Ters Çaba Kuralı: Sıkıntılardan kurtulmak için teslimiyet bir çare olabilir mi?
Milan Kundera’nın edebiyat dünyasında başyapıt olarak kabul edilen eseri “Var olmanın dayanılmaz hafifliği” isimli eseri bu yazıya ilham oldu aslında. Kundera, ebedi dönüş düşüncesini açarak başladığı romanda dört karakter üzerinden inançları, gelenekleri ve aile ilişkilerini ele alır. Arka planda ise Sovyetlerin baskısı altında yaşamın nasıl bir hal aldığını anlatır. Eserin baş kahramanı olup hayatını hiç kimseye bağlanmadan yaşaması gerektiğine inanan doktor Thomas, bu düşüncesi uğruna eski karısının üstünde yarattığı baskıdan kurtulmak için önemli seçimler yapacaktır… Kitabın etkisi okunduktan sonra insanı sarar ve tıpkı teslimiyet, varoluş ve yaşam üzerine köklü düşüncelere sevk eder.
Kundera’nın eserini okurken pek çok yerde ana karaktere müdahale etmek ve onun kararlarını değiştirmek için direnmesinin mi, yoksa teslim olmasının mı en doğru seçenek olacağı gibi etik sorular aklınızı kemirir. Ancak zamanla anlarsınız: Yaşamın getirdiklerine teslim olmanın ve her şeyi akışına bırakmanın yaşamı düzenlemek belki de en iyi seçenek olduğunu…
Pek çok ülkenin özel kuvvetlerinde görev almak isteyen askerler “boğulmaya karşı dayanıklılık” ismi verilen oldukça zor bir eğitime tabi tutulurlar. Bu eğitimde askerlerin elleri ve ayakları bağlanarak suya atılır ve onlardan yaklaşık 5 dakika boyunca hayatta kalmaları istenir. Çoğu asker ilk denemelerinde başarısız olur, hatta bir kısmı yaşamını yitirir. Çünkü hayatta kalmak için fazla çabalıyor ve enerjilerini yeterince iyi kullanamayıp suda çırpınıyorlardır. Yüzmeye yeni başlayan hemen herkes az çok bilir: Başınızı suyun üzerinde tutmak için ne kadar çok çabalarsanız batma olasılığınız o kadar artar.
Peki bu görevi başaranlar bunu nasıl yapıyorlar?
Boğulmaktan kurtulmanın altın kuralı teslim olma cesaretini gösterebilmek. Suya direnmeden dibe batmayı göze almak yaşam şansını artırıyor. Bu askerler dibe battıklarında kendilerini ittirerek momentumlarının kuvvetiyle tekrar suyun yüzeyine çıkıyor ve bir nefes aldıktan sonra süreci tekrarlıyorlar. Bu boğulmaktan kurtulma yöntemine “bottom bounce” deniyor. Yani suyun gücüne teslim olup kendimizi akışa bırakarak yaşamda kalma şansımızı artırmak…
Gündelik yaşamda bazen bir şeyleri zorladığımızda durumların daha da kötüleştiğini deneyimleriz. Örneğin uykunuz kaçtı diyelim, uyumak için kendinizi zorladığınızda daha fazla uykusuz kalırsınız. Daha fazla sevilmek için çabaladıkça, daha çok terk ediliriz. Daha mükemmel olmaya çalıştıkça, daha çok hata yaparız. Aldous Huxley buna “ters çaba kuralı” diyor. Ona göre bazı şeyler için çabaladıkça başarısız olma ihtimalimiz daha da artar. Benzer durum can sıkıntısı, stres ve acı verici duygular içinde geçerlidir. Onlardan kurtulmaya çalıştıkça daha çok onların içine gömülüyoruz ya da iyi hissetmeye, mutlu olmaya çalıştıkça daha çok mutsuz oluyoruz. Çünkü aslında iyi hissetmeye aşırı takıntılı olmak, sürekli mutlu olmaya çalışmak da aşırı çabalamak, zorlamak, direnmektir.
Neye Direniyoruz?
İnsan varoluşsal olarak dış dünyaya karşı direnmek zorundadır. Çünkü dünyaya geldiğinin ilk dönemlerinden itibaren diğer insanlara bağımlı yaşarız; kendimize yeter hale gelmemiz bile ergenliğin son evrelerindedir. Bu açıdan direnme durumu çoğu kez bizim dışımızda gelişip içimizde olgunlaşan oldukça dinamik bir süreçtir. Duyguların ve yaşamın doğasına direnen insan için duygular doğaları gereği geçicidir. Gelirler ve giderler. Buna karşın yaşamda her türlü duyguya yer vardır. Size mutluluk verici duygular olduğu kadar, acı verici duygular da olacaktır.
