TEOLOJİ/KELAM BAĞLAMINDA HÜRRİYET PROBLEMİ
İnsan, bilen bir varlık olarak, şeyleri birbirinden ayırabilmekte, onların özel niteliklerini tanıyabilmekte ve dolayısıyla var olan şeyler hakkında bilgi sahibi olduktan sonra, onlar karşısında takınacağı tutumu belirleyebilmektedir. Buradan hareketle biz, ‘şeyler’ tarafından belirlenmeyerek ‘şeyler’ hakkında bilgiyle hayatı düzenlemeye “hür olma” adını vermekteyiz. Tarih boyunca hürriyet problemi etrafında fikir yürüten ve yazı yazan düşünürler, söz konusu “hür olma”nın nasıl gerçekleşeceği noktasında ilgi alanlarına göre bir çözüm bulmaya çalışmışlardır. İslam düşünce geleneği çerçevesinde, hürriyet problemi genellikle kelam ve felsefenin konuları arasında dağınık bir şekilde ele alınagelmiştir.
- TEOLOJİK/KELAMİ AÇIDAN İNSANIN HÜRRİYETİ
Arapça’da “Kelam”, günlük dilde “konuşma, söz” anlamlarına gelir. Örneğin Kur’an- Kerim’de “kelamullah” dendiği zaman “Allah’ın sözü, konuşması” anlaşılır. Fakat onun teknik bir anlamı daha vardır ve “zihni veya akli kelam” şeklinde ifade edilebilir; mütekellim de bunun ism-i failidir. Şüphesiz bu kelime, bir zamanlar, bir lakaptı ve sürekli konuşan kimseleri ima için kullanılıyordu. Fakat daha sonra, nötr bir tabir olarak kabul edilmeye başlandı. Devam eden asırlarda, sistematik akıl yürütmenin adı olarak kullanılmaya, İslam inanç esasları hakkında fikri yorumlar getirmeye yönelik özel bir kavram olarak kullanılır hale geldi.
İnsan düşünce tarihinin her döneminde düşünceleri meşgul etmiş bulunan bu meselenin, Müslümanları da etki altına almaması mümkün değildi. Bu sorunu Müslümanlar daha İslam’ın ilk zamanlarından itibaren tartışmışlardır. İnsan hürriyeti sorununu kelamcılar, daha çok insan fiilleri açısından ele almışlardır. Bu noktada insanın gücü ve iradesi derinlemesine tahlil edilmiştir. Mutlak varlık olan Allah’ın ilim, irade ve kudretinin yanında sınırlı olan insanın kendi fiillerinde özgür irade ve güç sahibi olup olmadığı farklı tartışmalara neden olmuştur. Aslında problem, Allah’ın sıfatları ile yakından ilgilidir. Hz. Peygamber devrinde bu mesele etrafında münakaşaların olduğuna dair kaynaklarda somut misaller zikredilmemesine rağmen hiç kuşkusuz insanın davranışlarında özgür olup olmadığı sorununun daha İslam’ın erken dönemlerinde yoğun olarak tartışılmaya başlandığı söylenebilir.
İslam’dan önce, cahiliyye döneminde Araplar arasında her şeyin ezelde belirlendiği için insanın elinden bir şey gelmeyeceğine inananlar olduğu gibi, insanın fiillerinin faili ve yaptıklarından sorumlu olduğuna inananlar da vardı. Arapların çoğunluğu insan hayatının “dehr” in kontrolü altında olduğuna inanıyorlardı. Bunu açıkca belirten Kuran ayeti bulunmaktadır. Hz. Peygamber döneminde kader meselesinin sahabe arasında konuşulduğu, hatta Hz. Peygamber’in kader konusunda kendisine soru sorulmasını ve Ashabına bu konu etrafında tartışma yapmasını yasakladığına dair haberler vardır.
Oldukça karmaşık bir yapıya sahip olan kelam disiplini teşekkül etmeden önce insanın hürriyeti ile ilgili yapılan akıl yürütmeler, daha çok kader problemi ile ilişkilendirilerek çözülmeye çalışılmıştır. Bu dönemde yapılan kader tartışmaları, yoğun olarak ayetlerle temellendirilmiştir. Bu olgu, söz konusu tartışmalara Kur’an-ı Kerim’in oldukça büyük bir katkısının olduğunu düşündürmektedir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de insanın hürriyetini, sorumluluğunu vurgulayan ayetler olduğu gibi; Allah’ın mutlak bilgisini, iradesini, gücünü vurgulayan ayetler de vardır. Bu ikinci grup ayetler, Kur’an-ı Kerim’in bir bütün olduğu unutularak bağlamlarından koparılıp lafzi (literal) bir şekilde okunacak olursa –ki okunmuştur- çok rahat bir şekilde kaderci/determinist bir düşünce oluşturulabilir.
1.1. Determinist/Cebri Yaklaşım
Determinist (cebri) yaklaşım kelami bir dille kısaca şöyle ifade edilmektedir: “Allah’ın bilgisi tektir. O’nun bilgisi kazanılmış (mükteseb) olmadığı gibi, istidlal ve düşünmeye (nazar) dayalı bir bilgi de değildir. Allah bütün bilinebilecekleri/bilinenleri (malumat) kuşatır, var olan şeyleri bu bilgisiyle bilir. Kısacası O, bütün bilinenleri; olmuşu ve olacağı bildiği gibi, olmayacağı da olmayacak diye bilir. O, imkânsızların (muhalat) imkânsızlığını da bilir.”
Kelami anlamda determinist düşünceyi benimseyenlere göre, insanın fillerini Allah yarattığından, doğal olarak onlar da Allah’ın ezeli takdirinin kapsamı içerisine girmektedirler. Allah, olacağını ezelde bildiği şeyleri tek bir irade ile ezelde irade edendir. O hiçbir zaman daha önce irade etmediği bir şeyi, sonradan irade eden değildir. Zira iradeler, irade edenin bilgi eksikliğinin giderilmesi oranında yenilenir. Bu düşünceyi Haris el Muhasibi (ö. 243/857) şöyle formüle etmektedir: “Allah, hayır veya şer, olacak ve olmayacak şeyleri ezeli olarak bilen, onları ezeli bir bilgiye göre irade eder. Bu yüzden O’nda iradesinin ilişki içerisine girdiği hususlarda sonradan bir bilgi meydana gelmez.” Anlayabildiğimiz kadarıyla, ilk dönem İslam kelamcıları, insanın hürriyeti meselesini daha çok Tanrı’nın ezeli bilgisi ve yaratma meselesi etrafında anlamaya ve açıklamaya çalışmışlardır.
