylerden oluşan çağdaş bilim, sanat ve felsefeden uzaklaşan yoz bir toplumun oluşmasına neden olabiliyor. Bu durum ülkede birlik ve beraberliğin sağlanmasını, aynı amaçları savunmayı engelliyor. Oysa eğitim, adalet, güvenlik, maliye, dışişleri devlet politikası olmalıdır. Bu kurumlarda partiler diledikleri gibi at oynatamamalıdırlar. Nitekim güçlü ve kalkınmış devletler bu kurumlarda büyük ve yapısal nitel değişiklere gidemezler; gerekmediği zaman da uzun süre gitmemektedirler.
- Eğitim alanında yetişen uzmanlar, ülkenin eğitim alanında karşılaştığı sorunları araştırıp çözüm üretmiyorlar. Yaptırılan mastır ve doktora tezlerinin büyük bir çoğunluğu, hep Batı’da, özellikle ABD’de yapılmış tezlerin, araştırmaların kötü bir kopyasıdır. Oysa bilim adamından beklenen niteliklerden ikisi alanında ve bulunduğu çevrede karşılaştığı sorunları araştırtıp uygulanabilen çözümler üretmektir. Söz gelişi bir eğitimci ölçme alanında, daha geçerli ve güvenilir bir ölçme aracı nasıl oluşturulabilir? Sorusuna yanıt arayabilmelidir. Bundan başka, ÜSS için daha güvenilir ve geçerli bir ölçme nasıl yapılabilir? Karşılaşılan sorunları giderecek uygulanabilir çözüm modelleri ileri sürmelidir. Türkiye’de eğitim alanında bunun gibi binlerce sorun vardır. Bunların üzerine gidileceğine, Batı'da, ABD'de yapılan araştırmaları doğrulamak için düzenlenen tezler yapılmaktadır. Oysa bilim doğrulama süreci olmaktan çok, yanlışlama sürecidir. Yanlışlamalarla ilerler. Bu bağlamda yapılanlar eğitim alanına katkı getirmekten çok uzaktır.
Hasan Güneş: Ülkemizde bu alanda yaşanan sorunları da göz önünde bulundurarak öğretmenlerimize sınıflarında etkili öğretme-öğrenme yaşantıları için neler önerebilirsiniz?
Veysel Sönmez:
Hem öğretmen, hem de öğrenciden çağdaş bilimsel, sanatsal, düşünsel yöntemleri etkili bir şekilde kullanarak sorun çözmesi, kendini sürekli yenilemesi, eleştirel, yaratıcı ve etik değerlerle donanık olması istenmektedir. Bu bağlamda öğretmen sınıf ortamında her öğrencinin bilgi, beceri, duygu ve sezgiyi kendisinin ya da arkadaşlarıyla birlikte bulmasını, onu anlamasını ve değişik ve uygun ortamlarda sorunları çözmede işe koşmasını, bu bilgi, beceri, duygu ve sezgiden yenilerini üretmesi için dizgeli eğitimi etkili bir şekilde kullanmasını isteyebilir. Dizgeli eğitimde, her öğrencinin hazır bulunuşluk düzeyine göre çok değişik ve çeşitli öğrenme-öğretme yöntem-teknik ve taktikleri tek tek ve iç içe kullanılabilir. Öğretmen orkestra şefi gibi eğitim ortamında davranabilir. Çoğu zaman öğrenci merkezde, nadiren öğretmen ve konular merkezde olabilir. Tek bir yöntem çok nadiren işe koşulabilir. Genellikle çok değişik ve uygun öğrenme ve öğretme yöntem ve teknikleri kullanılabilir. Çok yönlü değerlendirme yapılabilir. Öğrenci, Veli, öğretmen de yetişeğe yeni kazanımlar ekleyebilir, yetişekten çıkarabilir. Yeri ve zamanı gelince güncel konuları öğrenci ve öğretmen sınıfa getirebilir. Kazanımlar doğrultusunda birlikte işleyebilirler. Sınıfta disiplini sağlamak için sınıf içi doğrudan demokrasiyi kullanabilir. Öğrenciler sınıf anayasasını hazırlayabilirler. Her hafta farklı iki kişi sınıf başkanı ve yardımcılığına seçilebilir. Haftanın son günü yaptıklarını sınıfa anlatıp olur alabilirler. Olur(ibra) alamayanlara sınıf anayasasına göre yaptırım uygulanabilir. Öğretmen şimdilik davranış mühendisi olarak görevini yapabilir. Ama yirmi yıl sonra öğretmen beyin mühendisi olmak zorunda kalabilir; çünkü eğitim biyo-kimyasal bir süreç olduğundan öğretmen beyin mühendisi olarak eğitim yazılımlarını düzenlemek zorunda kalabilecektir. Bu durumda diğer bilim adamlarıyla işbirliği yaparak çalışmak durumundadır. Geleceğin eğitimi okul ve sınıf ortamını gerektirmeyebilir. Herkes, her yerde ve ortamda herkesten istendik davranışları öğrenebilir yani eğitim alabilir. Beynin ve öğrenmenin biyo-kimyasal yapısı çözümlenince, her bireye bilgi, beceri, duygu ve sezgiler daha doğmadan önce kodlanabilir; gerektiğinde yeniden yerleştirilebilir. Kişi istendik davranışlarla donanık halde dünyaya gelebilir.
