NİRVANA SOSYAL BİLİMLER SİTESİ İÇİN DOÇ:DR. ARMAĞAN ÖZTÜRK’LE SİYASET FELSEFESİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Bilimsel Makaleler - Gökhan Coşkun: Hocam siyaset felsefesi nedir, isterseniz en temel soruyla başlayalım konuşmamıza. Armağan Öztürk: Siyasal fenomenlerin arkasındaki haklılaştırma biçimleri üzerine düşünmeye başladığımızda siyaset felsefesi kulvarına girmiş oluruz.Özgürl

NİRVANA SOSYAL BİLİMLER SİTESİ İÇİN DOÇ:DR. ARMAĞAN ÖZTÜRK’LE SİYASET FELSEFESİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ

 

Gökhan Coşkun: Hocam siyaset felsefesi nedir, isterseniz en temel soruyla başlayalım konuşmamıza.

Armağan Öztürk: Siyasal fenomenlerin arkasındaki haklılaştırma biçimleri üzerine düşünmeye başladığımızda siyaset felsefesi kulvarına girmiş oluruz.Özgürlük, eşitlik, adalet ve meşruluk gibi temel meseleler siyaset üzerine felsefe yapmayı mümkün ve makul hale getiren zemini karakterize eder. Tam da bu noktada siyaseti düşünmenin başka yollarını irdelemek yararlı olabilir. Siyaset felsefesi siyaset ailesinin bir ferdidir. Siyaset bilimi, siyasi düşünceler tarihi, siyaset teorisi, siyasal ideolojiler ve Türk siyasi hayatı gibi diğer aile fertleriyle birlikte aynı evi paylaşır. Aralarındaki ilişkiyi anlayabilmek için bahsi geçen evin dünya olduğunu düşünelim bir an için. En derindeki çekirdekle yüzeydeki yer kabuğu arasında pek çok katmanı bir arada tutar dünya. Katmanlar arasındaki ilişki organiktir. Biri diğerini tamamlar. Ama içerikleri ve işlevlerini birbirinden farklıdır bu katmanların. Dünyada çekirdek neyse siyaset dünyasında siyaset felsefesi de odur. En derindedir siyaset felsefesi. Yakıcı ve kor gibidir. En esaslı sorular onun alanında sorulur. Daha derinde başka bir şey olmadığından soyut, kavramsal ve normatiftir bu sorular. Çekirdekten, yani siyaset felsefesinden yer kabuğuna, yani siyasi hayata doğru ilerledikçe içerik olgulara ve geçiciliğe yaklaşır. Pek çok kanonik metin siyasal dünyanın farklı katmanlarının bilgisini aynı anda içerisinde barındırır. Mesela Hobbes’un Leviathan adlı metni özgürlük nedir ve devlete itaatin gerekçesi ne olmalıdır sorularına verdiği yanıtlar nedeniyle kuşkusuz ki bir siyaset felsefesi metnidir. Ama aynı zamanda siyasi olguları kavramlaştırıp düşünce düzeyinde yeniden ele almamıza yardımcı olduğu için düşünce, daha doğrusu siyasi düşünce tarihinin çok bilinen çalışmalarından birine karşılık gelir Leviathan. Hobbes’un egoist bireyciliği ve negatif özgürlükçü bakış açısı olmadan liberalizmi tam anlamıyla anlamamız imkansızdır. Bu nedenle siyasal ideolojiler çalışırken liberalizmin düşünsel atalarından biri olan Hobbes’a mutlaka değinilir. Belki bugünün dünyası bakımından değil ama kesinlikle 17. yüzyıl İngiliz siyasi hayatı bağlamında olgusal bir metindir Leviathan. Düşünürün kitabındaki tezler basitçe belli sorulara verilmiş yanıtların toplamı değildir sadece. Hobbes kral-parlamento çatışmasında kralın yanında yer alır. Leviathan’ın pek çok argümanı bu tercih üzerine bina edilmiştir.

         Bu arada Leviathan üzerinden verdiğimiz örnek büyük metinlerin neden büyük olduğu noktasında bizi belli ölçüde aydınlatır. Neden Platon’un Devlet adlı çalışması dünyanın hemen her yerinde bilinir ve okutulur? Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’ni bugün için de değerli kılan öğe nedir? Bu soruların yanıtı ihtimal ki birden fazla katman da aynı anda anlamlı olan içeriklerinde somut hale geliyor. Siyaset felsefesindeki normlar, siyasi hayattaki olgular ve aradaki sayısız bağlantı bize ölümsüzlüğün reçetesini vermekte.