Determinist yaklaşımın, öncelikle dini ve ahlaki sorumluluk açısından doğurduğu güçlüğü aşabilmek için kelamcıların bir kısmı, “ilmin maluma tabi olduğu” tezini savunacaklar, mistik alanda ise İbn Arabi (ö. 638/1240), benzer bir anlayışla “ayan-ı sabite” kavramını kullanacaktır. Fakat her iki anlayış da determinist yaklaşımdan daha az olmayacak ölçüde bazı önemli kelami ve metafiziksel problemlere yol açmaktadır. Her şeyden önce ezeli bir bilginin, sonralığı çağrıştıran tabilik vasfını nasıl olup da kazanabildiğini izah etmemiz oldukça güç görünmektedir. Diğer taraftan ilmin maluma tabi olması, ilahi ilmin bilinen ile sınırlı olduğunu ima etmektedir. Bu iki durum da, söz konusu fikri ortaya atanlarca dahi kabul görmeyecek bir nitelik arz etmektedir.
Determinist kelam anlayışına göre, maddede hiçbir imkân ve canlılık yoktur. Başlı başına hiçbir güç ve sürekli olan bir değişim söz konusu değildir. Fiil ancak Tanrı’nın iradesi ve O’nun sebepliliği ile sınırlı ve kayıtlı olarak varlığını sürdürebilir. O, varlıkları dilediği anda yaratır ve yok eder. Bütün ortaya çıkanların kaynağı, sebeplerin sebebi ve bütün fiili değişimin kaynağı Tanrı’dır. Bu düşünceler, klasik kelamcıların olayların yorumlanmasında ve ortaya çıkan eylemlerin illetlendirilmesinde sadece yaratıcı failden hareket ettiklerini göstermektedir. Klasik kelami yorumda hâkim olan görüşe göre, fiziksel varlık olan dünya, metafizik alana işaret etmesi açısından bir anlam ifade eder. Bunun dışında kendinde bir varlık olarak geçici ve süflidir. Çünkü dünya, hiyerarşik varlık düzeninin en alt katmanıdır. Bu nedenle onun fazla kıymeti yoktur. Mutlak ve aşkın olandan bahseden söz, sözlerin en değerlisidir. Bu nedenle ilahiyat ile ilgili ilimler, ilimlerin en üstünüdür. Böyle bir ayrım, fiil ile fail arasındaki ilişkiden dolayı, yaratma eylemini bir süreç, bir etkileşim olarak değil, tek taraflı bir belirleme olarak görmek durumunda kalmıştır. Böyle bir yaklaşım, insan-alem ilişkisini basite alan bir bakış açısının doğmasına ve yaygınlık kazanmasına sebep olmuştur.
Bu düşüncenin İslam düşüncesinde ön çıkan savunucuları olarak Eş’ari kelamcılarını görmemiz mümkündür. Eş’arilerin bu konudaki tutumları, insan nefsinden şüpheyi kaldırarak onun yakine ulaştırılması konusunda, aklın kudretine güvenmeme ve Tanrı’nın mutlak ve sınırsız kudretine zarar verir endişesiyle aklın zati, tabii kuvvetleri ve kudretini yok sayma gibi temel düşüncelerine dayanmaktadır. Aslında bu durum, mucizelerin ispatlanmasını sağlamak maksadıyla da ilgilidir. Bu düşünce Eş’arileri sebep-sonuç ilişkisinde, gerekliliğin ve kesinliğin kabul edilmemesi sonucuna götürmüştür. Onlara göre zaruret ve kesinlik inkar edilmezse, Tanrı’nın dilediği zaman mucizeleri gerçekleştirebileceği düşüncesi nasıl izah edilebilir? İbn Rüşd (ö. 595/1198), mucizelerin olabilirliği (cevaz) fikrinin, kâinatta sebepliliğe dayalı nizamı nefyetmeyeceği kanaatindedir. İbn Rüşd’e göre bunun tersi bir anlayış, Tanrı’yı hiçbir kural ve nizama riayet etmeyen zalim bir kral konumuna getirir.
Determinizmin, makul sınırını aşmış kaderciliğin, fatalizmin hâkim olduğu dönemler, genellikle problemlerin üstesinden cesurca gelinemeyen dönemlerdir. Nitekim İslam dünyasında Hz. Peygamber’in kurduğu sağlam sosyal nizam sarsılmaya, siyasi ihtiraslar baş göstermeye, medeniyetin yerini cahiliyet almaya başlayınca, akıl dışı ölçülere varan bu kadercilik anlayışı da ümmetin hayatında kök salmaya başladı. Mekke’den Medine’ye hicret ederek tarihin akışını değiştiren insanların torunları veya takipçileri, kurtuluşu, mücadelede değil, başkalarını suçlamada, mehdilerin gelmesini beklemede buldular. İslam’ın ilk dönemlerindeki siyasi karışıklıklar ve olaylar, Müslümanları psikolojik olarak etkiledi ve onlarda kaçınılmaz bir tevekkül anlayışının oluşmasına neden oldu. Bu da şuursuz bir şekilde, kader kavramına cebri anlam verilmesine zemin hazırladı.
Aşırı kaderci bir anlayışın tezahürü olarak kabul edilen Cebriyye’nin kurucusu olarak karşımıza çıkan Cehm b. Safvan(128/745)’a göre, Tanrı dışında hiç kimsenin ne fiili, ne de ameli vardır. Ameller insanlara ancak mecaz yoluyla nispet edilebilir. Bu bakımdan Cebriyye’nin konu ile ilgili görüşlerinde insan hürriyetine kesinlikle yer yoktur. Bu anlayışa göre Tanrı’nın, insanı sorumlu tutmasının, ona sevap ve ceza vermesinin, peygamber göndermesinin, kısacası ilahi emir ve tekliflerin hiçbir anlamı yoktur. Cebriyye’nin bu görüşü, aslında her şeyden önce insan fıtratına zıt bir görünüm arz eder. Çünkü insan kendisinde bir irade ve kudretin bulunduğunun farkındadır. Hatta Cebriye bile bunun farkında olmalıdır. Eğer böyle olmasaydı, cebri düşünceyi savunanlar, kendi düşüncelerini başkalarına kabul ettirmeye çalışmazlardı. Zira onlara göre, her şeyde Tanrı’nın dediği oluyorsa, bu konuda da O’nun dediğinin olacağına inanmaları gerekirdi. Bu yüzden olsa gerek, onların fikirleri teorik anlamda tarihe gömülüp gitmiştir.
Cebri düşünce “kötülük” problemi açısından da bir takım mahzurları bünyesinde barındırmaktadır. Örneğin Tanrı’nın iradesi dışında bir şey olamayacağına göre, hayırla birlikte, şer ve kötü şeyler de O’nun iradesiyle olmaktadır. Mü’minin imanı, Tanrı’nın iradesiyle olduğu gibi, kâfirin küfrü de O’nun iradesiyle olmaktadır. Ancak bu zorluk söz konusu düşüncenin savunucuları tarafından şu şekilde aşılmaya çalışılır: Tanrı’nın kötü şeyleri dilemiş olması, O’nun kötü olmasını gerektirmez. Zira Tanrı’nın iradesiyle emri farklı şeyler olup, Tanrı’nın bir şeyi irade etmiş olması, aynı zamanda, onu emretmiş olmasını da gerektirmez. Örneğin Tanrı, kâfirin küfrünü irade etmiştir, ama onu emretmemiştir. Bu düşüncenin öne çıkan savunucularından Eş’ari’ye göre, şerre ait irade, şerri emretmeyi gerektirmez. Tanrı, şerri irade ettiği gibi, onu emretmez, aksine yasaklar. Bu durumda Tanrı’nın aynı konudaki iradesi ve emri birbirine zıt bir mahiyet kazanmaktadır. Birinin üstünlüğü, diğerinin eksikliğini zorunlu kılacağı için, bu açıklama tarzı, yeni soru ve sorunları beraberinde getirmektedir.
Cebri yaklaşımın öne çıkan hedeflerinden bir tanesi, Tanrı’nın zatında hiçbir hadisin (sonradan olan, zamana bağlı) meydana gelemeyeceğini açık bir şekilde ortaya koymaktır. Ancak bir sorunu çözerken, beraberinde pek çok sorun getiren bu tür yaklaşımların, Tanrı’yı tenzih etme adına insan hürriyetini feda ettikleri görülmektedir. Nitekim Fahrettin er-Razi(ö.606/1209)’ye göre bu anlayışın doğal sonucu şu şekilde karşımıza çıkmaktadır: “İnsan ancak Tanrı’nın takdir ettiği şeyi yapabilir. İnsandan Tanrı’nın takdir etmediği bir şeyin çıkması imkânsızdır”. Razi’nin bu görüşünü destekleyen pek çok gerekçesi vardır. Bunlardan önemli birkaç tanesinin özeti şöyledir:
Tanrı kâfirin iman etmeyeceğini bildiği halde, ondan iman fiilinin meydana gelmesi, ilahi bilgiyi cehalete dönüştürür. Bu ise imkânsızdır. İmkânsızı gerçekleştiren şey de imkânsız olduğundan, kâfirde iman fiilinin gerçekleşmesi imkânsızdır. İmanın yokluğuna ilişkin bilgiye rağmen, iman var olsaydı, imanda hem var olmanın hem de yok olmanın birlikte bulunması zorunlu olurdu. Bu da imkânsızdır. O halde Tanrı, kâfirde imanın yokluğunu bildiği zaman, onda imanın bulunması imkânsızdır. Yine aynı şekilde onda imanın varlığını bilseydi, onda imanın yokluğu imkânsız olurdu. Bu fikirleri savunan kelamcılar, kendilerine rakip olarak da her zaman için filozofları görmüşlerdir.
Filozofların konu ile ilgili öğretilerine karşı çıkan kelamcılar, determinizm lehine delil bulmak için, etraflarında bolca bulunan felsefi fikirlerden yararlanma hususunda hiç de çekimser kalmamışlardır. Bu bağlamda karşı çıktıkları tek husus, rasyonalizm olmuştur. Örneğin Razi ezeli/ilahi takdirin, insanı gerçekten yok sayacak derecede hakim olduğu bir düzeni savunmaktadır. Onun, insan gücüne karşı, son derece usta bir şekilde ileri sürdüğü delillerden birini burada zikredelim. “Eğer insan kendi fiillerinin bizzat yapıcısı (mucit) olsaydı, fiillerini tüm yönleriyle (tefasil) bilmesi gerekirdi. Hâlbuki insan, fiillerini tüm yönleriyle bilemez, dolayısıyla da onları kendisinden kaynaklanan bir güç ve irade ile yapamaz”.
Cebri düşünceyi sistemleştiren Ca’d b. Dirhem (ö. 118/736), “İnsan fiillerini yapmaya mecburdur. İnsan havada uçan yaprak gibidir. Fiillerin insana nispeti mecazidir” şeklinde görüşünü açıklamıştı. Bu düşünce şekli, yaptıklarına Tanrı’nın kaderini gerekçe gösteren Emevi yönetimince de desteklenmişti. Ancak cebir fikri, yaptıkları her türlü eylemi haklı gösterebilmekteydi. Her ikisi de insanın yaptığı fiillerinde mecbur olduğu konusunda ortak görüşe sahiptiler. Fakat Ca’d b. Dirhem fiillerin ezelde takdir edilmediği tezini savunarak ilahi/ezeli plana karşı çıktı.
Önceleri koyu bir Mutezili iken Ahmed b. Hanbel (ö. 241/854)’in yanına geçerek Tanrı-İnsan ilişkileri noktasında determinist anlayışı savunan Eş’ari(ö. 324/936), kelamın temel sorunları olan tevhid ve Tanrı-İnsan ilişkileri (tenzih, husun-kubuh, kader, rızık, dalalet-hidayet vb.) konularında Ehlü’l-Hadis’in fikirlerini teorik, felsefi boyuta taşımıştır. Bu çözüm, özü itibariyle insan hürriyetini dışlayan ve Tanrı-İnsan arasındaki ilişkiyi ahlaki bir temele değil, güç temeline dayandıran totaliter bir çözüm halini almıştır. Kur’an-ı Kerim, ahlak kanunun mutlak üstünlüğünü vurgulamak için, aynı zamanda Tanrı’nın kudreti, iradesi ve yüceliği üzerinde de ısrar etmiştir. Mu’tezile’yi, Tanrı’yı tüm ulûhiyetten soyutlayan ve dinin esasları yerine çıplak bir hümanizmi koyan bir mezhep olarak gören muhalifleri de –başta Eş’ariler olmak üzere- sadece Tanrı’nın iradesi ve kudretini vurgulamışlardır. Sonuçta onlar da kendilerini dönüşü mümkün olmayacak bir biçimde bu öğretiye bağlanmışlar ve zamanla determinizmi İslam inancının değişmez bir parçası haline getirmişlerdir.
Eş’arilik’in İslam düşüncesine bu noktada eklediği kavramlardan biri ve belki de en önemlisi “kesb” teorisidir. Buna göre, insan kendi fiillerini yapacak güce ve hürriyete sahip değildir. Tanrı fiilleri yaratır ve insan onları kesb eder, kazanır ve uygulamaya koyar, ancak bu fiillerin neler olacağı konusunda insanın bir seçme hürriyeti yoktur. Tanrı nasıl takdir etmişse insan onları yapmaya mecburdur. Bu izah tarzı daha çok gelenekçilerin aşırı kaderciliği ile Mu’tezile’nin liberal yaklaşımları arasında bir üçüncü çözüm denemesi gibi görünmektedir. Ancak “ebhemi mübhemle açıklamaktan” öte gidemeyen bu izah tarzı, daha sonraları kelam disiplini içinde açıklanması ve anlaşılması zor kavramları belirtmek için kullanılan bir darb-ı mesel haline gelecek ve “Eş’ar’inin kesb teorisi kadar zor” ifadesi dillerde dolaşacaktır.
Eş’ari’nin bu düşüncelerinin altında onun Tanrı anlayışının yattığını söylemek sanırız yanlış olmaz. Eş’ari’nin Tanrı’sı, evrenin mutlak hâkimi, mutlak efendisi, mutlak kudretli, mutlak hür bir Tanrı’dır. Bu Tanrı’nın kendisine tabi olacağı hiçbir şart, kayıt veya belirleme yoktur. Tersine bütün şart, kayıt ve belirlemeler O’nun hür iradesinin sonuçları olarak ortaya çıkmaktadır. O, evreni istediği için, istediği anda ve istediği biçimde yaratmıştır. Bu yaratmada O, ne Platon (427-347)’un Demiurgos’u gibi kendi üzerinde herhangi bir modele bağlı olmuştur, ne de Mu’tezile’nin iddia ettiği gibi kendi özünden farklı olmasa da tanrısal bir hikmete uymak zorunda kalmıştır. Eş’ari’de tanrısal hikmet tanrısal iradeyi belirlemez; tam tersine tanrısal irade tanrısal hikmeti belirler. İyi, Tanrı istediği için iyidir, kötü Tanrı istediği için kötüdür. Ayrıca O’nun bu kendi iradesinin belirlemelerine her zaman uymasını isteyemeyiz. Yani Tanrı isterse iyiyi kötü, kötüyü de iyi yapabilir. İyi olanı cezalandırabilir, kötü olanı mükâfatlandırabilir. O, hiçbir şeyden sorumlu değildir; ama insan her şeyden sorumludur. Evrende her şeyin mutlak ve biricik yaratıcısı, biricik faili, biricik nedeni olduğu için, insanın fiillerinin de tek yaratıcısı ve nedeni O’dur. Bundan dolayı gerçek anlamda insanın ne kudretinden ne de hürriyetinden söz edilebilir.
Eş’ari’nin bazı ifadeleri, Kur’an-ı Kerim’in literal okunmasının bir sonucu olarak karşımızda durmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de Eş’ariyi haklı çıkaracak birçok ayet bulmak bu anlamda mümkündür. Örneğin bir ayette “Allah’ın hiç bir şeyden sorumlu olmadığı, insanın ise sorumlu bir varlık olduğu” bildirilir. Bu ayetin literal anlamı ile ele alınması, sorumluluk kavramının insan ve Tanrı için aynı anlamı taşıdığı temelinden hareket edilmesinin bir sonucudur. Bu sonuç, problemin çözümünden ziyade, diğer bazı başka problemlerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Her şeyden önce, sıfatlar noktasında Tanrı-insan ayrımını ortadan kaldıran bu yaklaşım, kanaatimizce özellikle sorumluluk temelinde bu ayrımın mutlaka ortaya konmasıyla bir çözüme kavuşturulmaya çalışılmalıdır. İnsan başta Tanrı olmak üzere çevresine ve kendisine karşı sorumlu bir varlıktır ve bazen bu sorumluluk, zorlama noktasına kadar varabilmektedir. Bu açıdan bakıldığında elbette Tanrı’nın sorumlu olduğunu söylemek sakıncalı olacaktır ama insan için sorumluluk kavramının Tanrı için aynı anlama gelmemesi gerektiği gerçeği göz önüne alınarak yapılacak olan bir izah denemesi belki problemin çözümünde bir kapı aralayabilecektir. Burada unutulmaması gereken temel konu, Tanrı’ya sorumluluklarını yerine getirmesi noktasında, Tanrı’nın kendisinin vermiş olduğu vaad dışında hiçbir yaptırımın olamayacağıdır.
Bu konunun göz ardı edilmesinin Eş’ari okuluna bağlı olarak gelişen determinist anlayışa, bu anlayışın da kelami düşünceye hakimiyeti İslam dünyasına pahalıya mal olmuştur. Bu hâkimiyet, katılığın, sertliğin ve değişmezliğin düşünce hürriyetine karşı kazanmış olduğu bir zaferdi. Eş’arilerle Mu’tezililer arasındaki savaş, Sünnilik dünyasına ilişkin olmakla birlikte, Şii düşünce de determinist yaklaşımın katılık ve sertlik eğilimlerini yansıtan fikirler sergilemekten uzak kalmamışlardır. Bu zaferin tarihi ve sosyal birtakım sebep ve sonuçları olmuştur. Bazı siyasi olaylar, bu zaferde oldukça etkin bir rol oynamışlardır. Emeviler döneminde, Müslümanlar arasında, irade hürriyeti ve kader meseleleri hakkında pek çok tartışma vardı. Merkezi telakki, yani Sünni kesim, insanın eylemleri de dâhil tüm olayları Tanrı’nın eline teslim etti. Ortaçağ sonlarında Müslümanlar arasında güçlü bir cebriye anlayışı yaygındı. Fakat böyle bir fikrin Müslümanlar arasında yayılmasına sebep Kur’an-ı Kerim değil, Müslümanların bizzat kendileridir. Bunlar arasında göze en çok çarpan, Eş’ari kelam ekolünün büyük ölçüdeki başarısıdır. Bu ekol, Tanrı’nın mutlak kudretinin her şeyden üstün olduğunu gösterebilmek için, insanı hiçbir şey yapamaz derecede alçaltmak zorunda kalmıştır. Ayrıca panteist sufi görüşlerin yayılması Müslümanlar arasına bu determinizmin yerleşmesini sağlamıştır. Bu tip anlayışların tesiriyle, Kur’an-ı Kerim’deki “Kader” kavramı, insan davranışları da dahil, her şeyin önceden ilahi olarak takdir ve tespit edildiği şeklinde yorumlanmıştır.
