USUL USUL

Edebiyat - Serpil Arı Yılmaz

USUL USUL

Akşam üzeri, usul usul başlayan yağmur, sokakları ıslatmaya yetmişti. Ve usul usul yağmaya devam ediyordu. Yürüyordum. Gecenin bilmem kaçı olduğu umurumda bile değildi. Üstelik kaçıncı caddedeydim onu da bilmiyordum. Aynı hızda yağan yağmurun altında usul usul yürüyordum işte!

Ara sıra, sesimi duyan yok mu? diye bağırmak geçiyordu içimden! Ne diye duyacaklar ki sesini kızım! Kes sesini ve yürümeye devam et! diyordu iç sesim.

Hep kesmiştim sesimi, bu yaşıma gelinceye dek. Kimse de hadi anlat dinliyoruz dememişti. Oysa usul usul anlatacak ne çok şey birikmişti içimde. Ne çok ihtiyacım vardı beni dinleyecek birilerine. Bir yarım saat! Bir yarım saatte mi dinleyemezdi kimse beni? Bağırma, tamam! Kes artık ağlamayı! Gidemezsin, anladın mı gi-de-mez-sin! Kızdırma beni! Annen, gelinceye kadar burada usul usul oyna bebeklerinle! Sakın ses çıkarayım deme, çok fena yaparım bilirsin! Daha bir sürü işim var. O anan olacak kokoş üç liraya satın aldı beni. Neymiş işe gidiyormuş… Ulan evi bok götürüyor! Çocuk bakıcısı mıyım, temizlikçi miyim belli değil? Yüzünün boyasını sildiği pamuğu bile ben her sabah topluyorum. Dışarıda da kırım kırım kırıtırlar kıçımın kenarları!

Usul usul yürümeye devam ediyorum. Yağmurun ıslattığı ve ilerisi parlak ışıklarla süslenmiş sen yolda… Akıllı kız, benim kızım! Geleceği parlak Nermin teyzesi! Çok iyi yerlere gelecek bir gün, bak göreceksiniz! Değil mi benim uslu kızım? Bak Nermin teyzesi! Çayına bisküvisini nasıl da usul usul batırıp yiyor. Başka çocuk olsa ortalığı birbirine katardı şimdi. Maşallah benim kızım gün boyu buradan kalkmayacaksın de kalkmaz oturur öylece...

Usul usul geleceğimin parlaklığını arıyordum bu bomboş caddede. Işıklı parlak geleceğimi... Bulamıyordum bir türlü. Oysa dilekler hep bu yöndeydi. Minicik bir kız çocuğuyken bisküvimi çayıma batırıp usul usul yerken... Ben, sana buradan kalkmayacaksın demedim mi? Neden kalktın, neden söz dinlemiyorsun? Neden uğraştırıyorsun beni, piç kurusu! Anan olacak o boya küpü, bütün bakıcıları pisliğiyle kaçırdı. Kala kala benim başıma kaldın! Ya var ya senin benim kızım olduğundan bile şüpheliyim. Benden böyle geri zekâlı bir çocuk olamaz ya! Neyse! Babamın sesi, geçmişimden yankılarla kulağıma uzanıp, kalp atışlarımı hızlandırıyordu. Bir anda bir kuytu bulup saklanmak istedim. İstemeden boynumu içeriye doğru çekip başımı sakındım.

Ulan! Ben, seni daha az önce uyarmadım mı? Buradan kalkmayıp, oturacaksın diye? Kapı dinlemek, kapı aralığından salonu gözetlemekte ne ulan!..

-Hayır baba! Hayır, izlemedim, valla izlemedim! Çişim gelmişti tuvalete gittim. Hava gelsin diye araladım kapıyı, çok sıcak burası. Lütfen aşağı ineyim, çok bunaldım lütfen baba! Evin önünden hiçbir yere gitmem kapının önünde uslu uslu otururum.