 

G.C: Siyasi iktidarın kaynağı ve sınırları hakkında aydınlatıcı bir içeriğe sahip midir siyaset felsefesi?

A.Ö: Bu konuda tartışma bir dizi izlekte somutlaşmakta. Öncelikle şöyle bir tespitte bulunulabilir: İktidarın kaynağını tanrı olarak gören gelenek siyasi düşünce içerisinde uzun bir süre etkin bir konumda oldu. Genellikle kurulan bağlantı dolayımlıydı. Binlerce yıl boyunca imparatorlar, krallar ve sultanlar hükmetme güçlerini tanrıdan aldıklarını ve hükmederken tanrının yasasını koruduklarını iddia ettiler. Ancak bazen dinin ve tanrının siyasi iktidar üzerindeki belirleme gücü daha dolayımsız bir hale büründü. Mısır firavunları kendilerini tanrı katına çıkardılar mesela. İslam ve Musevilik dinlerinde tanrının elçisi olduğunu iddia eden peygamberler aynı zamanda devlet kurucusu veya yöneticisiydi. İsa Mesih’in vekili olan papaların ortaçağ Avrupa’sında sahip oldukları güç devleti tanrı ve dine dayandırmanın din adamlarını ne kadar güçlü kılabileceği noktasında aydınlatıcıdır.

            Tabii modern dünyada artık pek az kişiiktidarın kaynağının tanrı olduğunu düşünüyor. Devlet alanı ile din alanı arasındaki özdeşlik seküler kültür sayesinde önemli ölçüde arkaikleşti. Yine de Carl Schmitt gibi 20. yy siyaset felsefesine damgasını vurmuş bazı düşünürler teolojiyle siyaset arasındaki bağların kopmaz nitelikte olduğunu vurgulamaktan kaçınmamakta. Schmitt’e göre modern siyasetin pek çok iddia, sembol ve inancı aslında teoloji dünyasının dünyevileşmesi sonucunda bugünkü anlamına kavuştu.

            İktidarın kaynağı bakımından ikinci önemli durak ise toplum. Antik Yunan ve Antik Roma cumhuriyetçi siyasal deneyimleri iktidarın kaynağını yurttaşlara dayandırma ve sonrasında yurttaşlardan yönetime katılmalarını bekleme noktalarında demokratik ideallerin hayata geçtiği tarihsel bir durum yarattılar. Roma’nın çöküşünü takip eden ortaçağ dünyasında ise yurttaş temelli siyaset anlayışı sönümlendi. Halkın iktidarın gerçek kaynağı ve kullanıcısı olduğu olgusunun yeniden keşfi için Geç Ortaçağ-Erken Rönesans çağını, kabaca 12-13 yüzyılları beklemek gerekti. Feodaliteden görece bağımsızlaşan kent yönetimleri yurttaşlığı ön plana çıkaran cumhuriyetçi bir ajandaya doğru evirildiler. O dönemki cumhuriyetçi yönelimi özetleyen Podovalı Marsilius’un halk iktidarına yönelik çıkarımları iktidarın halka ait olduğu iddiasının siyasal hafızaya tekrar dönmesi süreci bakımından ayrıca önemlidir. Ancak kent burjuvazinin ulus burjuvazisine dönüşme sürecinde burjuvazideki genel eğilim iktidarı doğrudan doğruya kontrolü altına alıp krallığı devre dışı bırakmak yerine mutlak krallara destek vermek şeklinde oldu. Burjuvazi-kral işbirliğinin şüphesiz ki tek ciddi istisnai İngiltere’deki durumdur. Kapitalistleşen İngiliz aristokrasi ve aristokrasiyle işbirliği halindeki İngiliz burjuvazisi 17. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran devrimci çabasıyla parlamentoyu kral karşısında belirleyici hale getirdi ve bugünkü anayasal devletinin ilk örneği sayılabilecek liberal-cumhuriyetçi bir rejim inşa etti. O döneme tanıklık eden John Locke’un siyaset felsefesi iktidarı krala veren geleneksel anlayış karşısında toplum sözleşmesi metaforuyla meşrulaştırılan demokratik prensibin görkemli bir ifadesidir. Ancak İngiltere’nin öncü istisnai konumu iktidarın halka teslimi noktasında dünya çapında genel bir etki yaratmadı. İngiltere’deki burjuva devriminin demokratik bir idareye meyleden yapısı ancak bir asır sonra, Amerikan ve Fransız Devrimleri sayesinde medeni dünyada kalıcı sonuçlara yol açmıştır. Özellikle Büyük Fransız Devrimi kralın yerini milletin temsil organlarının aldığı ve hem bu durumun hem de yurttaş haklarının anayasa tarafından garanti altına alındığı bir hukukun üstünlüğü çağının başlamasına yol açtı.

            Tabii egemenliğin geri dönülmez bir şekilde halka ve (veya) millete devri sürecinin aynı zamanda anayasacılık hareketiyle olgunlaşan bir hukukileşme süreci olduğu gerçeği siyasi düşünceler tarihi ve devlet teorisi bakımından oldukça önemlidir. Demokrasiyi yasayla sınırlayan tiranlık karşıtı cumhuriyetçi söylemin liberalizmle eklemlenerek modern anayasa yapıp süreçlerini belirlediğine tanıklık ettik tüm 18. ve 19. yüzyıllarda. Anayasalar yoluyla demokrasiyi sınırlama eğiliminin liberalizm için burjuva sınıfının çıkarlarını koruma gayretiyle yakından ilgili olduğu gerçeğini de kayıt altına almalıyız. Karl Polanyi’nin haklı bir şekilde tespit ettiği üzere devrimler çağı öncesinde krala karşı mülkiyeti korumaya çalışan burjuvazi mutlakıyet yönetimlerini tasfiye ettikten sonra bu sefer de halka, yani yoksullara karşı mülkiyeti koruma gayreti içerisine girdi.

            İktidarı tanrıya dayandıran gelenekle topluma dayandıran alternatifi arasında bir takım geçişler ve ara formlar da oldu. Mesela egemene hukukun üstünde mutlak bir güç atfeden Bodin ailedeki baba iktidarının zamanla devlette kral iktidarına dönüştüğünü ileri sürdü. Egemenin varlığı doğal, yetkileri ise sınırsızdı. Devletin toplum tarafından yaratıldığını kabul edip ona devasa yetkiler veren Hobbes’cu toplum sözleşmesi kuramı yapay devlet tasarımının en az doğal devlet kadar güçlü olabileceğini gösterdi.

            İktidarın sınırlanması bakımından ise doğal hukuk-doğal hak-insan hakları çizgisine bakmak yararlı olabilir. İnsanı doğa ve tanrı gibi büyük bir kozmik bütüne atıfla tanımlayan ve bahsi geçen tanımdan erdemli yaşam için sonuçlar çıkaran doğal hukuk geleneği Stoacılık gibi bazı antik okullarda ve ortaçağ Hıristiyan felsefesinde oldukça etkili oldu. Ancak burjuvazinin güçlenmesiyle birlikte toplum bireyle, ödev de hakla yer değişti. Doğal hukuk antik dönemlerde ve ortaçağ boyunca insanın ahlaken ne yapması gerektiğini kayıt altına alan bir düşünme tarzıyken modern zamanlarda insanın devlet ve topluma karşı haklarını savunan bir anlama büründü. Doğal haklar düşüncesinin evriminin bugünkü karşılığı insan hakları öğretisidir. Kolaylıkla fark edileceği üzere antik dönemin doğal hukukçu anlayışı pozitif özgürlükle, modern zamanların doğal hakkı ise negatif özgürlükle ilgiliydi. Burjuva devrimleri sonucunda kabul edilen haklar bildirgeleri ve bu bilgiler örneğinde kaleme alınan sayısız anayasa insanların temel hak ve özgürlüklerini öncelikli olarak devlet müdahalesine karşı korumayı amaç edindi.

 

G.C:  Devlet ve bürokrasi hakkında siyaset felsefesi açısından ne söyleyebilirsiniz? Bu iki kurum iddia edildiği üzere özgürlük önünde engel midir?

  1. Ö: Devletin kökeni konusunda hem siyasal antropoloji hem de siyaset felsefesi içerisinde ciddi bir tartışmanın sürüp gitmekte olduğunu söyleyebiliriz öncelikle. İhtimal ki devlet ve dinin kökeni tek bir ortak yapı içerisinde filizlendi. Ortaklaşa işlerden sorumlu kabile liderliği ile doğaüstü güçlere müdahale ettiğine inanılan büyücü devlet aygıtın kurucu ataları arasında ayrıcalıklı bir yere sahip. Tabii kabileler ve klanlar çağından şehir devletlerine, şehir devletlerinden ise krallık ve imparatorluklara kadar geçen uzun binyıllar boyunca askeri fetihler, şiddet ve kölelik devleti besleyip büyüttü. Devlet ile toplum ve devlet ile din arasındaki ayrışmanın da izleri sürülebilir siyasi tarih içerisinde. Tüm bu iz sürme süreçlerinin spekülatif bir yanı olduğunu söylemek gerekir. Çünkü Antik Yunan ve Antik Roma’daki istisnai tecrübeyi bir kenara bırakırsak devlet halkın ortak çıkarını ifade eden ve aslında özünde halka ait olan bir yapı olmaktan çok devlet yöneticisinin şahsi mülküydü. Kral tebaanın ve toprakların mutlak sahibiydi. Antik Yunan ve Antik Roma için genişçe bir parantez açmak gerekiyor şüphesiz ki. Çünkü bu iki örnek devleti yurttaşlar topluluğuyla ilişkilendirdi. Hatta Yunan örneğinde yurttaşlar topluluğundan ayrı bir devlet aygıtı zaten yoktu. Polis kelimesinin tam olarak devlet diye tercüme edilememesi bu gerçeğin bir ifadesidir. Şüphesiz ki Roma gelişmiş hukuk sistemi ve politik yapıyı belirleyen özel alan-kamusal alan ayrımıyla devlet ile toplum arasındaki ayrışmayı ileri bir seviyeye taşımıştı. Ama orada bile res publica aslında devletin halka ait olduğunu ve devletten kast edilen şeyin herkesin ortak çıkarı olduğu gerçeğini ifade ediyordu. Adalet devletin meşruluk kaynağıydı. En genel erdemdi adalet. Yasa ise devleti tanımlayan temel başlangıç kaynağıydı. Bir yerde devletin kurulması insanların sosyolojik, mitolojik veya antropolojik anlamda bir yasanın etrafında toplanmaları anlamına geliyordu.

            Modern devletin hikayesiyse devlet iktidarının hükümdar ve hükümdarlık ailesi tarafından belirlenen bir aygıt olmaktan çıkarılması sürecinde somut bir içeriğe kavuşmuştur. Devlet zamanla önce yurttaşların bir kısmının, sonra ise tamamının mülkü haline geldi. Bürokrasinin devlet oluşum sürecindeki rolü en az demokrasi kadar önemlidir. Ortaklaşa işlerde çalışanlar zamanla kralın hizmetlisi olmaktan devletin memuru olmaya doğru dönüşüm geçirdiler. Sabit maaş, sabit görev tanımı, hukuki güvenceler ve açık işe alım süreçleri bürokrasiye süreklilik kazandırdı. Tabii bürokrasi ve demokrasinin aynı anda modern devleti yaratmış olduğu gerçeği aralarındaki ilişkinin gerilimli doğasını görmezden gelmemize engel değildir. Weber gibi kuramcılar bürokrasinin gelişim hızının demokrasinin çok ötesinde olduğu iddiasını formüle etti. Bürokrasinin yarattığı demir kafes yurttaşları özgür bir yaşantıdan mahrum etmekteydi. Weber’in giderek diktatörleşen bürokratik rasyonelliğe karşı çözümü karizmatik liderlerdi. Karizmatik lider halkla kurduğu doğrudan bağla bürokrasiye karşı alternatif ve özgürleştirici bir politik rol üstlenebilirdi. Epey sayıda kuramcıysa özgürlükler karşısında asıl tehlike kaynağının bürokrasi değil de demokrasi olduğunu düşünüyordu. Halkın çıplak ve yasasız iktidarına karşı dengeyi savunan cumhuriyetçi ilke liberal siyaset felsefesi tarafından içtenlikle benimsendi. Anayasa olmaksızın demokrasi halkın tiranlığından başka bir şey değildi. Tocqueville’nin oldukça erken bir dönemde yaptığı çoğunluğun tiranlığı uyarısı bu bakımından oldukça önemlidir. Elit kuramcılarıysa demokrasinin sınırlanması gerektiği tezini ısrarla savundular. Hukukun özgürlükler lehine bir ortam yaratmak kaydıyla hem demokrasi hem de bürokrasiyi sınırlandırması gerektiği üzerine geniş bir konsensüs oluştu modern toplumlarda. Ama özelikle kriz anlarında devlete hukukun dışına çıkma imtiyazını veren Makyavelist hikmet-i hükümet mantığı hiçbir zaman etkinliğini tümüyle kaybetmedi. En ileri liberal demokrasilerde bile devlet aygıtının hükümet kısmının yasa dışı etkinlikleri oldu. Toplumsal kriz anlarında hukukun askıya alınması alışkanlığına halkın verdiği destek ile devletlerarası ilişkinin hala doğa durumunda olduğu gerçeği siyasette şiddet ve gücün önemini sürekli bir şekilde yeniden üretmiştir.