KUANTUM FİZİĞİNE YOLCULUK 1
SİMYACILIK VE KADÜS SEMBOLÜ
(Bu yazıyla birlikte Kuantum Fiziği yolcuğuna minik bir adım atacağız. Bir sonraki yazıda kuantum fiziğini teknik olarak anlatmaya çalışacağım.)
Sembolik dil matematik gibi evrensel bir dildir. Semboller, geçmiş ile günümüz arasında köprü görevini üstlenerek zaman ve mekan ötesi iletişime öncülük etmiştir. Sembolik dil sayesinde geçmişin kadim mirası bugünlere aktarılabilmiştir. Birçok sembol ise amacının dışına çıkarılarak negatif gruplarca kullanılmaya başlanmıştır. Oldukça geniş olan bu konuya başka bir yazıda değinmek isterim. Bugün ise kadüs sembolü üzerinde duracağız.
Kadüs sembolünü birçoğumuz biliriz. Bir sopayı sarmış iki yılan. Ve sopanın tepesinde iki melek kanadı... En azından hastanelerin ve eczanelerin amblemlerinde görmüşüzdür bu sembolü. Peki bu sembolün manası nedir?
Geçmişte ve günümüzde tıp ve sağlığı temsil etmek için kullanılan bu sembolün kökenine indiğimizde ise karşımıza Simya İlmi çıkar. Kimya biliminin temelini oluşturan simyacılık, değersiz olan metalleri altına çevirme, hastalıkları iyileştirme ve ölümsüzlüğü bulma ilmi olarak bilinir. Bu işlem sırasında ise felsefe taşına ihtiyaç vardır. Kitaplarda, filimler de bu şekilde tanıtılmıştır simyacılık bize.
Ancak simyanın asıl amacına baktığımızda, değersiz metalleri altına çevirmekten ziyade, insanın değersiz yanlarını dönüştürerek ona değerli bir ruh olduğunu hatırlatmaktır. Diğer bir ifadeyle insanın nefsini terbiye etmesine yardım ederek ruhunu şifalandırmak, ilahi kaynakla bağlantısını kolaylaştırıp birlik bilincine ulaştırmak olarak da tanımlayabiliriz. Daha üst bir ifadeyle Nirvana’ya ya da Fenafillah makamına ulaşmak...
Peki simyacılık sihirbazlık mıdır, insanı nasıl dönüştürür?
Hermetik felsefenin üstatları olan simyacılar, bilimin henüz keşfettiği kuantum fiziğini ta o zamanlardan biliyorlardı. Bizler de dahil her şeyin enerjiden ibaret olduğunu ve bu enerjiyi her türlü şekle dönüştürebileceklerini öğrenmişlerdi. Film ve kitaplarla fantastik öğelere evrilen, mucize, sihir gibi gösterilen Ezoterik bilgiler olarak geçen bu bilgiler, günümüze kadar gizli bilgiler arasında yer almıştır. Ancak öğretmen öğrenci ilişkisiyle öğretilen bu bilgiler inisiye ile yani el verme yoluyla hak edenlere verilirdi. Bu durumu Türk tasavvuf geleneğinde de, Anadolu şifacılığında da, Budist rahiplerin eğitimlerinde de ve birçok alanda da görürüz.
Peki neden herkese bu bilgiler verilmezdi?
Öncelikle bilgi gerçekten onu isteyene verilir. Herkes neden bilgi istemesin ki? Bilgi sorumluluğu ağır bir yüktür. Bilgelik yolunda yürüyen insan, o bilgeliğe ulaşana kadar birçok çileden geçer. Kimi zaman dışlanır, yalnızlaşır kimi zaman bilgi deryasına dalıp derin sularda boğulur. Diyetlerle, ibadetlerle, ritüellerle, sınavlarla nefsini terbiye eder. Tüm düalite sınavlarından mezun olduktan sonra dengesini bulup bilge olur. Bilge olduğunda ise kendini bilir ve kendini bulur... Mevlana’nın sevdiğim bir sözü vardır: “Dün akıllıydım insanları değiştirmek istedim, bugün bilgeyim kendimi değiştirdim.” Cehalet mutluluktur diyen ise bilgiyi talep etmeye gerek duymaz. Kulaktan dolma bilgilerle hayatını dümdüz yaşar gider.