Hasan Güneş: Milli Eğitim Bakanlığı’nın özellikle öğretmenlerin gerek mesleki alanda gerekse özlük hakları bakımından sorunları genel anlamda neler olup çözüm önerileriniz nelerdir?
Veysel Sönmez:
MEB çağdaş eğitim biliminin ilkelerine göre yönetilmemektedir. Nitelikli kişiler MEB’de genellikle görev almamaktadır. Politik ölçütler, adam kayırmalar atamalarda liyakatin önüne geçmiştir. Her işbaşına gelen parti kendi adamlarını bakanlığa yerleştirmekte, dizgeyi kendi kafasına göre yeniden düzenlemektedir.
Öğretmenlerin mesleki alandaki sorunları ise çağdaş öğrenme-öğretme yöntem, teknik, taktikleri bilip eğitim ortamında uygulayamamalarıdır. Ayrıca eğitimciler kendilerini genellikle yenilemek istememektedirler; çünkü bu özeliği destekleyen hemen hemen hiçbir değişken yoktur. Tersine “kaçma, karışma, çalışma”, “ eski köye yeni adet getirme”, “ bu paraya, bu kadar ders” anlayışları baskındır. Üstelik her şeyi bildikleri ve yaptıkları anlayışı da bu yargıları desteklemektedir. “Şu yöntemi biliyor musun? Hiç uyguladın mı?” sorusuna “hocam biliyorum ve derslerimde eskiden beri uyguluyorum” yanıtını vermeyen çok az öğretmenle karşılaştım. Oysa bilmiyor, üstelik uygulamalarda da o yöntemle hiç ilgisi olmayan etkinlikler yapıyor.
MEB hizmet içi eğitim etkinliklerini, öğretmenleri yeni bilgi ve becerilerle donatmak yerine, genellikle dinlenme amacıyla düzenliyor. Daha doğrusu bu hizmetler asıl amacına hizmet etmiyor. Bunun bir nedeni de bu hizmetlerde görevlendirilen öğretim üyeleri, genellikle işin ehli kişiler değildir. Bu gibi kurslardan geçip sertifika alanlara, maddi bir ödül verilmemektedir. Böyle olunca, hizmet içi eğitim için harcanan para, zaman ve emek boşa gitmektedir.
Ayrıca denetlemeye gelen müfettişlerin eğitmekten, uygulayıp göstermekten çok, kusur bulan, yeren ya da öven sözler söyleyen kişiler olarak eğitim ortamında görev yapmaları, öğretmenleri meslekten soğutan önemli etkenlerden biridir. Oysa müfettişler, öğretmenlerin karşılaştıkları mesleki sorunları çözmede onları yardımcı olmaları ve yol göstermeleri gerekir. Müfettişler böyle bir eğitimden geçmemişlerdir.