Yaşantımın oldukça stresli bir döneminde bir görüşmeye gitmem gerekiyordu. Bir taraftan bu durumun bedenimde yarattığı fiziksel belirtilerle, bir taraftan da içimdeki o yoğun sıkıntıyla boğuşmaya çalışırken, ben bu kasvetli günü nasıl geçireceğim, ben o görüşmeyi nasıl yapacağım diye daha da evhamlanırken, birdenbire kendime şunu söyledim: "İçimi karartan ve bunaltan gölgem, bu sefer sana direnmiyorum. Ben de insanım, bunalabilir, sıkılabilirim. Bunalmak, sıkıntılarla uğraşmak o kadar da kötü bir şey değil. Herkes neler neler yaşıyor, şimdi ben de payıma düşeni alıyorum. Belki yaşantımın kötü bir döngüsünden geçiyorum, belki her şey bundan sonra daha iyi olacak ama sana yenilmeyeceğim… İçimi daha da karartmayacağım." Bunu deyince hatta neredeyse der demez, yavaş yavaş içimdeki sıkıntının hafiflemeye başladığını fark ettim. Bu cümleyi söylemeden önce tamamen kas katı kesilmiş olan ellerim, uyuşan ayaklarım ve sürekli kızaran yüzüm yavaş yavaş normale dönmeye başladı. Çünkü ben direnmeyi bırakmıştım.
Çoğu zaman bizi sıkıntıya sokan asıl şey duygudan ziyade o duyguya direnmektir. Direnmeyi de o duyguya yüklediğimiz anlam yüzünden yaparız. O duyguyu korkunç, felaket olmaması gereken bir şey olarak gördüğümüz için duygudan kaçmaya, direnmeye çalışırız. Duyguların doğal ve geçici olduğunu kabul etmeye başladığımızda ise yavaş yavaş gevşeriz.
Baktığınız zaman doğa bile mükemmel değildir. Her bir kar tanesi diğerinden farklıdır veya her ağacın şekli ötekinden farklıdır. Her çiçek belki de farklı yönlere doğru farklı şekillerde açar. Ama iyi ki de böyledir. Bu haliyle çok da güzeldir. Tıpkı doğa gibi insan da mükemmel değildir.
Ben de bir insanım ve mükemmel olamam. Üzülmek, korkmak, kaygılanmak, gerilmek beni kırılgan, zayıf ya da “hasta” yapmaz. Eksik olmak, kusurlu olmak, yaralarımın olması beni güçsüz, ya da “ezik” yapmaz.
Her insanın yaraları vardır. Önemli olan bu yaralarla yüzleşebilmek ve barışabilmektir. Onları kucaklayabilmektir. Yani aslında kişi kendini ve doğayı, yaşamın gerçekliğini, yaşamın akışını kabul ettikçe direnmeyi bırakır ve akışa uyum sağlar.
Akışa Bırakmak…
Hayatın akışına teslim olmak özgürlüğümüzü sınırlayıp bizi varoluşsal dehlizlere sürükleyen korkutucu bir bağımlılık ilişkisi gibi görünse de gerçekte iç huzuru bulmanın ve gerçek mutluluğu ve dengeyi keşfetmenin bir yoludur. İçimizdeki huzuru ve dinginliği bulmak için, bazen kontrolü bırakmalı ve akışa kendimizi kaptırmalıyız. Bu spiritüel ritüel, başlangıçta zor gelebilir çünkü kontrol hissi, güvenlik duygusu verir; güvenliği es geçerek özgürleşmek ise insanı kaygılandırabilir. Ancak gerçek güven ve huzur, akışa teslim olmayı başardığımızda ortaya çıkar. Burada kastedilen akış, dönüştürebileceğimiz şeylere odaklanmak ve gündelik yaşam içinde bizi aşan güçler karşında dengeli bir direnç göstermektir. Boğulmamak için suyun dibinden güç alan asker örneğinde olduğu gibi suyun yüce gücünün farkında olup kontrolü ona bırakmak, ancak yaşamı devam ettirecek şekilde kendimizi suyun akışına bırakmak önemlidir.
Elbette, hayatı akışına bırakmak, sorunları görmezden gelmek veya sorumluluklarından kaçmak anlamına gelmez. Aksine, hayatın akışını kabullenmek, içimizdeki direnç duvarlarını yıkmak ve her duruma açık bir zihinle yaklaşmak demektir. Bazen, beklenmedik şekillerde gelişen olaylar bize daha fazla öğreti ve büyüme fırsatı sunar. Kriz durumlarını fırsata çevirmek ya da krizleri bireysel gelişimimiz için bir mihenk taşı olarak görme becerisi ise ancak akışa teslim olmakla mümkündür.
Yaşam, uzun bir yolculuk. Bu yolculuğun bazı dönemlerinde mola vermek ve içsel sesimize yönelmek oldukça önemlidir. Yolculuk esnasında mola verdiğimiz duraklarda hayatın akışına teslim olmanın bize getireceği huzur ve mutluluğun farkına varmalıyız belki de. Hayatın olağan akışında Milan Kundera’nın tabiriyle var olmanın dayanılmaz hafifliğinin tadını çıkarmak için belki de bugün kendimizi biraz daha akışa bırakmaya ve teslimiyet denizinde sürüklenmeye davet etmek gerekiyor.