Günlük yaşantımızda beklentilerimizle gerçekte var olan durum arasındaki uçurumu belirtmek için kullandığımız “hayaller Paris, hayatlar…” gibi söylemlerin psikolojide bir karşılığı mevcut: Paris Sendromu.
Paris Sendromu, Paris’e tatile veya gezmeye giden turistlerin, özellikle de Japon turistlerin, şehrin beklentilerini karşılamaması sonucu yaşadıkları hayal kırıklığı ve kültür şoku durumudur. Bu sendrom, genellikle Paris’in romantik ve idealize edilmiş imajının gerçeklikle örtüşmemesi sonucu ortaya çıkar. Bu sendromun özellikle Japon turistler arasında yaygın olmasının nedeni Japon medyasının Paris’i ihtişamlı bina ve köprülerden oluşan mistik, huzurlu, mutlu ve sevgi dolu bir yer olarak betimlemesidir. Ancak ne zaman ki Japon turistler Paris’e gelip gerçeği gördüklerinde aslında medyada anlatılanların bir aldatmaca olduğunu anlayıp hayal kırıklığına uğrarlar.
İçinde bulunduğumuz türbülanslı zamanlarda aslında hayal ettiğimiz şeylerin gerçekte çok farklı olduğunu deneyimledikçe beklentimiz de bir o kadar yıkıma uğruyor. Sosyal psikolojide beklenti ve beklentinin ihlali kuramıyla ilişkilendirilen Paris sendromu, bir şeye karşı kurulan iyi hayallerin o şeyle gerçekten karşılaşınca kötü bir kabusa dönmesidir. Bu noktada Paris Sendromu yaşayan kişilerde yoğun bir hayal kırıklığı yaşandığı görülür. Dahası bu turistler şehirde geçirdikleri süre boyunca yoğun bir endişe ve kaygı hissederek gerçeklik algılarında bozulmalar yaşayabilirler. Ayrıca Baş dönmesi, kalp hızında artış, terleme, mide bulantısı gibi fiziksel belirtiler ortaya çıkabilirken Bazı durumlarda, kişiler halüsinasyonlar görebilir ve psikoz belirtileri gösterebilirler. Paris Sendromunun başlıca nedenleri arasında yüksek beklentiler, kültür şoku, dil bariyeri, yalnızlık ve uzun uçuşlar sonucu yaşanan yorgunluk ve uyku bozuklukları da sayılmaktadır. Özetle bu sendrom gerçekçi olmayan beklentiler ve alternatif sosyal, ekonomik ve kültürel durumlara hazırlıksız yakalanmanın oluşturduğu bir depresif etkileşimdir.
Günlük yaşantımızda yalan ve aldatmanın türlü şekilleriyle karşılaşırız. Aldığımız bir malın kusurlu veya bozuk çıkması veya o maldan istediğimiz neticeyi alamamak da Paris sendromuyla benzer etkileşimler oluşturur. Örneğin sosyal medya fenomenlerinin büyük bir hevesle pazarladıkları kozmetik ürünleri satın alan tüketicilerin yaşadığı hayal kırıklığı böyledir. Başka bir örnek ülke çağında büyük saygı gören bir üniversiteyi kazanarak eğitime başlayan gençlerin üniversitede hayal ettikleri akademik ve sosyal ortamı bulamayarak okuldan ayrılmalarıdır. Siyasilerin söylemleriyle örtüşmeyen ekonomik gerçeklik veya insanların inandığı gibi yaşamaması sonucu gözlemlenen tutarsızlıklar da Paris Sendromunu hatırlatır. Ekonominin var olan gerçeklikten daha iyi konumda olduğunu söyleyerek kitlesel algı oluşturma çabaları veya din adamlarının toplumsal alanda dine uygun olmayan ahlaki yaşantıları gibi durumlar kamusal alanda tepki çeker. Burada temel sorun beklentinin karşılanamamasıdır.
Paris sendromunun gündelik yaşamda farklı örnekleri görülebilir. Bunlardan biri kişisel alan ihlalidir. Birisi size çok yakın durduğunda rahatsız olabilirsiniz. Örneğin, bir
asansörde yabancı birinin size çok yakın durması, beklentilerinizi ihlal eder ve rahatsızlık yaratır. Sosyal normların ihlali de bir çeşit Paris sendromu öneğidir. Mesela resmi bir toplantıda herkesin resmi kıyafet giymesini beklersiniz. Ancak, biri toplantıya spor kıyafetle gelirse, bu sosyal normları ihlal eder ve dikkat çekip rahatsızlık oluşturur. Dahası iletişim tarzı ihlalleri de Paris sendromunu anımsatır. Bir iş görüşmesinde, görüşmecinin size çok samimi veya aşırı resmi bir şekilde hitap etmesi, beklentilerinizi ihlal edebilir. Bu durum, görüşmenin gidişatını etkileyebilir. Davranışsal ihlaller de Paris sendromuyla ilişkilidir. Bir arkadaşınızın her zaman dakik olduğunu düşünüyorsanız ve bir gün geç kalırsa, bu davranışsal bir ihlal olur ve sizi şaşırtabilir. Başka bir örnek ise Doğum gününüzde küçük bir hediye beklerken, çok büyük ve pahalı bir hediye almak da bir beklenti ihlalidir. Bu durum sizi hem şaşırtabilir hem de mutlu edebilir. Tüm bu örneklerde ortak nokta beklentinin ihlal edilip kişide kaygı ve stres oluşmasıdır.
Eğitim, sağlık, adalet veya kamusal alandan beklentilerimiz arttıkça mutsuz olma ihtimalimiz de artar. Çünkü kendimiz dışındaki şeylere karşı beklenti içine girdikçe bunların kontrol alanına gireriz. Bu kontrol bizim dışımızda olup diğerlerinin insaf alanındadır. Yani beklentiyi karşılamak bizim değil, onların gerçekleştirmesi gereken bir durumdur. Bu beklenti karşılanırsa memnun oluruz. Karşılanmadığında gerilimler yaşarız. Bir şeye karşı hayallerimiz arttıkça o şeyin olmama ihtimali (Murphy Kanunları gereği) de artar. Bu açıdan düşük beklentiler her zaman daha sürdürülebilir etkileşimler oluşturur. Diğerlerine yönelik beklentilerimizi minimum seviyede tutmak, özgüven artışına da neden olur. Yani diğerlerinden beklentileri kesip her şeyi kendimizin kontrol alanında tutma çabası, kendimize olan inancı da arttırır. Bu şekilde diğerlerinden bağımsız işlerimizi sürdürmeyi öğreniriz. “Bana balık verme, balık tutmayı öğret” gibi söylemlerin çıkış noktası diğerlerinden beklentileri minimum düzeye indirgemektir. Bu sağlandığında daha mutlu bir yaşam sürmemiz olasıdır.
Özetle beklentileri belirli bir düzeyde tutarak yeni karşılaşacağımız durumlara ekonomik, kültürel ve sosyal olarak hazırlıklı olmak önemlidir. Her şeyi kontrol etmek olası olmasa da beklentileri azaltmak bize kontrol edebileceğimiz bir gerçeklikte yaşama imkanı sunabilir.