Kelami açıdan insanın hür olmadığını savunanların, hiç şüphesiz kendilerini haklı çıkardıkları bir takım dayanakları vardır. Bu görüşü benimseyenler, başta Tanrı’nın her açıdan mutlaklığı olmak üzere, bazı kaygılardan hareketle bu düşüncelerini ortaya koymaya ve savunmaya çalışmışlardır. Ancak onların bu çabaları Tanrı-merkezli bir hürriyet anlayışını ortaya çıkarmış ve adeta insanı yok saymıştır. Müslüman kelam düşüncesi geleneğini oluşturan ana gurupların kaza ve kader konusuna bakışları daha çok ilahi sıfatlar ekseninde olmuştur. Her bir kelami ekol konuya farklı açıdan bakmıştır. Özellikle Allah’ın irade, kudret ve ilim sıfatlarını tenzih etmek ve bu sıfatların üstünlüğünü vurgulamak için birçok tevil ve yoruma girişilmiş ve sonuçta, Allah’ın her şeye gücünün yettiği ve her şeyi bildiği hükmünden hareketle, insanın fiilleri de dâhil, her şeyin Allah’ın takdiriyle olduğu inancına ulaşılmıştır.
İnsan davranışlarının özellikle ezeli ilmin kapsamına sokulması insanın cebir altında olduğu sonucunu doğurmaktadır. Zira Allah’ın bir şeyi önceden bilmesi, o şeyin programlanması ve yaratılması demektir. Çünkü bu yaklaşıma göre, ilahi bilgi objesini var kılan bir bilgidir. O halde Allah’ın, insan davranışlarını önceden bilmiş olması insanın bunları zorunlu olarak yapacağı anlamına gelmektedir. Bu tür bir yaklaşımla kelam geleneğinde, ilahi irade ile insan iradesinin karşı karşıya getirilmesine neden olmuştur. Bu yüzden olacak ki determnizmi savunanlar bu anlamda karşıt fikirlerin ortaya çıkmasına engel olamamış hatta zemin hazırlamıştır.
1.2. İndeterminist/Hürriyetçi Yaklaşım
İslam’da felsefi tefekkürün gelişmesi, tam olarak söylemek gerekirse, İslam ümmeti içinde ortaya çıkan bazı esasa yönelik ahlaki meseleler üzerinde yabancı fikirlerin –özellikle de Antik Yunan ve Hıristiyan kültürüne ait düşüncelerin- yaptığı etkiyle ikinci/sekizinci yüzyılda yavaş yavaş filizlenmeye başlayan ilk kelam mezhepleri sayesinde başarılmıştır. Söz konusu ahlaki meseleler irade hürriyeti, Tanrı’nın Kadir-i Mutlak oluşunun anlamı ve adaleti ile Tanrı’nın âlemle ilişkisi konuları etrafında toplanmış bulunuyordu.
Bu konulara İslam kelam ekollerince çok farklı yaklaşımlar etrafında cevaplar aranmaya çalışılmış, birbirinden farklı birçok görüşler ortaya atılmıştır. Bu görüşlerden birini de indeterminist anlayış oluşturmaktadır. Bu anlayışı savunanların temel iddiası, İlahi bilginin mümkün olanı imkânsız kılamayacağı görüşü etrafında şekillenmektedir. Bununla birlikte Tanrı her şeyi, hürriyetleri engellemeyecek tarzda ezeli olarak bilmesi de bu noktada inkâr edilmemiştir. İslam kelamında özürlükçü düşüncenin önde gelen temsilcilerinden Kadı Abdülcebbar bu noktaya şu şekilde atıf yapar: “Allah’ın yenilenen ve sonradan oluşan bir bilgiyle alim olması düşünülemez (la yecüz)”.
İndeterminist yaklaşımın ilk sistemli belirtilerinin Mabed el-Cüheni (ö.80/699)’nin görüşleri ile başlatmak klasik literatürümüzün üzerinde birleştiği ortak noktalardan biridir. Çıkışı itibariyle siyasi bir fikir gibi görünse de, iş burada kalmamış ve Cüheni’nin fikirleri İslam fikir tarihinde yerini almakta gecikmemiştir. Yaptıkları bir takım uygulamaları “Bu Tanrı’nın kaderidir” görüşünü ileri sürerek meşru göstermeye çalışan Emevi yöneticilerine karşı sistemli ve tutarlı ilk eleştiri Mabed el-Cüheni’den gelmiştir. O, Emevilerin dayandıkları kader doktrini konusundaki görüşünü şu cümle ile özetlemiştir: “Kader yoktur, iş yeniden olucudur”. Yani halka yapılan uygulamalar Tanrı eliyle değil de bizzat Emeviler tarafından yapılmaktadır. Tanrı böyle bir şey emretmemiştir. Emeviler için bu çok tehlikeli bir düşenceydi. Halkın mevcut düzene boyun eğmesini önleyecek olan bu görüşü toplumdan söküp atmak lazımdı. Nitekim çalışmalar boşa gitmemiş, Mabed el-Cüheni’nin dinin tahrip edilmesini önlemek ve şer’i teklifleri savunmak için insan hürriyetini kaldıran kader anlayışını reddetmesi, sonradan onun aleyhine kullanılmıştır.
Kur’an-Kerim açısından konuya baktığımızda, her iki yönde de insana ipuçları verebilecek metinlerin bulunduğunu fark etmek bizler için sürpriz olmayacaktır. Orada insanın hürriyetinin kısıtlandığını, hatta olmadığını gösteren ayetlere rastladığımız gibi, tam tersi yönde anlama sahip ayetlere de ulaşabiliriz. Kaldı ki, İslam düşünce tarihinde birbirine tamamıyla zıt olan determinist ve indeterminist yaklaşımı savunanların başlıca dayanakları bu ayetler olmuştur. Ancak derinlemesine incelendiğinde, hürriyeti kısıtlayıcı mahiyetteki ayetlerin Tanrı’nın gücüne vurgu yaptıkları, hürriyeti insana veren ayetlerin de insanın iradesine ve gücüne vurgu yaptıkları gerçeği ortaya çıkmakta gecikmeyecektir. Söz konusu ayetlerin bu noktada incelenmesi konunun daha iyi anlaşılması noktasında bize göre daha sağlam ipuçları verecektir.
Kur’an-ı Kerim’e göre, insanın yeryüzünde kötülük yapacağı Tanrı tarafından bilindiği gibi, melekler tarafından da öngörülmekteydi. Buna rağmen Tanrı’nın hikmeti onu yaratılmaya değer buluyordu. Demek ki insanın, yapacağı kötülüklere üstün gelen çok daha değerli ve çok daha önemli özellikleri vardı. Bu da muhtemelen onun, meleklerden farklı olarak, cüz’i iradesini kullanarak yapabileceği kötülüklerin yanı sıra, onlardan daha fazlasını yapacağı bilinçlice ve özgürce iman ve iyilik olsa gerektir. Böylece hürriyet belki tek başına kötülüklerin bedelini karşılamaya yetmese de iradeyi kullanarak özgürce gerçekleştirilen iman ve iyilikler onu karşılamaya yeter gibi gözükmektedir.
