BİLMEDİĞİMİZ HİKAYELERİ MANŞETE TAŞIYORUZ
Neredeyse kimse kimsenin hikayesini bilmiyor.
Bilenler de eksik artık bilgilere sahip.
Artık hikâye anlatıcıları ne derler ne anlatırlarsa…
Bir anlamda hikayecilerin insafına kalmış hayatları yaşıyoruz hepimiz.
İşte o hikayecilere ve anlattıkları hikayelerin manşete taşınmasıyla‘kurban edilmiş’ nice hayat var dünya tarihinde.
...
Tanımadığımız insanları, bilmediğimiz hikayeleriyle yere çarpıyoruz...
Acımasızca...
İzlemediği filmi, okumadığı kitabı ‘köşelerinde yerden yere vuran’ vicdansız eleştirmenler, kötü niyetli köşe yazarları gibiyiz çoğumuz...
Peki, birini tanımadan, hikayesini bilmeden bir insanın hayatına dokunacak ‘farkındalıksız ve vicdansız eylemlerimizin’ arkasında nasıl bir psikoloji olabilir?
Bilim bunların hepsini net verilerle izah ediyor.
Biz yine de insaflı davranarak kendimize ve niyetlerinin farkındalığında, sadakatle hayatlarını sürdürenlere hatırlatmalardan ibaret bir noktayı kısaca dikkatlere vermeye niyet ettik.
Öyle ya, ‘kişinin başlangıç niyeti, onun son durağıymış’.
Biz de bunun farkındalığıyla daha baştan nerede sonlanacağımızın bilinciyle ve ihtimamıyla emanet sayıdaki nefeslerimizi alıp veriyor, adımlarımızı atıyoruz.
…
Düşünsenize ‘yan sınıfta başka bir öğretmenin şubesindeki, hiç dersine girmediğiniz ve okulun herhangi bir alanında onu tanımaya yetecek kadar iletişim kurmamış olduğunuz bir öğrencinin akademik başarısını ya da genel ahlak kuralları çerçevesinde bir öğrencilik sergileyip sergilemediğini, sadece birilerinin onun hakkında olumlu ya da olumsuz içeriklerle ifade ettikleri sözlerine göre değerlendirebilir miyiz? Ve bu değerlendirmeyle karne doldurup öğrenciye o karneyi dönem ya da sene sonunda taktim edebilir miyiz?
Kesinlikle ‘HAYIR’...
Bunu yapamayacağımızı, en azından aklı mantığı yerinde insanların böyle bir basiretsizlikle kendisini lekelemezken başkalarını da mağdur etmeyeceğini biliriz bu kocaman ‘HAYIR’ı söylerken.
Doğru, ama bunu yapamayacağımızı ilan etsek de kapağını açmadığımız, belki kapağını ve ilk sayfalarını şöyle hızlıca çevirdiğimizle kaldığımız kitaplar hakkında ‘usturuplu köşe yazıları’ yazabiliyoruz...
Peki ‘bilmediğimizi çok iyi bildiğimiz’ halde nasıl oluyor da ‘her şeyi biliyormuşuz gibi yapıyoruz’ ve o tanımadığımız insanlarla ilgili kurguları destansı şekilde yazıya dökebiliyoruz; sonra da o kurguları ‘köşelere’ veya ‘manşetlere taşıyabiliyoruz’?
‘Köşe yazısı’ya da ‘manşet’ ifadeleri sadece bir benzetme.
Ama kıyıda köşede başkalarının hikayelerini kendi kurgularımızla allayıp pullamamızı neye benzetmeyi denersek deneyelim,neticede sadece ‘zayıf ve kıskanç’ karakterlerimizi, daha da doğrusu ‘korkularımızı’ortalığa çıkaran tavırlar sergileyip, o olumsuz taraflarımızı çarşaf çarşaf ilan ediyoruz.
Bu nedenle o afili görünümlü ‘köşe yazısı’ veya ‘manşet’ ifadeleriyle nezaket çerçevesinde kalmak ön-niyetimizi göstermiş oluyoruz.
Aslında bu ifadelerle ‘bir taşla iki, hatta onlarca kuşu da vurduğumuzu’ dabiliyoruz…
Neyse, konumuz bambaşka…
...
Psikoloji bilimine göre bu sağlıksız davranışın arkasında, diğer birçok olumsuzluğun arkasında da olan ‘korku’ var.
Neyin korkusundan mı bahsediyoruz?
Zarar görme korkumuzdan,
Güvenlik kaybı korkumuzdan,
Birtakım şeyleri kaybetme korkumuzdan,
Ya da o şeyleri kazanamama, başkalarına kaptırma korkumuzdan…
Daha çok şey yazılabilecek bu ‘korku’ konusunda özetle durmak daha sağlıklı olacaktır.
