Nasıl Bir Adalet?
Doç. Dr. Armağan Öztürk
Adalet tartışması dağıtım, tanınma ve temsil gibi boyutlara sahip. Ayrıca çatışmaların şiddete başvurmadan hakkaniyet ölçüsünde çözümlenmesi adaletin başlıca konularından biri. Bu bağlamda günümüz dünyasında, tıpkı geçmişte olduğu üzere haklı savaşa değinmeden adil bir dünyayı tahayyül etmek imkansız.
Sosyal adalet, fırsat eşitliği ve pozitif özgürlüğe daha az atıfta bulunulan bir dünyada yaşıyoruz. Neo-liberal kapitalist birikim biçimi toplumsal barışı tahrip ediyor. Zenginin daha zengin fakirin daha fakir olduğu küresel düzende çalışanlar ve işsizler 19. yüzyılın vahşi kapitalizm koşullarına yakın bir hayatı deneyimlemek zorunda kalıyor. Eşitsizliğin giderek derinleştiği bu düzende en önemli adalet tartışması dağıtımla ilgili. John Rawls, Amartya Sen, Ronald Dworkin, Martha Nussbaum ve Bruce Ackerman gibi kuramcılar yeni talepler karşısında sosyal adaletçi liberal gündemi zenginleştiren metinler ortaya koydular. Özellikle Rawls’un hakkaniyet olarak adalet diye adlandırdığı kavramsal çabanın kalıcı sonuçlar doğurduğunu söylemek lazım. Pek çok yorumcu ve politika yapıcı eşitsizliğin ancak dezavantajlı gruplar lehine yapılacak düzenlemeler açısından makul görülebileceğine tezine ikna olmuş durumda.
Amartya Sen ve Martha Nussbaum gibi düşünürler dağıtım tartışmasını insan haklarına dayalı bir yapabilme kapasitesi sorunu üzerinden yeniden formüle etmiştir Mesela Sen’e göre adalet sorununun özü bireylerin yaşam koşulları ve yaşam fırsatlarında değişiklik yapmaktan geçer. Adalet farklılıklara dikkat edilerek kurala bağlanmalıdır. Bu bağlamda kişilerin yapabilme gücünü arttıran, onlardaki içsel kapasiteyi ortaya çıkaran değişikler daha adil bir toplumun anahtarını teşkil eder. Nussbaum da yapabilme kapasitesini ve yaşam kalitesini artırmayı toplumsal adalet idealinin temel ölçütü sayar.
Şüphesiz ki adalet sadece dağıtımından, yani eldeki kaynakların hakkaniyetli biçimde insanlara nasıl pay edileceği meselesinden ibaret değildir. Kişilerin ve grupların toplum içinde devlete karşı yürüttüğü tanınma mücadelesi adalet tartışmasının önemli bir kesitini oluşturur. Charles Taylor gibi düşünürler çokkültürcü bir perspektif içinde ve liberal toplumun özgürlükçü içeriğini koruyarak kimlik mücadeleleri için bir çerçeve çizmeye çalışır. Topluluğu politik bir özne olarak görme Taylor’ın yaptığı teorik hamlenin esasını oluşturur. Ona göre bireylerin hakları olduğu gibi toplulukların da hakları vardır. Liberal toplum için en makul yol kolektif kimliklerin varlığını kabul ederek bu yeni bağlamda bireysel özgürlüklere yer açmasından geçer. Nancy Fraser ise tanınma ve dağıtım sorunlarını bir arada ele almayı tercih eder. Ona göre tanınma mücadelesini yeniden dağıtım mücadelesiyle birleştirmenin yolu kimlikleri eşitlikçi bir şekilde teşvik etmektir. Böylelikle tüm kimlikler var olacak, ama kimliklerin birbirine karşı yürüttüğü ve çoğu kez negatif sonuçlar yaratan kültürel üstünlük yarışı eşitlikçi bir bakış açısıyla dengelenecektir.