İslam kelamcıları arasında insanın hürriyetini ısrarla savunan ekollerin başında hiç şüphesiz Mutezile gelir. Onların diğer kelam ekollerinden ayrıldıkları noktaların başında, insanın hürriyeti meselesine yaptıkları ısrarlı atıflar ve insanın sorumluluğu öğretisi gelmektedir. Hiç şüphesiz onlar bu öğretiyi Kur’an-ı Kerim’den çıkarmışlar ve daha sonra Yunan kaynaklı felsefi fikirlerin terimleriyle ifade etmeye çalışmışlardır. Bu bakımdan kullandıkları kavramlar, insanın hürriyetini insan-merkezli bir hale büründürmüş ve hasımları tarafından Tanrı’nın ulûhiyetini sınırlayan “felsefi” bir öğreti olmakla suçlanmaktan kurtulamamıştır. Bununla birlikte Mutezile rasyonalizminin, tam anlamıyla felsefi olarak nitelendirilmesi de doğru değildir. Çünkü onların ele aldıkları konular, teolojik problemlerle sınırlı olmuştur. Örneğin onlar, hür irade problemine büyük ilgi duyuyorlar ve bunu ispat için oldukça fazla gayret sarf ediyorlardı. Ancak düşüncelerinin ağırlık merkezi bu problem değildi. Onları büyük ölçüde ilgilendiren, bu problemin Tanrı kavramını ne denli etkilediği, yani hür iradenin adil bir Tanrı fikriyle bağdaşıp bağdaşmadığıydı.
İslam kelamcılarının insanın hürriyetini savunurken kullandıkları bir başka yol da ilahi adalet etrafında şekillenmektedir. İlahi adalet kavramı, Tanrı’nın kusursuz adaletini ifade etmektedir. Buna göre O, her türlü adaletsizlikten mutlak şekilde uzaktır. Mu’tezile, Tanrı’nın şerri yaratmayacağını ve onunla hükmetmeyeceği fikrini savunarak buradan insanın hürriyetine bir kapı açmak istemektedir. Çünkü eğer Tanrı, şerri yaratsa ve onunla hükmetse, ardından da kullarına azap etse; bu, Tanrı’nın kullarına zulmettiği anlamına gelirdi. Oysa Tanrı adildir ve kullarına zulüm yapması düşünülemez. O halde Mu’tezileye göre fiillerini insan kendi hür iradesine göre yaratır ve işler. Burada belki de dikkatimizi çekmesi gereken en önemli konu, Tanrı’nın kötülüğü yaratmayacağına ilişkin Mu’tezili görüştür. Mut’tezile mezhebine mensup kelamcılar, insanın hürriyeti meselesinde iradenin ve fiillerin insana nispet edilmesi noktasında Tanrı’nın şerri yaratmayacağı fikrini sürekli gündemde tutmaya çalışmışlardır.
Bu fikrin en açık ve somut örneklerini biz Ebu Huzeyl’de bulmaktayız. O, bu meseleye temas ederken Tanrı’nın kudreti ile bu kudretin nesneleri (makdurat) arasındaki farka vurgu yaparak önemli bir ayrıntıya ustaca dikkatlerimizi çeker. Ona göre Tanrı’nın kudretinin ilişki içinde bulunduğu tüm nesneler sonludur. Ancak makduratın sonluluğu fikri, Tanrı’nın kudretinin sonluluğu anlamına gelmez. Tanrı kudretle kadir olduğunda, o zatıdır. İlahi Zat’tan sadır olan şey en mükemmeldir, fiillerin en güzelidir yani aslahtır. Tanrı aslah olan şeyi yapmaya kadirdir. Ona göre aslah, fiili mutlak değildir, insanın sorumlu oluşu ve irade hürriyetiyle sınırlıdır. Örneğin Tanrı yeryüzündeki tüm insanların iman etmesine kadirdir. İmanın yaratılması ise aslah bir eylemdir. Lakin bu, mecbur tutma ve insanlar için imana zorlamadır, insanın irade hürriyetini ortadan kaldırır.
Fahrettin er-Razi, eserlerinin bazı yerlerinde determinist anlayışı savunduğunu ifade ederken, şaşırtıcı bir şekilde aksi görüşlere de sahip olduğunu gösteren ifadeler de kullanır. Razi, el-Metalibu’l-Aliye adlı eserinde konuya oldukça geniş bir bölüm ayırarak yedi ana başlık etrafında görüşlerini ortaya koyar. Bu deliller genel olarak Tanrı’nın bilgisi ile insanın hürriyeti meselesi etrafında odaklanmaktadır. Örneğin o, birinci delil olarak ortaya koyduğu fikrinde şunları savunmaktadır: İlahi bilginin ezeli olması ve dolayısıyla imkânlar dünyasındaki nesnesini zorunluya çevirmesi ilahi kudretle çelişir. Buna göre, Tanrı bir şeyi mutlak surette olacak şeklinde bilirse, o şeyin gerçekleşmesi zorunlu olur. Gerçekleşmesi zorunlu olan ise, bir etkene (müessir) ihtiyaç duymaz. Dolayısıyla onun gerçekleşmesi için ilahi kudret ve iradeye de ihtiyaç yoktur. Diğer taraftan, Tanrı bir şeyin gerçekleşmeyeceğini biliyorsa, onun gerçekleşmesi imkânsızdır. O halde imkânsız olan bir şey için de irade ve kudrete ihtiyaç yoktur. Razi’ye göre Tanrı’nın ezeli bilgisi, nesnesini var kılan zorlayıcı bir bilgi tarzında ele alındığı zaman, diğer sıfatları ortadan kaldıran bir mahiyete bürünmekte ve insanın hürriyeti açısından engel bir durum arz etmektedir. Ancak Kur’an-ı Kerim, bunun aksini ortaya koyan ayetlerle doludur. Dolayısıyla başta ilahi bilgi olmak üzere Tanrı’nın sıfatları, insanın hürriyetini engelleyici bir tarzda ele alınmamalıdır.