Öğretmenlerin özlük hakları açısından en önemli sorunu, aylık gelir düzeylerinin insanca yaşamalarını sağlamaktan uzak olmasıdır. Böyle olunca öğretmenler geçinebilmek için eğitim hizmetinin dışında başka işlerde çalışmaktadırlar. Ek ders ücretleri çok düşüktür. Sözleşmeli öğretmenlik, mesleğe karşı olumsuz duyguların oluşmasını körükleyebilir. Bu tür öğretmenlik kaldırılmalıdır.
Hak edenler değil, belli bir politik yapıya bağlı olanların yönetici yapılması, bakanlıkta belli görevlere getirilmesi de öğretmenler arasında huzursuzluğun önemli nedenlerinden biridir. Öğretmenlerin politikacılara, tarikat, cemaat ve cemiyetlere, yöneticilere, velilere karşı herhangi bir güvencesi hemen hemen yok gibidir. Üstelik öğrenci ve veli her durumda ve koşulda haklıdır. Öyle ki benim öğrencilik yıllarımda caddede, sokakta gezemezdik; çünkü öğretmenlerimiz bir yanlışımızı görür, bizi azarlar ya da dövebilirdi. Öğretmeni uzaktan görünce, kaçar yol değiştirirdik. Şimdi ise öğretmen öğrencisini görünce kaçıp yol değiştiriyor. Oysa her iki durum da hatalıdır. Öğretmeni ne yasalar, ne MEB, ne basın yayın, ne veliler, hatta kurdukları sendikalar bile desteklemektedir dersem abartmamış olurum. Öğretmen yalnız başına saygınlığını kaybetmiş halde toplumda tedirginlik içinde yaşamaktadır. Tüm bunlardan başka emekli olma hakkını kazanıp emekli olduğu halde, emekli maaşı alamayan öğretmenler vardır.
Hasan Güneş: 1980-2019 dönemleri arasında müfredat programını değerlendirip eğitim adına kayıplarımızı kısaca değerlendirebilir misiniz?
Veysel Sönmez:
Yukarıda da vurguladığım gibi eğitim programı hazırlama, uygulama, değerlendirip geliştirme bilimsel bir süreçtir. Bizde böyle bir süreç yoktur. Program değince çoğu yöneticini ve eğitimci geçinen kişinin aklına dersler, derslerin içeriği, haftada kaç saat okutulacağı geliyor. Bu eğitim programı değildir. Olsa olsa haftalık ders çizelgesi olabilir. Böyle bilimden uzak bir eğitim anlayışı ile bizde hiçbir zaman (köy enstitüleri hariç) bir eğitim programı hazırlanmadı. Bazı girişimler oldu. Bunlar bazı derslerle (matematik, fen, sosyal bilgiler) sınırlı kaldı.
Eğitim programları 1946’dan itibaren ABD’den alındı. Türkiye’ye uyarlandı. Her hükümet, siyasal parti kendi anlayışına göre eğitim dizgesiyle oynadı. Eğitim yaz-boz tahtası haline geldi. Bu bağlamda ortalama her beş yılda bir eğitim programları değişikliğe uğradı. Bazen devletin uzak hedefleri değişti. Bunun sonucu olarak birbirine ters düşen, anlaşamayan, hatta düşman kuşaklar yetişti. Devletin birlik ve beraberliğini sağlayan kültürel bütünlük tehlikeye düştü. Çağa uygun, kalkınmanın gerektirdiği insan gücü nicelik ve nitelik olarak yetiştirilemedi. Kendini işbaşında yetiştirenler ise, yurtdışına gitmeye başladı. Beyin göçü hızlandı. Niteliksiz insanlar kurumlarda görev aldılar ve kurumların neliği bozuldu. Ahlak açısından istenmedik davranışlar baskın hale geldi. Uyuşturucu kullanımı, seks, hırsızlık, saldırgan davranışlar ilkokul düzeyine indi.