Oturursun ha! Oturursun öyle mi? Ulan sen de anan gibi niye beni hiç dinlemiyorsun lan! Seni de anan olacak o kaltağı da öldürüp kurtulsam ya ben! Al sana ulan… Al sana piç kurusu!

-Ah! Baba! Ne yaptın baba?

Her saçımı taradığımda, babamdan kalan kolonya kokusunu duyumsarım usul usul! Kanla karışık biraz da alkol... Tütünü bu kadar sevmemin nedeni, kafamdan günlerce kokusu gitmeyen, tütün kolonyasının derin anılarıdır belki de. Alnımın köşesinden saçlarıma ilerleyen 13 dikiş! Babamdan payıma düşen mirasım! Kanımın yüzüme usul usul akışı ve kapının usulca kapanıp Geldim hayatım! Geldim İşte buradayım!.. Evet, evet oyuncaklarıyla oynuyor yok yok çıkmaz o, usul usul oynar orada. Biz keyfimize bakalım! Hatta işimize bakalım bir an önce. Benim güzelliğin karşısında daha fazla dayanacak gücüm kalmadı. Hem süremiz de kısıtlı biliyorsun senin öküz koca, benim asalak karı birazdan damlarlar usul usul evlere!

Geçmiş peşimi bırakmıyordu. Akli dengeleri kendine yar olmayan iki kişinin, bir anlık şehvetinden dünyaya gelmiş olan milyonlarca çocuktan biriydim. İnsanlar birlikteliklerini illa da çocukla kanıtlamak zorunda mıydılar? Arkamdan birisi mi geliyor? Hay Allah! Dönüp bakamam da şimdi korkarım. Vay be! Özgüveni kolonya şişesinin son damlasına dek kullanılarak temizlenmiş ben! Evden çıkması hatta odadan çıkması yıllarca yasaklanmış, ben! Şimdi, bir gece yarısı, yollarda tek başıma usul usul geziyor muyum yani? Gezme mi? Harbi salaksın kızım sen ya! Gezmeymiş canımı zor kurtardım desene şuna a salağım benim!

Salak! Seni aşağılık salak! Senin, kime çektiğini biliyorum ama ben! Baban boşuna boşamamış o çatlak ananı!

-İleri gidiyorsun! Bence orada kal Onur!

İleri gidiyorum öyle mi? İleri! Ne olur lan! İleri gidersem?

-Onur! Kendine gel lütfen! Onur!

Hişt, uslu dur bakalım! Şimdi usul usul ileri gitme oyunu oynayacağız seninle! Dur demedin mi bana? Soyun bakalım küçük hanım! Usul usul çıkart üzerinde ne varsa!

-Onur! lütfen diyorum! Sakin ol konuşalım lütfen!”

Hâlâ dinlemiyorsun beni, Hala oyalanıyorsun! Bak ben on saniyede çıkardım kemerimi!

-Onur, hastasın sen anlıyor musun? Hastasın!..”

Bana diyene bak. Kızım asıl sen hastasın. Gün boyu yerinden kalkmayıp bir noktaya sabitlenip kalan sen mi bana hasta diyorsun? Kapı gıcırtısına çığlık atan, karanlıkta tuvalete gidemeyen, uyurken sayıklayan, hatta hâlâ altına kaçıran sen mi bana hasta diyorsun? Kadınlıktan nasibini de almamış odun gibi yanımda yatan sen mi? Nerden karşıma çıktın! Nerden yaşamıma girdin lanet olsun! Evi bok götürüyor ulan! Dünyayı ateşe verseler umurunda olmayan sen mi bana hasta diyorsun?..

-Şarhossun sen! Ne dediğini bilmiyorsun!”

-Beni sen sarhoş ettin! Abuk subuk davranışlarınla! Ama artık canıma tak etti. Göstereceğim ben sana şimdi!

-Onur dur lütfen Onur! Onur! Hayır, yapma Onur!

***

Vay be! Onura bak! Onur! Onurumu otuz saniye de soluk almadan bütün haşmetiyle ayaklarının altına alabilecek kadar yetenekliymiş meğer. Önce dövüp sonra sevmek! Bu toplumun genlerinde mi var bu? Kadınlık onurumu, elimden alıp kendi karısını bir bok çuvalı gibi salonun ortasında pisliğiyle bırakıp uyumaya gitti Onur.

Seni çok seviyorum İpek lütfen evlen benimle!

-Evlenmek mi?

Evet evlenmek!

-Ama, ama ben! Ben sadece arkadaş olarak görüyorum seni, senin de beni arkadaş olarak gördüğünü düşünüyordum.”

Hayır, İpek hayır! Senin o usul usul süzerek bakan gözlerinin hastayım ben hem de seni gördüğüm ilk günden beri! Lütfen evlen benimle! Sen müthiş bir insansın! Sessiz bir limansın! Beni ancak sen yatıştırırsın bu yaşamda. Yalvarırım evlen benimle!

Asfalta vuran turkuaz mavi, ruhuma iyi geliyor iyi ki bu yolu seçmişim. Turkuaz mavinin umut verici bir enerjisi var. Yeşilin dengesi ve mavinin özgürlüğü… Bu iki karışım insana huzur veriyor. Ruhunu dengeliyor içinde. Tabii hep özgür ve dengeli bir yaşamım oldu zaten. Kızım güldürme şimdi beni! Tek dengem çevremdeki deli sayımın hiçbir zaman eksilmemesiydi bence.

Yolun ilerisinde ışıklarla süslenmiş bir yer görüyorum. Biraz uzak görünüyor. Olsun, sanki yapacak bir işin var bu saatte? Usul usul git işte!

Siktir git evimden! Çabuk ol siktir git diyorum sana!

Vay! Şu modern banka müdürünün ağzına da bakın hele! Hiçbir yere gitmiyorum bayan boya küpü! Burası benim de evim tamam mı?

Nerden senin evin oluyor be oruspu çocuğu! Bunu eve itfaiyeci karısı atmadan önce düşünecektin! Ama doğru ya adam söndürememiş hatunun ateşini. Bizim yan gel yat Osman’a düşmüş bu iş! İşsiz!

Kızımı almadan şuradan şuraya gitmem müdüre hanım!

Kızın mı? Ulan kızın kafasına 13 dikiş attılar senin sapıklığın yüzünden! Kafasında kolonya şişesi kırmışsın lan kızın.

Elim kendiliğinden o, onüç dikişin, olduğu yerde geziniyordu yine. Hep böyle oluyordu. Konu açılır açılmaz, elim hemen hop alnıma gider. Bir lokantaya girer girmez daha sandalyeye oturmadan, kominin masanın tozunu elindeki kirli beziyle silmedeki hızla aynıdır bu refleksim. Başa baş kapışıyoruz komilerle, sanırım hiç şef olamayacağım! Yolun karanlığına düşen, gökyüzünün turkuazını, yol kenarındaki yaldızlı ışıklar bastırmaya çalışıyorlar sanki! Yaldız gördüğümde hep aklıma Kleopatra gelir neden acaba? Belki de olmak istediğim kadındır, ruhumun derinliklerinde... Mezarının, yeri belli olmayan Kleopatra hah işte benzer yönünüzü de buldun hemen! Yersiz yurtsuz…

Caddeye yayılan, yaldızlı ışıklar beni kendine doğru çekiyordu. Usul usul yürümeyi bir kenara bırakıp adımlarımı hızlandırdım. Ve nihayet yoğun Işıkların bulunduğu o yere gelmiştim. Ağzında sakız, yüzünde ana renklerin bin bir tonu, saman sarısı saçları omuzlarında, boynundan aşağıya sarkan bir eliyle ucundan tutup salladığı, kuş tüyü kırmızı bir atkı, bu yağmurlu havada bacaklarını boydan boya teşhir eden kırmızı bir elbise, ayaklarında yarım metre topuklarla eskimiş yeşil bir ayakkabı giymiş iri yarı bir kadın.

Kadın bana bakıyordu ben de kadına.

Hişt! Yaylan buradan burası benim tezgâhım, başına iş alma!

Kime diyor diye, sağıma soluma hatta dönüp arkama doğru baktım.

Sana diyorum küçük fahişe yaylan burdan!

Derinlerden bir ses işitir gibi oldum yeniden.

Seni küçük fahişe seni! Demek yine dışarı kaçacaktın ha! Hem de annenin işten gelmesine bu kadar az bir zaman kalmışken. İlla laf söyleteceksin bana o paçoz anandan. Kız var ya seni parçalarım! Seni liğme liğme ederim! Geç içeriye! Geç çabuk! Anlasana kızım anlasana artık! Annen asla sokağa çıkmana izin vermiyor! Baban denen o alçak anında seni kaçırırmış öyle diyor! O nedenle kapıya çıkamazsın! Anladın mı? Sen yalnızca bu evde bana da gözükmeden dolaşabilirsin! Şurada ağzımın tadıyla bir kahve içecektim yine içine ettin küçük fahişe! Kız! Bıraksak seni, sen bulursun bir herif, onunla da kaçarsın valla. Hadi git gözümün önünden. Odanda ne halt yiyorsan ye! Kız bak bu söylediklerimi anana söylersen sana ne yapacağımı biliyorsun. Güneşe hasret kalırsın valla! Git çabuk odana defol!

Vay be! İlk kez küçük fahişeliğimi ilan eden on yaşımda evimize gelen 42. bakıcımızdı. Çocuk seslerinin beynime balyoz gibi indiği odamın penceresinden, usul usul dışarıyı izlemeye devam etti küçük fahişe! Üstelik babamın beni kaçıracak olma bahanesine sığınılarak! Oysa babama kalsa beni balkondan aşağıya atar. Rahatça evinde istediği haltı yaşardı itfayecinin, ateşi bol karısıyla.

Hişt! Duymadın mı kız! Kime diyorum! Bak postumu bozmak istemiyorum valla dağıtırım ağzını burnunu ilerle buradan! Manyak!

-Bana mı diyorsun?

Yok babana!

-Babama mı?

Salağa yatıp saçma sapan yanıtlar verme fiyakanı bozmama az kaldı. Defol git buradan buralar benim meskenim!

Başımı kaldırıp binanın yanan Işıklarına bakıyordum. Yola yansıyan turkuaz mavinin yaldızının aksine; burası rengârenk küçük ampüllerle donatılmış üç katlı bir binaydı. Ampuller, belli aralıklarla yanıp yanıp sönüyorlardı. İçeriden hiç derdi tasası yokmuş gibi şen kahkahalar atan kadın ve erkek sesleri geliyordu. Ne hoş, ne güzel kahkahalar bunlar diye düşündüm. Belki yalan belki gerçek ama kahkaha kahkahadır işte! İçinde neleri barındırdığını o an kimse bilmese de…

Kapıda gölgesi görünen, Işıkların yoğunluğundan yüzü seçilmeyen, bir adam sesi geldi kulağıma.

-Sen orda öyle durma ! Gel, gel içeriye gel!

İri yarı, takım elbiseli, yumurta topuk ayakkabılı bu adam, elinde ki tespihiyle biraz daha yaklaştı bana. Yüzü belirginleşti yaklaşınca. Bıyıkları yarım kilo vardı dudağının üstünden aşağıya doğru sarkan, gür saçları jöleli, yanağının ortasında kocaman bir ben.

-Sana diyorum güzelim! Gel içeriye gel. Üşütme şimdi orada!

Evet, bana diyordu yüzünü seçemediğim bu adam. Beni, kahkahaların geldiği o eve çağırıyordu. İçimde biriktirdiğim, yıllardır atamadığım o kahkahalarımı atmak istediğimi duyumsadım. Onurumu çalan Onur’a namuslu babama, fedakâr anneme, şefkat dolu bakıcılarıma…

Şen kahkahalar atmalıydım. Gülümseyerek, adama doğru ilerledim. Ve usul usul kapıdan içeriye girdim.