Bilgiyi isteyene ise bu hemen verilmez, bilgi kademe kademe verilir. Bunun ilk nedeni her insanın hazır bulunuşluk ve idrak seviyesinin birbirinden farklı olmasıdır. Her bilgiyi herkes taşıyamaz. Kimisi bu bilgilere hazırdır, bilgiyi kendi ruhunu ve insanları geliştirmek için kullanır. Kimisi kapasitesinin üzerindeki bilgiyi kaldıramayıp akıl sağlığını kaybedebilir. Kimisi bu bilgileri kendi çıkarları ve toplumu yok etmek için kullanabilir. ( Atom bombasının, nükleer silahların icadı...) Kimisi ise anlayamadığı bu bilgileri ve kişileri itibarsızlaştırma yoluna gider. (Mevlana ve Şems’in dostluğuna dil uzatma cüreti...Ve daha nice alime yapılan iftiralar...) Dahası anlayamadıkları ya da çıkarlarına ters düştüğü için o insanların canına kast ederler. (Sokrates, Hallacı Mansur daha birçok bilgenin canına kıyılması...) O yüzden bilgiyi talep etsek bile bilginin dozu da, niteliği de kişinin idrak seviyesine göre verilir.
Örneğin neden kutsal kitaplar, öğretiler düz ve açık bir anlatım kullanmak yerine sembolik bir dil kullanmıştır? Burada da insanların idrak seviyesi önemli bir etkendir. 1500-2000 yıl önceki insanın şuur seviyesi ile günümüzdeki insanların şuur seviyesi aynı değildir. O dönemlerdeki insanlara günümüzdeki bilim seviyesinde bir anlatım ile yaklaşmak yerine kendi içlerinde bulundukları coğrafi koşullar, yaptıkları işler, yaşam tarzları çerçevesinde anlayabilecekleri örneklerle anlatım yoluna gidilmiştir. Günümüz insanının kafasını karıştıran ise budur. Biz o koşullarda yaşamıyoruz sonuçta gibi bir çıkarım yapılıyor. Ancak sembolik dil çok katmanlı ve döneminin çok üstünde bilgiler içeren evrensel bir nitelik taşır. Şimdiki bilimsel gelişmeler ve idrak seviyesinde yozlaştırılmamış saf kaynaklar incelendiğinde ise bambaşka ve güncel anlamlar çıkarabiliyoruz. Kitaplarda ve filmlerde de aynı durum söz konusudur. Her biri sembolik dili kullanarak her kesime ve idrak seviyesine göre farklı anlamlara bürünürler.
Severek okuduğunuz bir kitabı düşünün. Yıllar sonra tekrar okudunuz diyelim. 20’li yaşlarda anladıklarınızla 30’lu 40’lı yaşlarda anladıklarınız aynı mı olur?
Ya da küçük yaşlarda izlediğiniz bir filmi daha olgun yaşlarda izlediğinizde aynı çıkarımları mı yaparsınız? Yoksa bu ayrıntıları daha önce nasıl fark etmedim mi dersiniz?
Sembolik dili anlamak için sabit fikirlilikten çıkıp açık fikirli olmak, çok okumak, araştırmak, kendimizi geliştirmek ve idrak seviyemizi yükseltmek zorundayız. İdrakimizin yetmediği yerde ise güvenilir rehberlerden yardım alarak kendimizi geliştirmeliyiz.