(Ve işte bu ‘kısa kesme ihtiyacı’ bile bir tür korkumuzdan kaynaklanıyor… Kısa kesmezsem okunmayabilirim, beğeni alamayabilirim ve bağlantı ya da ilgi kaybedebilirim, vsvs vs. Yani konu çok derin sevgili dostlar.)
Güvenlik temel güdüsüyle varlığını devam ettirme önceliğine sıkı sıkıya sarılan insan beyninin etkisiyle oluşan duygu-düşüncelerin neticesinde, bazen kendi varlığını sağlamlaştırmak adına başkalarını yerin dibine geçirmeyi, zayıflatmayı, itibarsızlaştırmayı ve etkisizleştirmeyi ‘doğal’ ve ‘insani’ olarak değerlendiriyor ‘çoğunluk’.
‘Çoğunluk’ diyorum, çünkü etrafımı şöyle bir gözlemleyince ne kadar çok insanın ‘menfaatlerin kazanımı arzusu ya da kaybı korkusu’ sebebiyle sergiledikleri adaletsizlikleri, saygısızlıkları veya insanımsı çirkinliklerini ‘insanız işte, ne yapalım’ gibi asla kabul edilemeyecek bir bahaneye bağladıklarını görüyor ve üzülüyorum.
Öyle yapıyorlar, çünkü kimliğin kaybı uğruna da olsa‘kolay olanı tercih etmek’ bir ‘kitle psikolojisi refleksidir’.
Sosyal psikolojide de ifade edildiği gibi ‘toplumları oluşturan kalabalıkların çoğunluğu ideal olanı alkışlayıp taktir ederken, neredeyse her zaman takip ve taklit edilmesi kolay olan vasatı takip edip vasattan yana taraf tutacaktır’. Çünkü bu kolay olandır.
Sıradanlaşmanın ve kitle psikolojisinin arkasında da bu ‘kolay olanı seçme ilkel beyin eğilimi’ yatmaktadır.
İlkel, sürüngen ve sadece birkaç temel güdünün emrinde yaşamaya tercih eden ‘gelişmemiş’ bir varlık olmak her zaman daha kolay olmuştur. Ama bu tercih neredeyse hiçbir zaman insanlara yüksek bir bilinç düzeyi ya da bilinçli farkındalık kazandıramamıştır.
İroni de burada yatıyor:
‘Bütün bu gerçeklere rağmen, insanlar sıklıkla yüksek bilinç düzeyinden ve bilinçli farkındalıktan bahsediyor, fakat bir tercihte bulunmaları gerektiğinde nasılsa birden taraf değiştirerek ve bu tercihlerini haklı göstermek adına bin-bir kurguyla bahaneler üreterek vasat olana gidiyorlar’.
İnsan ideal yaşam becerilerinden bahsediyor; ideal olanı taktir edip ödüllendiriyor, örnek veriyor, hakkında paneller, konferanslar ve etkinlikler hatta büyük bütçeli kampanyalar düzenliyorlar…
Bunları ve daha nicelerini yapıyorlar, yapmaya devam edecekler, çünkü ideal olana (ya da hep övgü alan, tarih boyunca neredeyse tüm toplumlarda taktir toplayan ideal kavramlara) karşı güçlü bir özlem ve imrenme hissiyatına sahip bir varlık insan. Onlardan bahsetmek, onlara övgüler dizmek kişilerin kendilerini ‘onlardanmış gibi gösterme çabasından ibaret’.
Özetle, biz insanlar hikayelerini bilmediğimiz kişileri çarşaf çarşaf manşetlere taşırken, diğer birçok davranış kalıbının altyapısındaki duygunun, yani korkunun etkisindeyiz. İşte bu nedenle iç huzuru ve özgüveni yerinde kişiler bir başkasının bilmedikleri hikayelerini anlatma eğilim ve ihtiyacı göstermezler. Ve onlar insanların bilmedikleri hikayelerini anlatma eğilim ve hevesindeki kişilerden de uzak durmayı daha sağlıklı bulurlar. Aslında bu soylu ve erdemli davranışlarıyla sahip oldukları yüksek duygusal zekalarını da açığa vururlar.
Bu durumda bizlere düşen esas görev, herkesinkinden önce kendi hikayelerimizin temizliği ve kalitesiyle ilgilenmek olacaktır diye düşünüyorum.
Öyle ya ‘ne kadar iyi ve dürüst olduğumuzu düşünürsek düşünelim, başkalarının hikayelerinde her zaman kötü karakteri canlandırma riskimiz var’…
Selam ve saygılarımla, Murat Kaplan