Yasıtutulabilirlik: Yasını Tutmaktan Kaçındıklarımız
2024 Olimpiyat oyunlarının açılışı pek çok ülkede olduğu gibi ülkemizde de epey tartışıldı. Eşitlik, adalet ve özgürlük gibi farklı temalardan oluşan tören boyunca öne çıkan “farklılıklarımızla güçlüyüz” mesajı, özellikle drag queen ve LGBT+ bireyleri öne çıkaran bir görsellikte sunuldu. Bu durum özellikle dini referans ve kadim gelenekleriyle var olmaya çalışan ülkelerde tepkilere neden oldu. Fark edilmeyenin veya göz önünde olmayan veya görmek dahi istemeyeceklerimizin, olimpiyat gibi ayrıcalıklı bir organizasyonun önemli bir parçası olması, pek çok kişi için tiksindirici bir deneyimdi. Ancak çoğu insanın görmeye dahi katlanamadığı LGBT bireylerin bu dünyada var olmadığı ve yaşam haklarının olmadığı anlamına gelmez. Fransız Devrim Manifestosunun ilk metnini kaleme alan Jean Jaques Rousseau’ya göre “Var olan her şey yaşamak ve hak ettiği saygıyı görmek zorundadır”...
DJ ve sosyal medya fenomeni Caner Çalışır’ın 2020 yılında geçirdiği kalp krizi sonrasında vefatının ardından kimsesizler mezarlığına gömüldüğüne yönelik çıkan haberler uzun süredir queer teoride var olan bir kavramı gözler önüne serdi: “yasıtutulabilirlik”… Toplumdan ayrışan yaşam biçimleri veya karakter özellikleri gibi farklı nedenlerle kabullenilmeyen veya topluma uyum sağlayamayan bireylerin bir yerden taşınma, bir iş yerinden ayrılma veya vefat gibi nedenlerle sosyal alanın dışına çıkması ve buna o sosyal alanda olan diğerlerinin onların yokluğuna hiçbir tepki vermemesi olarak tanımlanabilecek yasıtutulabilirlik, adı anılmayacak denli nefret edilen bireyler için geliştirilen sosyal bir tepkidir.
Toplumdan dışlanan, nöralden sapan kişileri görmezden gelme tarih boyunca her yerde görülegelmiştir. Toplumun istemediği kişinin ölümü halinde yas mekanizmaları da feshedilir. Yani ölüm, felsefi ve ontolojik bir mesele olduğu kadar, sosyolojik bir meseledir. Anormal kabul edilip toplumdan ayrışan birey, çoğu durumda şeytanlaştırıldığından onun toplumun kutsal kabul ettiği ölüm ve yas ritüelleri gibi şeylerden ayrıştırılması gerekir. Toplumsal açıdan ‘güvence altında’ olmayan, fiziksel ve söylemsel şiddete açık olan, ‘tehlike altındaki’ kesimler için kullanılan prekarya kelimesi, tam da yas tutmaya dahi tenezzül edilmeyen kesimleri tanımlar. Burada acıya açık ve kırılgan olanın toplumsal alandan dışlanan kesim olması, prekaryanın tarihsel olarak konumlandığı sınıfsallığı da belirler. Yani toplumu var eden değer ve normlardan farklılaşan kişiler, prekaryatif karaktere bürünerek kamusal alanda ötekileştirilir. Bu ötekileştirmenin sosyal bir meşruiyet içinde gerçekleştiği yani toplumun eşcinsel kimliği öne çıkan bireyin ölümüne verdiği tepkinin bir nevi eşcinsellerin toplumsal konumunu belirlediği söylenebilir.
Toplumun normal olmayanı zorladığı prekaryatif dönüşüm, bireyin yeteneklerine değil onun seçimlerine odaklanır. Yani oldukça nitelikli bir meslek sahibi olsa da eşcinsel karakterini dışa vuran kişinin bu mesleği icra etmesine izin verilmez. Topluma aykırı olan kişinin aykırılığı bir seçimmiş gibi değerlendirilir ve onun mesleğini yapması engellenir. Hemen her toplumda eşcinsel olduğu için meslekten uzaklaştırılan subaylar, öğretmenler, hekimler olması şaşırtıcı değildir. Toplumdan sapan kişi, yok kabul edilir. Burada yaşadığım bir hatıradan bahsetmek isterim. Genellikle akşam saatlerinde herkesin evine gitme telaşı içinde olduğu Ankara Kızılay’da bir ayakkabı mağazasında karşılaştığım trans bireye yalnızca “merhaba, nasılsın” demem bile onun gözlerinden yaşlar boşanmasına neden olmuştu. Ağlamasının nedenini sorduğumda bana: “bana kimse hal, hatır sormaz; hatta gördüklerinde kafalarını çevirir ve gülerler, ben hiç kimseyim, yaşayan bir ceset de diyebiliriz...” demişti. Ötekileştirme ve hatta fiziksel şiddetin en sert biçimlerini yaşama ihtimali yüksek olan bu bireyler için üzülmekten başka bir şey yapılamayacağına inandırıldık.