Temsil krizinin yarattığı yeni siyasal koşullar adalet talebinin derinleşebileceği bir diğer önemli alana karşılık gelir. Otoriter rejimlerin demokratikleşmesi ve demokrasilerde meşruluk krizi siyasi hayatın başlıca iki sorunu olarak önümüzde durmaktadır. Oy verme eğiliminin körelmesi, özel olarak siyasete, genel olarak ise tüm kamusal meselelere ilgisizlik ve son olarak demagojinin rasyonel iletişiminin önüne geçmesi liberal demokrasileri cazip rejimler olmaktan çıkarmaktadır. Demokraside temsil adaletini yeniden formüle ederken Habermas gibi yorumcular insan haklarından vazgeçmeden halk egemenliğinin korunması, Laclau ve Mouffe gibi kuramcılar ise sol popülizme elitist liberal sistem karşısında şans verilmesini önerilni anlamlı bulmuştur. Katılımcı radikal demokrat perspektif ise siyaseti tabana yaymadan ve her kurumu demokratik örgütlenmeye açmadan temsil krizinin çözülemeyeceği noktasında ısrarcıdır. Daha fazla eşitlik ve yatay örgütlenme siyasal yabancılaşmayı aşmanın uzun erimli reçetesi olarak önümüzde durmaktadır.
Son olarak haklı savaş meselesine değinmek yerinde olacaktır. Ukrayna’dan Filistin’e kadar dünyanın pek çok bölgesinde vahşi savaş koşulları insanlığı esir almış durumdadır. Çatışan taraflardan kimin haklı olduğu ve savaşta neleri yapmanın makul görüleceği noktasında tartışma giderek yoğunlaşmaktadır. Ulus devletler çağında haklı savaş literatürünün unutulmaya terk edildiği bilinen bir gerçektir. Ancak soğuk savaşın bitimiyle başlayan yeni koşullar, özellikle insani müdahale tartışmaları haklı savaşı tekrar ön plana çıkarmıştır. Bu noktada John Rawls’un Halkların Yasası adlı metin aracılığıyla yaptığı katkıyı önemsemek gerekir. Düşünüre göre adalet sadece toplum içi bir mesele değildir. Toplumlararası ilişkilerin de adalet esasları üzerine oturtulması gerekir. Savaşa ve devlet şiddetine karşı demokratik toplumlarla melez demokrasiler arasında işbirliği yapılması küresel adaletin ilk koşuludur. Ayrıca despot bir rejimle o rejim altında yaşamak zorunda kalan halkı birbirinden ayırt etmek gerekir. Devlet devletleri cezalandırmak için alınacak tedbirler halkın yaşama hakkını hiçbir biçimde tehdit etmemelidir. Ancak insani müdahaleye kapıyı tamamen kapatmaz Rawls. Soykırımcı bir devleti durdurmak için sivil ölümleri göze alan müdahaleler haklı savaşa uygundur. Michael Walzer’in haklı savaş tezleri ise Rawls’a göre daha tarihsel ve ampiriktir. Haklı savaş soruşturmalarını makul görür düşünür. Ama yine de haklı savaşın, daha doğrusu savaşta haklılık düşüncesinin savaşın süresini uzatabileceği uyarısında bulunur. Tarafların haklılıkları konusunda taviz vermez bir inanç geliştirmesi barış müzakerelerini geciktirebilir. Ayrıca bugünün dünyasında sivil-asker ayrımı işlemez hale gelmiştir. Askerler zorla silah altına alınmış sivillerdir. Siviller ise çoğu kez militarist çözümlere askerler kadar yatkın ve isteklidir. Ayrıca melez savaşlar çağı savaş ilanı gibi resmi prosedürleri işlemez hale getirmiştir. Savaş teknolojilerindeki farklılaşma ve savaşan güçler arasındaki eşitsizlik yeni bir haklı savaş kuramına olan ihtiyacı arttırmaktadır.
Görüldüğü üzere adalet çok katmanlı ve çok sorunlu bir meseleye karşılık gelir. İnsanlar kaynaklardan pay isterken, kimliklerinin tanınmasını arzu ederken ve aralarındaki çatışmaları düzene koyarken adalet ilkesine başvurur.
* Doç. Dr. Artvin Çoruh Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü.