LAİKLİĞİN ANLAMI, ÖNEMİ VE ELEŞTİRİSİ

Din Felsefesi - Doç.Dr.ARMAĞAN ÖZTÜRK

Laiklik cumhuriyet tarihinin en istikrarlı tartışma konularından biridir. Atatürkçüler ile İslamcı-muhafazakar kesimler arasındaki ideolojik yarılmanın nirengi noktası dinin devlet ve toplum hayatında oynayacağı rolle ilgilidir. Laiklik yanlısı kesimler MEB ve Diyanet gibi kurumların faaliyetlerini mercek altına alarak kapsamlı bir eleştiri hattı geliştirirler. Siyasi iktidarın kamusal hayatı ve devleti İslamileştirdiği, bu durumun da özgürlüklere zarar verdiği savı başlıca yakınma konusuna karşılık gelir. Görünür gündemin altında tarikat ve cemaatlerin statüsü ile Atatürk Devrimlerine sadakat da yoğun bir şekilde tartışılır.

İslamcı-muhafazakar kesimin kurduğu karşı söylemin bir kısmı bir tür gayri resmi tarih anlatısı şeklindedir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yürürlükte olan laiklik anlayışının Müslümanların dinlerini yaşamasını engelleyen olumsuz bir içeriğe sahip olduğu sıklıkla vurgulanır. “Camiler ahır yapıldı” veya “Kuran öğrenmek yasaklandı” argümanları İslamcı kesimlerin Cumhuriyet laikliği algısındaki aforizmik hatıralara karşılık gelmektedir. Tabii laiklik eleştirisinin daha liberal bir formu olduğu da söylenebilir. Laikliğin esasının din ve vicdan hürriyeti olduğu, Türkiye’deki laiklik anlayışının dini kontrol etmek veya dindarlara baskı yapmayı değil, dine özgürlükçü bir bakışı desteklemesi gerektiği sıklıkla vurgulanır.

Atatürkçülerle İslamcılar arasındaki polemik meseleye giriş yapmamızı sağlayan olgusal bir hatırlatma sadece. Biz bu tartışmayı parantez içine alıp laikliğin anlamı, önemi ve laikliği esas alan devlet pratiklerine yönelik eleştirileri daha geniş bir çerçevede tartışmalıyız. Laiklik öncelikle barış demektir. Din ve mezhep farklılıklarının siyasal-toplumsal dayanışmayı geciktirdiği tarihsel bir gerçek olarak karşımızda durmakta. Bu nedenle genelde devletler belli bir dini veya din yorumunu kayırmak, ona ayrıcalık verme eğiliminde. Ancak laik dünya görüşünün gelişmesi, daha doğrusu devlet-vatandaş ilişkilerinin din dışı bir nitelik kazanmasıyla yurttaşın devlete karşı yükümlükleri ve devletin bireyle kurduğu siyasi ilişkide dinsel tercih zorunluluk olmaktan çıkmıştır. Bu durumun din ve mezhep savaşlarının devletlere olan olumsuz etkisini azalttığını ve siyasi sisteme istikrar kazandırdığını söylememiz gerekir.

Dinin giderek özel hayatla ilgili bir mesele olarak görülmesi süreciyle din ve vicdan hürriyetinin anayasalar tarafından korunması tedbiri laikliğin kurumsallaşması sürecinde üzerinde durulması gereken diğer aşamalar. Bu bağlamda toplumda sekülerizm olmadan devlette laikliği tesis etmek çok zor. Türkiye’deki hakim Kemalist laiklik yorumunun tarihsel açıdan yaşadığı en büyük sorun tam da bu noktada söz konusu olmakta. Devletin laikliği dayattığı, toplumun ise pre-modern, dolayısıyla fazlasıyla dinsel bağlarla birbirine bağlandığı bir izlekte devlet ile toplumun karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz.

Sekülerizm-laiklik ilişkisi bakımından ise Türkiye’deki durumun bir hayli değiştiğini kayıt altına almalıyız. Ancak anomi hala devam ediyor. Eskiden devlet laik, toplum dindardı. Devlet yukarıdan aşağı bir şekilde laikliği eğitim, hukuk ve kültür enstrümanlarıyla topluma dayatırdı. Merkez-çevre kavramlaştırmasına konu olmuş ünlü siyasal sosyolojik sıkışma önemli ölçüde laiklik çevresindeki tartışmalarla şekillendi. Bugünün Türkiye’sinde ise toplumda, özellikle de gençler ve kadınlar arasında sekülerleşme düzeyi yüksek. Dini değer, sembol ve pratiklere saygı kamusal ortamda hala devam ediyor. Ama çok sayıda birey gündelik hayatta dini referanslar olmadan yaşamakta. Bireyselleşme ve kapitalistleşmenin de sekülerlik düzeyini yukarı çektiği sosyolojik bir vaka olarak kayıt altına alınmalı. Ancak devlet düzeninde İslami kaygı ve beklentiler bakımından artış var. Diyanet’in büyüyen personel sayısı ve bütçesi, MEB’in bünyesinde din ve kültür eğitiminin daha da yaygınlaşması, tarikatların artan nüfus ve etkinliği devletin İslami milliyetçilik diyebileceğimiz bir ideolojik doğrultuda kendini kurumsallaştırdığını gösteriyor. Pek çok yorumcunun merkez ile çevrenin yer değiştirdiğine dair analizinin esas dayanağı da bu yeni durum. İşin özeti devlet aygıtı ve devlet elitleri bakımından dini referans önemli. Ama gündelik hayatın giderek sekülerleştiğine ve bu nedenle toplum ile devlet alanları arasındaki farkın açıldığına tanıklık ediyoruz. Atatürk milliyetçiliğindeki gözle görünür yükseliş devlet ideolojisine yönelik muhalefetin toplumsallaşma kapasitesini ortaya koyması bakımından önemli bir örnek.

Tartışmayı Tocqueville’den kalan kuramsal mirasa işaret ederek bitirmek yerinde olabilir. Tocqueville Fransa tipi bir laiklik yerine Amerika örneğinde kristalize olan sekülerizmi din-devlet ilişkileri bakımından olumlamıştı. Çünkü laiklik din-devlet çatışmasına yol açmakta ve bu durum da iç barışı bozmaktaydı. Ancak sekülerizm sivil toplumu ve çoğulculuğu içinde barındıran bir içeriğe sahipti. Seküler bakış açısı liberal demokrasiyle uyumlu bir siyasal kültür de yaratıyordu. Galiba bize lazım olan dil de sekülerizm. Toplumun kendi bireysel yönelimini daha seküler bir formda şekillendirmesi laikliğin demokrasiyi destekleyen niteliğini güçlendirecek, ayrıca laiklik din ve vicdan özgürlüğü yolunda gerçek bir teminata dönüştürecektir.

Seküler bir din siyaseti hedefine doğru yapısal bir dönüşüm ise ön yargıları parantez içine alan yeni bir dille söz konusu olabilir ancak. Bu bağlamda laik kesimler arasındaki tarikat algısının iyileşmesi ve dindar toplulukların da modern yaşama yönelik olumsuz değerlendirmelerini yumuşatması gerek. Farklı yaşam biçimleri aralarında ahlaki üstünlük kaygısı gütmeden sosyal ilişki kurabilir. Ama tabii ön yargıları kırmak atomu parçalamaktan daha zor. Henüz iyileşmenin çok uzağındayız.