Kimin yaşamı yaşam sayılır? Bir yaşamı yası tutulabilir kılan nedir?
Heidegger modern dönemlerin esas problemini “varlık unutulmuşluğu” olarak isimlendirir. Kökeni ilk hukuk devleti olarak nitelenebilecek antik yunandaki polislere dayanan bir unutmadır bu. Varlığın unutulması, kendinde ve kendine ait olmayışıyla, yerinden edilişiyle ilgili bir sorunsaldır. Topluma uymayan kişileri unutmaya meyilliyiz. Onları unutmak, çoğu kez onlar yaşamıyormuş gibi davranmayı gerektirir. Onları unutur ve hatırlamak istemeyiz; çünkü onlara atfettiğimiz ölülere özgü kirliliğin bize de bulaşacağını düşünürüz.
‘Ölebilen’ varlıkların ölme haklarının ellerinden alınmasıysa, ölümün yerinden edilmesidir. Agamben’in Homo Sacer’inde (Kutsal İnsan) ortaya çıkan ölümlülük hali, bir tür kirlenmişlikle betimlenir. Toplumdan sapan, kirlenmiş kabul edilip dışlanır ve ona verilen isimler dahi unutulur. Agamben’in Roma hukukuna dayandırdığı kavramsallaştırmada bireye sunulan yaşama hakkı ise toplumla uyumlu kişilerindir. Adını unutmak istediklerimize atfettiğimiz ölüm hali, zamanla bizi dar bir çerçeveye sürükler. Kendimiz gibi olmayanı dışlamaya başlarız. Judith Butler “Kırılgan Hayat” ve “Savaş Tertipleri” kitaplarında adını anmaya değer bulmadıklarımıza ilişkin yas mevzusunu, “kırılganlık”, “yaralanabilirlik” kavramları üzerinde temellendirmiş ve “Kimin yaşamı yaşam sayılır? Kimin yası tutulabilir?” soruları çerçevesinde genişletmiştir.
“Bireyin kendisini ifade ettiği herhangi bir kimliğin zamanla norma dönüşmesi ve bu normların birey üzerinde baskı ve sınırlamalar yaratan hegemonik bir hal alması, toplumsal baskının karakteristiğidir. Kurucu ve baskıcı olan bu normlar, çeşitli kimliklerdeki insanları farklı biçimlerde ötekileştirir ve dışlar; aynı zamanda onların yaşamlarını yaşanabilir ve yası tutulabilir saymaz. Toplumla uyumlu yaşamlar farklı şekillerde desteklenir ve sürdürülür; insan yaralanabilirliği dünyaya radikal olarak farklı biçimlerde dağılmıştır. Kimi yaşamlar had safhada korunacak ve kutsallık iddialarının ilgası savaş güçlerini harekete geçirmek için yeterli olacaktır. Öteki yaşamlar böyle hızlı ve hiddetli destek görmeyecek ve hatta “yası tutulabilir” olma niteliği bile kazanamayacaktır" (Butler, 2004, s.46).
