Jack London'ın Çağı

Fikir Yazıları - Hamit Ölçer

Jack London’ın Çağı

Edebiyat, yalnızca edebiyat değildir. Edebiyat, edebiyat yapmaktan daha fazla bir şeydir. Edebiyat yaparak aslında başka bir şey yapmış olursunuz. Jack London’ın edebiyatı da sanırım böyle bir şey olsa gerektir. Jack London, edebiyat üzerinden bir yandan hiç de edebi olmayan şeyler söylemekteydi. Jack London gördüklerini etkili bir üslupla aktarabilmeyi başaran bir yazardır denilebilir. O, her şeyden önce bir “dehşet”e tanıklık etmişti ve şöyle diyordu:

“Bu dehşetle, düşünmeye yöneldim… birkaç istisna dışında halkın bütün temsilcileri… insanların güvenini satıyordu… Borular ve oluklar gayri sıhhi, soluduğum hava kirliydi... Temiz, asil ve canlı ideallere sahip, aynı şekilde temiz, asil ve canlı adamlar bulmayı ummuştum… vaizler, politikacılar, işadamları, profesörler ve editörler… Gerçekten birçoğu temiz ve asildi, ama çok az istisna hariç, canlı değildiler. Doğrusu, istisnaların sayısı iki elimin parmaklarını geçmezdi. Ahlak bozukluğu bakımından canlı, kirli bir hayat yaşamakta başarılı olmayanlar, yürüyen ölüler gibiydi -iyi korunmuş mumyalar gibi; temiz ve asil, ama canlı değil… bozuk gıdalar üretmiş adamlar tanıdım... Sanayinin kaptanlarıyla otellerde, kulüplerde, evlerde, trenlerde, gemilerde konuştum ve zeka alanında ne kadar az yol almış olduklarına şaştım. Öte yandan, iş konusunda anormal derecede zeki olduklarını keşfettim. Ayrıca, iş söz konusu olduğunda ahlaklarının sıfıra indiğini de keşfetmiştim… senatör, kaba saba, eğitimsiz bir makine patronunun maşası ve kölesi, onun küçük kuklasıydı… vali ve… yüksek mahkeme yargıcı da öyle; her üçü de aynı trendeydi… adam, idealizmin güzelliği ve Tanrı'nın iyiliği hakkında makul ve ciddi bir konuşma yapmazdan hemen önce, bir iş anlaşmasında yoldaşlarına ihanet etmişti… adam, kilisenin önde gelenlerinden ve yabancı misyonların önemli bir destekçisi iken, dükkanındaki kızları açlık sınırının altında bir ücretle çalıştırarak, alenen fahişeliği teşvik ediyordu… adam, üniversitelerde kürsü sahibiyken, mahkemelerde para için yalancı tanıklık yapıyordu. Ve… demiryolu kodamanı, ölümüne rekabet eden iki sanayicinin birine gizli iskonto uygulamakla, bir centilmen ve Hıristiyan olarak sözünü bozmuş oluyordu. Her yerde durum aynıydı; suç ve ihanet, ihanet ve suç -canlı, ama temiz ya da asil olmayan; temiz ve asil, ama canlı olmayan adamlar. Öte yandan, ne asil ne de canlı, sadece temiz olan umutsuz bir kitle vardı” (London, 2009: 24-29).

Yukarıdaki sözleri adeta içinde yaşanılan çağa ve geniş anlamda “kötülük” dediğimiz şeye karşı Jack London’ın lanetleyici bir tiradı, bir ağıtı olarak değerlendirmek gerekir belki de. London’ın bu saptamaları günümüzde bile, dünyanın pek çok köşesinde hala tanıklık ettiğimiz gerçekleri ifade etmesinden dolayı kalıcı, evrensel bir içeriğe sahiptir. Başjka bir ifadeyle hâlâ bu “kötülüğün” yaşandığına tanıklık ediyoruz.

Jack London’ın yukarıda betimlediği pek çok figür (vaizler, politikacılar, işadamları, profesörler ve editörler…) aslında ileri! uygarlığın eğitimli, ahlaklı, bilgili ve örnek aktörleridirler. İşte Jack London, bu yönetsel ve prosedürel erki ellerinde bulunduran aktörlerin toplumu “iyilikle, güzellikle, adaletle, merhametle” yöneteceği yerde nasıl oluyor da kötülükle, çirkinlikle, adaletsizliklerle, merhametsizce yönetebildiklerine dikkat çekmektedir. Dolayısıyla aklın ve vicdanın kendi temellerini yıkıma uğrattığı bir düzen nasıl mümkün hale gelmektedir? London bir entelektüel olarak buna isyan etmektedir.

Burada bir şeyi açıklığa kavuşturmamız gerekiyor. Şu halde temel mesele insanların yalnızca “kötü yönetildiği” gerçeğinden öte insanların tam da “kötülükle yönetildiği” gerçeğidir söz konusu olan. Dolayısıyla “yozlaşma” dediğimiz şey “yozlaştırma”dan bağımsız değildir. Burada Jack London’ın gördüğü şey, Nietzscheci anlamda tüm asli ve ulvi değerlerin nasıl da kendi öz değerlerinden uzaklaştı(rıl)ğıdır. London’a göre tam da böylesi yozlaşmış bir ortam ancak ve ancak “kötü” insanların, “kötülükle yöneten” insanların açgözlü eğilimlerinin bir ürünü idi. Bunalımın nedeni “köşe bucak her yeri sarmış olan açgözlülük” (Haley, 2012: 57) idi. Peki burada yönetsel erke sahip olanların rolünden ziyade sıradan insanların rolü yok mudur? Elbette ki. Zira sıradan insanlar, başka bir deyişle ortalama insanlar da bu yozlaştırılmış ortama farkında olmadan alet olmuşlardı. Yani ortalama insanlar da bu yozlaşmış ortama, bu günaha ortak olmuşlardı. “Bu kitlenin belirli ya da kasıtlı günahları yoktu, lakin mevcut ahlaksızlığa rıza göstererek ve ondan nasiplenerek edilgin şekilde günah işlemişlerdi” (London, 2009: 29). Şu halde sonuç itibariyle diyebiliriz ki, toplumsal yozlaşma ya da toplumsal bozulma dediğimiz şey nihayetinde zaten ta en başında yozlaştırılmış, bozulmaya maruz bırakılmış bir çevrenin ürünü olarak ortaya çıkar. Tıpkı bir yerin pisliği alınmadığı vakit o pisliğin herkesi kirletmeye başlaması gibi. Yine de bunda herkesin rolünün olduğundan da söz edebiliriz. Tüm bunlar bize şu iki soruyu sormamıza fırsat verir: 1. Tüm bunlar neden böyle oldu? 2. Tüm bunlar nasıl böyle oldu?

Jack London'ın ruhu sizinle olsun...

.....

Hamit Ölçer, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Sosyoloji, Doktora öğrencisi

Kaynakça

Haley, J. L. (2012). Jack London (Y. Yavuz, Çev.). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

London, J. (2009). Bana Göre Hayatın Anlamı (Y. Yavuz, Çev.). Ankara. İmge Kitabevi.