Şimdi tekrar kadüs sembolüne dönelim. Birçok kaynakta adı geçen, vücudumuzda yer alan meridyen noktalarını bilirsiniz. Bunların en temel enerji merkezlerini ise omurgamız boyunca sıralanan yedi çakra oluşturur. Her bir çakranın bağlı olduğu hormanal bezler vardır. Ve her bir çakranın bedenen, zihnen ve ruhen sağlıklı olmak için belli işlevleri vardır. Bu işlevleri verimli bir şekilde gerçekleştirmek için her bir çakra, evrensel enerjiden aldığı titreşimleri katalizör görevi üstlenerek dönüştürür. Bu yedi çakranın dengeli olması, dünyevi ve ruhani tarafımızın da dengede olması demektir. Kadüs sembolündeki bu asa omurgayı, yılanlar yaşam enerjisini, kanatlar ise ilahi kaynağa yolculuğu temsil eder. Kuyruk sokumunda yer aldığı düşünülen kök çakrada uyuyan yılan sembolü yani evrensel yaşam enerjisi, her bir toplumda farklı isimlerle anılır.
Japonlar Evrensel Enerjiye “Ki” derken,
Çinliler “Chi”,
Hintliler “Prana”,
Müslümanlar “Baraka”,
Yahudiler “ Ruah”,
Kızılderililer “Nayetoneyah” ,
Hawai kültürü “ Mana”,
Eski Mısır Medeniyeti “ Ka”
Ve Eski Yunan Medeniyeti ise “Pneuma” adını vermişlerdir.
Belli inisiyasyonlarla kök çakradaki yılan ile sembolize edilmiş bu evrensel yaşam enerjisi uyandırıldığında, dünyevi yönümüzle ruhani yönümüz dengelenir. Bununla birlikte dünyaya, insanlara, tüm canlılara, olaylara bakış açımız değişerek üst benliğimizle bütünleşmeye başlarız. Açılan üçüncü göz ve kalp gözüyle birlikte sadece bedenden ibaret olmadığımızı anlayıp ruhsal yönümüzü ve uyuyan potansiyellerimizi keşfe çıkmaya başlarız.
Kuantum fiziğine göre her şey enerjiden yani titreşen sicimlerden ibarettir. İşte simyacılığın ana disiplini de bu bilgiye dayanır. Her bir varlığın, maddenin, duygunun frekans aralığı vardır. Bedenen, zihnen ve ruhen dengeli olan insanın titreşimi yükselmeye başlar. Birçok din ve öğretide karşımıza çıkan samimiyetle yapılan ibadet, dua ve ritüellerin amacı da enerjiden ibaret olan insanın titreşimini yükseltmektir. Titreşimi yükselen insan ise kendini ve diğer insanları olduğu gibi kabul etmeye başlar. Bu yaşam tarzı ile birlikte nefsani yanlarını törpülemeyen insan, kendi özüyle tanışmaya başlar. Büyük resmi görmeye başladığında ise bu dünyanın da, yaşamın da sırlarını çözme yolculuğuna çıkar.
Titreşimi yüksek olan insan geçmişiyle, travmalarıyla savaşmaktan vazgeçer. Onlarla yüzleşir ve tüm yaşananların onun ruhunu geliştirmeye yönelik tecrübeler olduğunu kavrar. Böylelikle kin, öfke, nefret, kıskançlık, ayrımcılık duygularının ruh ve bedende hastalık olarak yer edinen etkilerinden kurtulur. Kurban bilincinden çıkıp birlik bilincine yükselerek kendini ve çevresindekileri affetmeyi öğrenir. Vicdan mekanizması daha hızlı çalışır. Evrenin düalite ilkesi üzerine kurulduğunu anladığında ise erkek ile kadını, iyi ile kötüyü, karanlık ile aydınlığı bir potada eritip evreni ve içindeki tüm canlıları sevgiyle kabul eder. Artık kendisi gibi titreşimi yüksek insanlarla rezone olduğunda ise etrafına kendi gibi olan insanları çekmeye başlar.
Kısacası simyayı da felsefe taşını da uzaklarda aramaya gerek yoktur. O zaten bizim ruhumuzda yer alan ilahi enerjide saklıdır. O enerjiyi bükmeyi öğrendiğimizde taşı da altına, hastalığı da şifaya dönüştürebiliriz. Her şeyden önemlisi böylece ölümsüzlüğün peşinden koşmak yerine zaten ölümsüz olduğumuzu idrak edebiliriz.
Filmlerle, kitaplarla ve felsefeyle kalın...
Kaynak: Onlarca kitap, video, söyleşi vb harmanlanıp yorumlanmıştır.