Öğretmen ve eğitim yönetici ve deneticileri böyle çok hızlı değişen programlar sonucu ne yapacaklarını bilemez hale geldiler. Kafa karışıklığı yoğunlaştı. Veliler ve öğrenciler eğitim konusunda büyük sorunlar yaşamaya başladılar. Her şeyi öğrenci yapacak, o araştırıp bulup, öğrenip yapacak anlayışı velilerin araştırıp, bulup yapmasına döndü. Okul dizgeleri sürekli değişti. Çocuklar hangi okullara nasıl gidecekleri konusunda sorunlar yaşadılar ve yaşamaktadırlar. Para, emek ve zaman boşa gitti. İnsan gücü planlamasından vaz geçildiğinden eğitim dizgesi ülkenin kalkınmasını sağlayacağına, onun kalkınmasını engeller hale geldi. Üniversite mezunu milyonlarca işsiz, atanamayan yüzbinlerce öğretmen, çağdaş bilgi, beceri ve değerlerle donanık olmayan milyonlarca niteliksiz, yoz kültürü benimseyen asalak, üretmeyen, tüketen, hazıra konan bireyler yetiştirildi.
Hasan Güneş: Varoluşculuk eğer Jean-Paul Sartr’in görüşünü temel aldığımızda insanın özünü yaratmada birey kendisi sorumlu olması özgürlük ile ilgisi bulunmaktadır. Bu bakış açısına göre Türk eğitim sistemini değerlendirebilir misiniz?
Veysel Sönmez:
Türk eğitim dizgesinin dayandığı eğitim felsefesi, hiçbir zaman Varoluşçuluk olmadı. Bu bağlamda bireyin kendi özünü yaratma gibi bir kazanımı eğitimde amaçlanmadı. Bu nedenle, birey kendi özünü yaratmada kendisi sorumlu olarak özgürlüğünü elde edebilir anlayışı eğitim dizgesinin kazanımları arasında yer almadığından, bireyler bu kazanıma göre eğitilmediler. Bugünkü eğitim dizgesi kâğıt üzerinde Pragmatik felsefeye dayalı yeniden Yapılandırmacı ise de uygulamada Esasici bir anlayış onda baskın olarak sürmektedir.
Hasan Güneş: Türkiye modern olma yolundaki çabalar için özellikle eğitim siteminde yeniden yapılandırmacı felsefe düşüncesinden yararlanması için neler önerebilirsiniz?
Veysel Sönmez:
Yeniden yapılandırmacı, sömürgeciliğin yeni adı olan küreselleşmeye dayanır. Post modern bir anlayışı temele alır. Bu anlayışta ulusal birlik ve bütünlük yoktur. Ulusal ekonomi, bağımsızlık söz konusu değildir. Tersine etnisiteyi, cemaat ve cemiyetleri, yeraltı ve yerüstü kaynakların küresel sermayeye sunulmasını, kazan kazan ilkesini temele almayı, tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak düşüncesini kabul etmemeyi savunur. Bu amaçlar sömürgeci, emperyalist, kapitalist devletler için uygun olabilir; çünkü onlar ulusal birlik sürecinden geçmişler, emperyalizmin yeni göstergesi olan küreselleşmeye gelmişlerdir. Türkiye ulusallaşma sürecini tamamlamadan küreselleşmeye girerse parçalanıp yok olabilir. Küreselleşme emperyalizmin yeni adıdır. Bu sürece girebilmemiz için ulusalcılık sürecini tamamlamamız, bizim de ileri bilgi toplumu olmamız gerekir. Oysa daha sanayileşmemiş, ulusal bütünlüğü sağlamamış, kalkınmakta olan bir toplum görüntüsündeyiz. Bu bağlamda bizim toplumsal gerçeğimize uygun bir eğitim felsefesi ve eğitim dizgesine ihtiyacımız var. Bizim eğitim felsefemiz çağdaş bilim, sanat ve felsefeyi temele alan, Türkiye’nin gerçeklerine, insan ve doğa haklarına dayalı, hukukun üstünlüğünü savunan bir anlayışa dayandırılabilir.
Hasan Güneş: Prof. Dr Veysel sönmez olarak ülkemizin toplumsal sorunlarına çözüm olarak eğitim felsefenizi açıklayabilir misiniz?
Veysel Sönmez:
Evrende düzenli bir düzensizlik yani kaos var. Bu durumda her şey olabilir, yani olmaz olamaz. Bu durumu hem doğal, hem de kültürel (toplumsal, ekonomik, politik ve psikolojik) olgularla ilgili bilimsel veriler desteklemektedir. Ben olabilirlik felsefesinin kurucusu ve savunucusuyum. Evrende koas da, düzen de olabilir. Bu bağlamda elde edilen bilgi hem doğru, hem de yanlış, hem de doğru ve yanlış arasında n-2 kadar doğruluk değeri alabilir. Şimdiye dek elde edilen hiçbir bilgi mutlak anlamda, yani yüzde yüz doğru değildir. Her seferinde doğru olarak kabul edilen bilgiler, belli verilere göre yanlışlanmış, yerine yeni bilgiler gelmiştir. Yani genellikle bilgi göreli olmuştur. Benim eğitim felsefem olabilirliğe dayalı dizgeli eğitim anlayışıdır. Bu felsefeye göre eğitim ortamında her şey olabilir. Öğrenciye istendik davranışları kazandırırken ve değerlendirirken tek bir yöntem kullanılacağı gibi, genellikle birden çok yöntem, teknik, taktik de işe koşulabilir. Pek çok değerlendirme kullanılabilir. Aynı şekilde öyle durumlar olur ki o davranışı hiçbir yöntem, teknik ve taktikle öğrenciye kazandıramaz ve ölçemezsiniz. Bu görüşte dinamik bir denge olabilir. Yani yeri gelir devlet, öğretmen ve konular, genellikle öğrenci, bazı durumlarda hiçbiri merkezde olmayabilir. Eğitim yalnız okulda değil, yaşamın her alanında gerçekleşebilir. Yaşam boyu eğitim sürebilir. Öğle koşullar olur ki kişi öğrenmeye ve kendini yenilemeye tüm kapılarını kapayabilir. Bu durum çok nadirdir. Herkes aynı anda hem öğretmen, hem de öğrenci olabilir. Planlı eğitim olabileceği gibi, plansız, kendiliğinden de olabilir. Yalnız olabilirlik felsefesinde ve dizgeli eğitim anlayışında her türlü bilgi yaşamda yeri ve zamanı gelince kullanılabilir; ama öncelik sorun çözme gücü yüksek olan bilimsel önermelere verilebilir. Bilimsel yöntem ve önermelerle çözülemeyen sorunların çözümünde daha sonra felsefi, sanatsal, töresel, dinsel, mitolojik görüşlere doğru gidilebilir. Ama öncelik bilimsel yöntem ve bilgidedir (Sönmez, 1991, Eğitim Felsefesi; Sönmez, 2004, Dizgeli Eğitim; Sönmez, 2008, Bilim Felsefesi).
Çağdaş bilimsel bilgideki gelişmelere göre yakın bir gelecekte yaşamın her alanında yapay zekâlar devreye girecek ve robotlarla üretim, yönetim, ulaşım, eğitim, sağlık, adalet, savunma hizmetleri yapılabilecektir. Beş yüz içinde öğrenmenin ve beynin biyo-kimyasal süreçleri çözülünce de eğitim beyin mühendisliği olacak ve istenen niteliklerle donanık insanlar ve daha sonra da yapay zekâlar oluşturulabilecektir. İnsanın dokunulmazlık alanı olabilecek ve o izin vermeden kimse ona müdahale edemeyecek, her türden saldırı onu yapana aynen geri gönderilebilecektir. Bu durumda silahlar bir işe yaramayacak, belki de savaşlar ortadan kalkabilecektir. Kişi ortama ve istemine bağlı olarak değişen biyonik giyeceklerle istediği yerde yaşayabilecek, eve ihtiyaç duymayabilecektir. İstediği yere önce uçarak, sonra da ışınlanarak gidebilecektir. Hastalıklar ortadan kaldırılacak, yapay organlarla kişi her seferinde vücudunu yenileyebilecek, ömür binlerce yılı bulabilecektir. Yapay zekâların yaşamın her alanında görev alması, zamanla insanın efendisi olma tehlikesini de getirebilecektir.
Türkiye olarak bu gelişmeleri dikkate alarak, çağdaş bilim ve teknolojiye, düşünceye ve sanata ağırlık vermeli, özellikle yazılım, matematik, dil, fen ve etik değerleri ön planda tutmalıdır. Yukarıda da vurguladığım gibi kalkınmanın ve çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmanın en önemli itici gücü çağdaş bilim, teknik, düşünce, sanat ve etik değerlerdir. Kalkınma ile bilim ve teknik arasında .30 ile .65 gibi yüksek bir korelasyon vardır.
Hasan Güneş: Özellikle, 1970’lerde başlayan ve 1980’lerde hız kazanan neoliberalizmle birlikte ülkemizin kayıpları neler olmuştur?
Veysel Sönmez:
Neoliberalizm küreselleşmenin yani emperyalizmin isim değiştirmiş halidir. Yukarıda da vurguladığım gibi ulusallaşmayı, sanayi toplumu olmayı sağlamamış bir toplum, birden bilgi toplumunun hedefleri içine itilmiştir. Böyle olunca Türkiye her alanda emperyalist-kapitalist devletlere daha da bağımlı hale getirilmiştir. İnsanımıza Batılılar, küreselleşme tuzağı altında kapitalizmden başka çıkar bir yol olmadığını, uygarlığı Batı toplumlarının oluşturduğunu ve savunduğunu, insanca yaşamanın ancak Batı’nın dediklerini yapmak ve ona uymakla olabileceğini tartışmasız, mutlak doğru olarak yerleştirmeye çalıştılar ve bunu bir dereceye kadar da başardılar. Hem maddi, hem de manevi sömürgecilik sonucu, Türkiye daha çok dışa bağlı, borçlu, işsizliği ve tüketimi yüksek, buna karşı üretimi ve bilim, düşünce, sanata katkısı çok düşük (SSCİ, SCi, pısa sonuçları)bir devlet oldu. Bunun sonucu olarak gittikçe yoz düşünceye doğru kaydı. Kul anlayışı baskın hale geldi. Asalak, etik değerlerin çok düşük, sorun çözmeyen, tersine sorun üreten, eleştirmeyen, bilimsel düşünceden ve yöntemden uzaklaşan, her şeyi bilen, fakat hiçbir çözüm üretmeyen, yeren ve öven, her şeyi devletten ve başkasından bekleyen, doyumsuz, vefasız, lafazan bir topluma doğru kaydı.
Hasan Güneş: Liberal ideolojinin eğitime yansıması konusundaki görüşünüz olumlu mu yoksa olumsuz mu? Kısaca açıklar mısınız?
Veysel Sönmez:
Yukarıda vurguladığım gibi liberal ideolojinin Türkiye’deki uygulamalarına karşıyım, çünkü onun gerekleri çoğu kez yerine getirilmemiştir. Bu uygulamalar ülkemi ve ülkemin insanını emperyalistlerin tuzağına düşürmüştür. Türkiye’nin çağdaşlaşmasını engellemiştir.
Hasan Güneş: Üniversiteler ile Milli Eğitim bakanlığı arasında yapılacak bir protokolle örnek öğretmenlerin öğretmen adaylarına gelecekteki güçlükleri aşması bakımından bir çözüm olduğunu düşünüyor musunuz?
Veysel Sönmez
Katkı getirir fakat tek başına bir çözüm olmaz. Öğretmen yetiştirme yukarıda vurguladığım gibi çağdaş bilimsel gelişmelere göre MEB, Üniversitelerin Eğitim Fakülteleriyle işbirliği yaparak yeniden yapılandırılmalıdır. Bunun nasıl olacağını Gelecekteki Olası Eğitim Sistemleri ve Bazı Makaleler adlı kitabımda açıkladım (Sönmez, 2017, pp. 323-333) . Öğretmen adayları üniversite mezunları arasından belli ölçütlere (Bakanlığın ihtiyacı, üniversite bitirme derecesi, genel ve özel yetenek puanı, sağlık raporu, Türkçeyi etkin ve doğru kullanma, ÖSYM’nin yapacağı Öğretmenlik Seçme Sınavı) göre eğitim enstitüsüne alınmalıdır. Orada seçkin, hem kuramı, hem de uygulamayı bilen, özgün yapıtları olan öğretim üyelerince belirtilen dersleri uygulamalı olarak iki yıl almalı, alanında bir tez hazırlamalı, bu tezi jüri karşısında savunmalı, başarılı olanlar MEB tarafından öğretmen olarak atanmalıdır. Yönetici olmada bu yapıtta belirtilen ölçütler ve süreç işe koşulmalıdır.