Butler’a göre kırılganlık, yaralanabilirlik ve ölümlülük kavramlarını da içerir. Bu anlamda kırılganlık, her canlı için geçerli olan ontolojik bir durumu ifade eder. Fakat bazı canlılar diğerlerine göre daha fazla risk altındadır. Bu riski yaratan, tam da topluma yön veren egemen iktidarın belirlemiş olduğu yaşamaya değer ve yası tutulmaya değer olan ve olmayan hayatlar, yani “makbul vatandaş” ayrımıdır. Her birimizin kırılganlık yoğunluğu birbirinden farklı olsa da yaralanabilirlik hepimizin paylaştığı ilksel ve insani bir durumdur. Butler, bu durumun siyaset için bir kaynak olarak kullanılması gerektiğini vurgulamaktadır. Başkalarının yaralanabilirliğini göz önünde bulundurduğumuzda, başkalarının acıları ile özdeşim kurabildiğimizde “kimi insan yaşamlarının diğerlerinden daha çok yaralanmaya açık olduğu ve dolayısıyla kimi insan yaşamlarının diğerlerinden daha çok yas tutulmaya layık görüldüğü koşulları eleştirel olarak değerlendirebilir ve bunlara karşı çıkabiliriz. Mağduru olduğumuz şiddet türlerinden başkalarını koruma sözü vermemizi sağlayacak ilke, insanın ortak yararlanabilirliğinin kavrayışından değilse nereden doğacak?” (Butler, 2004, s.45).
Bunun yanında kırılganlık, başkalarıyla kurduğumuz ilişkisel bir bağa da dikkat çeker. “Kırılganlık, toplumsal bir hayatı, yani kişinin hayatının her zaman bir anlamda başkalarının elinde olduğu gerçeğini işaret eder. Hem tanıdıklarımıza hem de tanımadıklarımıza maruz olduğumuzu; tanıdığımız, az tanıdığımız ya da hiç tanımadığımız insanlara bağımlılığımızı işaret eder” (Butler, 2010, s.21). Bu yönüyle her insan kırılgandır. Ancak ötekileştirdiklerimiz biraz daha kırılgandır; çünkü onları koruyabilecek toplumsal mekanizmalardan aforoz edilmişlerdir.
İktidarlar, eğitim sistemi üzerinde yoğun baskı kurarak, insanların neyi görebileceğini, duyabileceğini, okuyabileceğini ve öğrenebileceğini denetleyip kısıtlayarak hegemonik bir siyaset yaratırlar. Neyin kamusal alanın bir parçası olup neyin olamayacağını bu şekilde üretirler. Neyin gerçeklik olup neyin olamayacağı da bu şekilde belirlenir. Kimlerin hayatlarının hayat, kimlerin ölümlerinin ölüm sayılacağının çerçeveleri de bu şekilde çizilir. Buna göre bir hayatı değerli kılan şey, o kişinin özgül ağırlığı değil, iktidarın ona atfettiği “makbullük” derecesidir. İstendik olmayan, örneğin eşcinsel kişi dışlanır, ötekileştirilir. Diğerini dışlama biçimi genellikle onu terörist, bölücü, hain veya dış güçlerin kuklası gibi damgalamalarla olabileceği gibi, kitlesel bir linç veya yası dahi tutulmayacak bir kıyımı da içerebilir. Zamanında Nazi Almanyasında Musevi toplumunun yaşadığı ötekileştirme tam da iktidar eliyle yapılmış bir gerçekliktir. Gerçekliği kendi istediği şekilde bükmeye meyilli olan iktidar, makbul vatandaş için yasal korumanın sınırları yeniden çizer ve bu sınırların dışında kalanlar bu haklardan yararlanamayarak yası tutulmayana dönüştürür.
Tarihsel olarak topluma ayak uyduramayan azınlıkların yasları tutulmamıştır çünkü onların yaşamları zaten hep yadsınmıştır, kayıptır, hiç olmamıştır. Ne canlıdırlar ne de ölüdürler. Yası tutulamaz olanlardır çünkü yaşadığı yaşam kayda değmeyen, yaşam vasfını taşımayan bir yaşamdır. Kolay olan onları görmezden gelmek, yaşamlarını yaşanılır dahi saymamaktır. Oysa insan çeşitliliğini görmezden gelen, farklılıkları dışlayan ve baskılayan her türlü düşünceye karşı çıkmalıyız. İnsanları birbirinden ayırıp ötekileştiren bu yaklaşımlar, yaşanabilir bir dünya inşa etmemizin önündeki en büyük engeldir. Tüm insanların eşit haklara sahip olduğunu ve herkesin acısının bizim acımız olduğunu kabul etmeliyiz. Böylece 'biz' ve 'öteki' ayrımı yapmadan, tüm canlıların yaşamına değer vererek daha adil bir dünya kurabiliriz.
Yazıda Geçen Kaynaklar:
- Butler, J. (2004). Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü. İstanbul: Metis Yayınları.
- Butler, J. (2010). Savaş Tertipleri. İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş.