“Demir Kafes”ten “Dijital Kafes”e: Gündelik Hayatın Sanal Boyutları Üzerine

Fikir Yazıları - Hamit Ölçer

“Demir Kafes”ten “Dijital Kafes”e: Gündelik Hayatın Sanal Boyutları Üzerine

Çoğu alışkanlıkların, davranış kalıplarının değiştiğini görüyoruz. Günümüz dünyasını postmodern bir dünya olarak nitelendirenler var. Bence tam anlamıyla postmodern bir dünyanın içinde yaşamıyoruz ama yaşadığımız onca şeyin başlangıçtaki katı, sabit, belirli bir mekân ve belirli bir doğruluk anlayışıyla ilişkili olan yeryüzü anlayışının ciddi bir sarsıntı geçirdiği ve her şeyin zamanla başka bir aşamaya gelindiği, başka bir çehreye büründüğü açıktır. Gelgelelim modern hayatın başlangıçtaki temel kolonları, yapıtaşları, ofisleri, evrakları yerli yerinde duruyor hala. Ve hayatın ta en başından tatsız tuzsuz bir yöne doğru ilerlediğini öngören Friedrich Nietzsche’nin hayaleti hepimizin üzerinde dolaşıyor.

Max Weber’in, Nietzscheci anlamda tüm değerlerin kendi öz değerlerinden uzaklaşacağı yönündeki kestiriminin sosyolojik ifadesini bulduğu “demir kafes” metaforu yalnızca iş dünyasının, bürokratik sistemin içinden çıkılamaz hale getirdiği taşlaşmış, sıkı bir verimlilik ve kurallar rejiminin baskıcı doğasını dile getirmekten ziyade bu olgunun aynı zamanda modern gündelik hayatın da bir gerçeği olarak karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Her şey hızlı, kârlı, verimli, kontrollü ve dahası insanlıktan çıkarıcı bir mekânik düzeni öngörüyordu. Başka bir deyişle modern hayat her şeyin belirli kurallara ve verimlilik anlayışına indirgendiği rasyonel bir dünya idi ve bu rasyonel dünyada bireyler giderek hissizleşiyordu.

Günümüz dünyasında herkesin kendisini daha özgür ve mutlu sandığı bir sanal platformlar aleminde yaşadığını söyleyebiliriz. İnsanlar ellerindeki mobil cihazlar ve çeşitli sosyal medya platformları aracılığıyla bir an için kendilerini mevcut durumdan kurtarmaya çalışıyorlar. Sosyal medya ağları çağımızın kurtarıcıları sanki. Adeta sanal tanrılar çağında yaşıyoruz. Facebook, Instagram, Youtube, Twitter/X, Spotify… Oysa ki bu sanal kurtarıcıların aslında bireyleri tam da kendi kurmuş oldukları algoritmik diktatörlüğün öznesine dönüştürdüklerini görüyoruz. Burada işin enteresan tarafının tam da bizi köleleştiren şeyin yani dijital-teknolojik sistemin ta kendisi olduğu gerçeğini kavramamızın henüz çok güç olduğudur. Ve sanırım bunu hiçbir zaman fark edemeyeceğiz. Zaten bunu fark etmemizin de bir anlamı yoktur. Çünkü artık işler böyle yürüyor.

Tüm değerlerin kendi öz-değerlerinden uzaklaştığı ve dolayısıyla tüm anlamların giderek anlamsızlaştığı bir yeryüzünde geriye yalnızca fotoğraf çekmek, selfie çekmek, manzara resmi paylaşmak, ne yiyip içildiğini paylaşmak kalıyor. Her şeyin yalnızca suretiyle, görüntüsüyle, imajıyla kendisini ifade ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Ve aslında bu dünya tamamen sanal bir dünyadır. Tam da bu sanal platformların uzantısı olan bir dünyada yaşıyoruz. Başka bir deyişle bu sanal platformların inşa ettiği dil, kişilik ve benlikler üzerinden birbirimizle etkileşime geçiyoruz. Tüm ilişki ve etkileşim biçimlerimiz, sözgelimi üzüntülerimizden tutun sevinçlerimize kadar tüm insani olarak bildiğimiz duygularımız, sanılanın aksine gerçek dünyanın, kendiliğindenliğin, gerçek varoluşsal tecrübenin değil; sahte, gerçek dışı, yapay, sanal bir alemin kopyası olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu olayı Platoncu idealar kuramıyla yeniden nasıl yorumlamak gerekir bilmiyorum ama açık olan şu ki Peeters ve Widlak her gün daha fazla bu “dijital kafes”in içinde yaşadığımız (2018) gerçeğine dikkat çekmişlerdir.

Sahici duyguların, gerçekten bize ait olan fikirlerin, gerçek dokunuş ve hissedişlerin yerini tamamen sanallaşmış bir ilişki ve etkileşim biçiminin aldığı bu sanal platformlar âleminde tüm beğenilerimiz, tercihlerimiz, tatlarımız algoritmik olarak belirli bir şekilde arşivlenip yeniden düzenleniyor ve karşımıza çıkarılıyor. Başlangıçta bir sosyal medya platformunda her şey rastlantısaldı ama en basitinden örneğin şimdilerde neredeyse tanıdık olmayan birini göremezsiniz ve mutlaka sizin “tanıyor olabileceğiniz” biri karşınıza çıkarılmakta. Sanki bir kentin yalnızca belirli bir bölgesinde yaşamımızı sürdürdüğümüz sanal gettolar söz konusu.

Gündelik hayatımızın sınırları dijital platformların bizler için belirlemiş olduğu sınırlar olarak şekilleniyor. “Online” (çevrimiçi) olduğunuz müddetçe bu dünyada yaşıyorsunuz aksi halde hep dışarıdasınızdır yani “Offline” (çevrimdışı) durumundasınızdır. Bu bir çeşit telefonu evde unuttuğunuzda sanki çok önemli bir şeyi yitirdiğiniz, büyük bir eksiklik duygusuna benzer.

Artık bildiğimiz geleneksel dünyada yaşamamızın hiçbir anlamı yoktur. Öyle ki internete dayalı dijital bir sistem içinden iş yapmıyorsanız bu büyük bir eksikliktir. Böylece gündelik hayatınızın dijital-online olması en temel gereklilik olarak kabul edilir hale gelir.

Teknolojinin gündelik hayatımızı kolaylaştırdığını söylemek yazık ki özgürlüğümüzün ve kendiliğimizin kendi denetimimizden alındığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Özellikle internet teknolojilerinin gelişimiyle beraber gündelik hayatımızın ritminin algoritmik olarak şekillendiği çok açık olarak karşımızda durmaktadır. Son zamanlardaki yapay zeka teknolojisini hesaba katmıyorum. Artık dijital bir kullanıcı, dijital bir tüketiciye indirgenmiş durumdayız. Çoğu kez bilinçsizce hayatımızı tükettiğimiz tuhaf zamanları yaşayıp gidiyoruz işte...

Kaynakça

Rik Peeters & Arjan Widlak (2018). The digital cage: Administrative exclusion through information architecture – The case of the Dutch civil registry’s master data management. Government Information Quarterly, 35 (2): 175–183.