Sonuç ne olursa olsun İslam kelamında insanın hürriyeti dendiğinde ilk akla gelen isim Mutezile olmuştur. Kendilerinden sonra bu konuda fikir beyan edenler, ya onların fikirlerini esas almışlar ya da onlara karşı çıkarak kendi tezlerini ileri sürmüşlerdir. Mutezile’nin bu konudaki etkilerinin günümüze değin gelmesi de bunun en bariz göstergelerinden biri olmuştur. Son dönemde insanın hürriyeti üzerine fikir beyan eden İslam âlimleri de, özellikle Mutezile’nin insan merkezli yaklaşım tarzını kabullenmiş görünmektedirler. Buna göre, insanın hürriyeti problemine kelami bakış açısıyla yaklaşmak ve bu konuda ayetleri merkeze alan bir tarz benimsemek yanlıştır. Bu tür ayetler insanın hürriyeti ile ilgili olmayıp Tanrı’nın kudretiyle alakalı olan şeylerdir. Aslında bu nokta, klasik kelami düşüncenin, insanın hürriyeti ile ilgili konularda ortaya çıkan bir eksikliğidir. Mesele, daha çok mantıki ve ontolojik bakış açısıyla ele alınmıştır. Hâlbuki hürriyet, metafizik bir problem olmaktan daha çok ahlaki bir problemdir. İnsanın var oluşu ile hür oluşu arasında bir fark göremeyen kelamcılar, her şeyi yaratma fiili ve ezeli bilgi açısından değerlendirmişlerdir.
Determinist anlayışın aksine, Tanrı’dan değil de insandan, insanın sorumluluğundan yola çıkmak suretiyle hürriyet problemini ele alan kelamcıların ortaya atmış oldukları deliller de, bünyelerinde belli ölçüde haklılık payı barındırmakla birlikte, bazı kesimleri memnun etmiş görünmemektedirler. Bundan dolayıdır ki, her iki görüşün de aşırı uçlar olduğunu savunan ve bu ikisinin arasını bulmaya çalışan fikirlerin ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur.
1.3. Uzlaştırmacı Yaklaşım
Bu yaklaşımı savunanların temel iddiası, Tanrı’nın her şeyi kuşatan ezeli sıfatlarına rağmen, insanın hürriyetinin hiçbir yara almadan devam ettiği şeklindedir. Onlara göre, Tanrı ezelde bütün olacakları bilir. Yaratılış anından kıyamet gününe kadar yaşayacak olan bütün insanların hür olarak yapacakları fiilleri de bunun içindedir. Ancak bu görüşü savunanlar arasında da hürriyet açısından Tanrı-İnsan arası ilişkiler konusunda farklı izahlarda bulunanlar vardır. Bu bölümde söz konusu ilişkiyi, bir tarafa meyletmeksizin, her iki tarafında etkin olduğunu öngören açıklamalarda bulunan kelami düşüncenin bakış açısıyla ele almaya çalışacağız.
Ebu Hanife (ö. 150/769) bu görüşün ilk temsilcilerindendir. Biz onun el-Fıkhu-l Ekber adlı eserinde insanın hürriyeti ile metinlerden, bu konunun çok daha erken bir dönemde tartışılmaya başlandığını görüyoruz. Kader ile ilgili konuların tartışılmaya devam edildiği bu dönemde, onunla doğrudan ilgili olan bu meselenin göz önüne alınmaması, imkân dâhilinde değildi. İmam-ı Azam’ın konu ile ilgili fikirleri, bize uzlaştırmacı yaklaşımı savunanların insanın hürriyeti meselesine nasıl baktığını göstereceğinden, onun söz konusu fikirlerini biraz açmamız yerinde olacaktır. O, konuyu ezeli bilgi özelinde ele alarak şöyle demektedir:
“Dünya ve ahirette, O’nun dilemesi, bilgisi, takdiri, hükmü ve Levh-i Mahfuz’daki yazması olmadıkça hiçbir şey var olamaz. Fakat O’nun yazması tasviri olup, belirleyici bir tarzda değildir. Kaza, kader ve irade Tanrı’nın keyfiyetsiz olan ezeli sıfatlarıdır. Tanrı yok olan şeyleri, yoklukları halinde yok olarak bildiği gibi, onları var ettiğinde, nasıl olacaklarını da bilir. Keza O, var olan şeyleri, varlıkları halinde, var olarak bildiği gibi, onların nasıl yok olacaklarını da bilir. Tanrı, ayakta duranı, ayakta iken, ayakta olarak bilir… Bununla birlikte O’nun bilgisinde bir değişiklik ve artma olmaz. Değişme ve farklılık, yaratıklarda meydana gelir.”
Sünni kelamcılar da Tanrı’nın her şeyi önceden bildiğini, fakat bu bilginin insan fiillerini zorlayıcı mahiyette olmadığını iddia ederler. Onlara göre, ezelden ebede var olacak olan her bir şey, olaylara (malum) etkisi olmayan tasviri mahiyetteki ezeli bilgiye göre takdir edilmiştir. Bu takdirin, insanın iradesine olumlu ya da olumsuz hiçbir etkisi yoktur. Bu açıdan ezeli sıfatlar, insanın hürriyetine zarar verici nitelikte değildir. Bir anlamda, onlara göre Tanrı, insanın iradesi ve seçimi karşısında pasif bir durumdadır. “Ancak bu irade ve seçim, yaratılmış bir irade ve seçimdir. Tanrı, ezelilik vasfına göre olayları diler ve yaratır. Çünkü O’dan başka yaratıcı ve ihdas edici yoktur”.
İnsanın hürriyeti meselesinde uzlaştırmacı bir yaklaşım sergileyen İslam kelamcıları, ilahi sıfatlarda değişmeyi gerektiren “ilmin maluma tabi olması” tezini kabul etmezlerken, Tanrı’nın her yönüyle ezelilik vasfını korumak için de, O’nun her şeyi bildiğini ve yarattığını ileri sürerler. Bu iki yaklaşım tarzı içerisinde de insana hürriyet alanı açmaya çalışırlar.
Konuya başka bir perspektiften yaklaşmaya çalışan Gazali ise, ilmin maluma tabi olduğu anlayışını, içinden çıkılmaz metafiziksel problemlere yol açtığı için şiddetle eleştirmesine rağmen, zorlayıcı nitelikte olmayan bir ezeli bilginin varlığını da kabul eder. Gazali’ye göre Tanrı, mahlûkatından var ettiklerini ezeli olarak bilendir. Her ne kadar, mahlûkat sonradan meydana gelse de O’nun eşyaya dair bilgisi yaratılmış değildir. Tam tersine, eşya O’na ezeli bilgisiyle açıktır. O bu durumu şöyle bir örnekle izah eder: Eğer bizim A şahsının güneş doğarken geleceğine dair bir bilgimiz olsaydı ve bu bilgi güneş doğuncaya kadar takdiri olarak devam etseydi, bizim için başka bir bilgiye gerek kalmaksızın, sadece bu bilgiyle A şahsının güneş doğarken gelişi malum olurdu. İşte Tanrı’nın bilgisinin kıdeminin de böyle anlaşılması gerekir.
İslam kelamcıları, insanın hürriyeti meselesi söz konusu olduğunda, daha çok Tanrı’nın bilgisini öne çıkararak konuya yaklaşmayı denemişlerdir. Haklı olarak onlar, diğer sıfatlardan ziyade ezeli bilgi ile insan davranışları arasında sıkı bir ilişki görmüşler, hürriyet meselesinin çözümünde ilahi bilginin ayrı bir yeri olduğunu düşünmüşler ve bu meseleyi çözmenin ilahi bilginin mahiyetinden geçtiği sonucuna varmışlardır. Bu noktadan hareketle hürriyet problemine uzlaştırmacı açıdan yaklaşan kelamcılardan biri de İbn Kemal (ö. 1534)’dir. O, bu görüşe rasyonel bir temel bulabilmek için ilahi bilginin zaman üstü oluşuna dikkat çeker. Ona göre ezeli-ilahi bilginin eşya ile ilintisi, zamanla bağıntısı olmayan bir ilintidir. Bu bakımdan ilahi takdir, Tanrı’nın sonradan olmayan bilgisine göre gerçekleşir. İlahi irade, O’nun bu kuşatıcı bilgisine ve takdirine göre harekete geçer. Sonuçta, ilahi kudret, eşyayı değişmeyecek hikmetli bir düzene göre dizayn eder. Bu, Tanrı’nın onları değiştirmeye gücünün olmamasından dolayı değil, ilahi bilginin ve takdirin değişmesinin mümkün olmamasından dolayı böyledir. Dolayısıyla İbn Kemal’e göre bu imkânsızlığı gerektiren şey, Tanrı’nın olmayacağını bildiği şeyin olmayacak olmasıdır. Yoksa onun mümkün olması değildir. Nitekim Tanrı için yalanın imkânsız oluşu, var olmasının imkânsız oluşu yüzünden değil, O’nun gerçekleşmeyeceğini bildirdiği şeyin gerçekleşmeyecek olmasından dolayıdır. Ancak bu açıklama tarzının da insanın hürriyeti sorununa yeterli bir cevap verip veremeyeceği şüphelidir.
Aynı yaklaşımın bir benzerini de Şii düşüncede görmemiz mümkündür. Şia’nın inandığı ihtiyar ve hürriyet, kulların muhtar ve hür yaratılmış olmaları, ancak her varlık gibi insanların da varlık ve varlıkla ilgili şeylerin tamamında Tanrı’nın zatıyla kaim ve O’nun inayet ve iradesiyle ayakta durmaları anlamındadır. Bu yüzden Şii düşüncedeki ihtiyar ve hürriyet anlayışı, Mutezile’nin tefviz anlayışı ile Eş’ariler’in cebr anlayışı arasında yer alan bir orta terim niteliğindedir. Şii alimlerden rivayet edilen “Ne cebr, ne de tefviz; belki bu ikisi arasında bir şey” şeklindeki ifade, uzlaştırmacı yaklaşımın Şii kelamındaki formüle edilmiş halidir. Bu ifade tarzı da bize büyük günah işleyen kimsenin durumu noktasında “ne iman, ne küfür; bu ikisi arasında bir yer” şeklinde bir yaklaşımı kelama sokan Mu’tezile’nin yaklaşımını hatırlatmaktadır. Her iki anlayış da uzlaştırma noktasında bizim için önemliyse de, aslında açık ve net bir fikir ortaya koymaması açısından da eleştirilmesi gereken bir mahiyet taşımaktadırlar.
Hürriyet problemini ele alırken, kelamcıların, determinist, indeterminist ve uzlaştırmacı görüşler olarak nitelendirebileceğimiz birbirinden farklı yaklaşımlara sahip olduklarını söylemek mümkündür. Ancak her üç yaklaşımın da temel bakış açısı, teosentrik bir görünüm taşımaktadır. İnsanın hürriyeti noktasında olumlu veya olumsuz tavır sergileyen veya her iki görüşün de haklı yönlerinin olabileceğini savunan kelamcıların ortak tutumu, insanın değil de Tanrı’nın mutlak hürriyetini ortaya koymaya çalışan ve bu hürriyet içerisinde insana oldukça sınırlı bir hürriyet imkanı veren bir nitelik taşımaktadır.
O halde bu çıkmazdan kurtulabilmek için; insan hürriyeti sorununa ilahi bilgi açısından değil, insanın sorumluluğu açısından bakmak gerekmektedir. Çünkü önemli olan, insanın hür fiilinin Allah’ın ilmine konu olmadan önce ortaya çıktığını ve bu yetkiyi insana Allah’ın verdiğini kabul etmektir. İnsanın iyilik ve kötülük işleyecek tarzda yaratılmış olması, insan davranışlarının planlanamayacağının bir kanıtıdır. Aksi takdirde Allah her an irade eden, aktif, dinamik olan değil, kurulmuş olan kâinatı seyreden bir seyirci konumunda olacaktır. Böyle bir düşünce hem insana hem de ilahi faaliyete imkân tanımamaktadır
İslam düşünce geleneğinde kaza ve kader konusu Kur’ân bütünlüğü içerisinde ele alınmamıştır. Kelam ekolleri, insanın fiili ve kader konusunda, önce bir fikre ve kanaate varmışlar, sonra bu düşüncelerini karşı tarafa kabul ettirebilmek için, Kur’ân ayetlerini kendilerine göre yorumlamışlardır. Cebir fikrini savunanlar, ezeli tespite karşı çıkanlar veya her iki görüşü de uzlaştırmaya çalışanlar sırf kendi görüşlerinin doğruluğunu ortaya koymak için, birçok ayeti delil olarak kullanmışlardır. Çoğu zaman aynı ayeti, gruplar kendi görüşlerini ispat etmede birbirine zıt olacak şekilde yorumlamışlardır. Bu parçacı yaklaşımların sonucunda da birbirine taban tabana zıt ve farklı görüşler ortaya çıkmıştır.
Kur’ân’a bütünsel açıdan bakıldığında görülen husus, bir takım ayetlerin Allah’ın mutlak irade, kudret ve hâkimiyetini, diğer bir takım ayetlerin de insana irade ve hürriyet verildiğini vurguladığıdır. Konunun doğru anlaşılması için, bu iki ayet grubunu aynı anda, birlikte mütalaa etmek gerekir. Zira iki tarafı birden dikkate almaksızın sadece bir tarafa yoğunlaşınca yanılgıya düşmek kaçınılmazdır.