Kadın ve Emek X: Rosa Luxemburg
Irigaray’ın simgesellik düzeyine getiremese de çağırdığı bir düşünce parler femme… Benim için, feminist düşünür Andrea Nye’ın da 1994 yılında yayımladığı Philosophia adlı kitabında bir arada ele aldığı üç kadında sembolleşti: Rosa Luxemburg, Simone Weil ve Hannah Arendt. Bu yazıda Marxist kuramcı ve eylemci Rosa Luxemburg’un düşüncelerini, söz ve eylemlerinde inceleyeceğim. Bunu takip eden yazılarımda Simone Weil ve Hannah Arendt’i…
Alman Sosyal Demokrat Parti SPD’nin aktif bir üyesi ve daha sonra Liebknecht ile beraber Alman Komünist Partisi’nin kurucusu olan Luxemburg, 15 Ocak 1919 tarihinde, yine Liebknecht ile beraber, Freikorps (sağcı milisler) tarafından işkence altında sorgulanarak öldürüldü. Bedeni Berlin’deki Landwehr Kanalı’na atıldı.
1871 yılında Polonya’da doğan Luxemburg, hayatının büyük bölümünü Almanya’da ve defalarca hapse atılarak (1904-1906 yılları arasında üç kez ve 1916-1918 yıllarında) geçirmişti. Hapisteyken Mehring, Liebknecht ve Zetkin’le birlikte savaş karşıtı olan Spartakus Birliği’ni kurdu. Kitlesel hareketleri, işçilerin yaşam ve eylemleri içinde bizzat bulunarak yakından gözlemledi ve takip etti. Hakkını vererek, eylem ve düşüncenin bir aradalığını sergileyerek, dolu dolu yaşadığı kısa hayatı boyunca, hem ortodoks Marksistleri, hem reformistleri eleştirdi. Eleştirdiği ortodoks Marxistlerin arasında Lenin, reformistlerin arasında Bernstein vardı. Bu eleştirileri Marx’ın ana metinlerini inceleyerek yaptı ve bu inceleme sürecinin sonunda Marx’ın ekonomik modellemelerinde bir hata (ya da eksiklik) tespit etti. Bu hatayı en önemli eseri Sermaye Birikimi’nde tartıştı.
Luxemburg’un yaşadığı dönemde sosyalizmde iki temel duruş vardı: (1) Marxist-Leninist çizgi; ve (2) sosyal reformizm. Reformist yaklaşım, kapitalist sistem içinde işçi sınıfına verilen yasal tavizlerle yetinmeyi öngörüyordu. Bu duruşun önde gelen temsilcilerinden Eduard Bernstein kapitalizmin adapte olma gücüne dikkat çekerek, kapitalizmin yavaş yavaş sosyalizme evrileceği görüşünü savunuyordu.
Luxemburg 1900 yılında yazdığı “Sosyal Reform mu Devrim mi?” adlı yazıda Bernstein’i sert bir şekilde eleştirerek, bu tartışmanın sadece bir strateji tartışması değil, sosyalist hareketin varlığı ya da yokluğu meselesi olduğunu savunur. Bernstein’in kapitalizmin adapte olma gücüne dikkat çekmesini, bilimsel sosyalizmden kopuş olarak değerlendirir. Bu değerlendirme sırasında kredi sistemi ile kapitalizmin krizlere mahkum oluşu arasındaki ilişkileri, kartelleri, sendikaları Marx’ın ekonomik kuramı ışığında açıklar. “Sendikaların kapsamının özünde ücretlerin artırılması ve emek zamanının azaltılması ile sınırlı olduğunu, bir başka deyişle kapitalist sömürüyü dünya piyasalarının o anki durumunun gerektirdiği şekilde düzenlemekle sınırlı olduğunu ama üretim sürecinin kendisini değiştiremeyeceğini” belirtir. (Luxemburg, 1986). Bernstein’in, dönemin Sosyal-Demokratlarının oportünizmini temsil ettiğini, bu oportünizme bir teori kazandırmaya çalıştığını, ama bu çabanın başarısız olmasının kaçınılmaz olduğunu, çünkü zaten oportünizmin temel özelliğinin “teori düşmanlığı” olduğunu öne sürer. Böylelikle—Bernstein’i oportünizm ile, oportünizmi teorisizlikle eleştirirken—bilimsel sosyalizmde teori-pratik birliğinin önemini vurgulamış olur.
Luksemburg’un “Sosyal Reform mu Devrim mi?” yazısında aktardığına göre, Bernstein “sosyal reform” ve “devrim” seçeneklerini “akılcı bir yöntemle yasama yolundan gitmek” ya da “duygusal bir güçle devrim yapmak” gibi iki seçenek olarak sunar. Oysa Luxemburg’a göre, sınıf mücadelelerinin tarihine bakarsak, yasal reformlarla devrimleri karşılaştırmanın bir kategori hatası olduğunu görürüz: “Sınıfların tarihinde, devrim bir politik yaratıcılık eylemi iken, yasama zaten doğmuş olan bir toplumun politik yaşamının ifadesidir.” Luxemburg’un “Sosyal Reform mu Devrim mi?” de yer alan bu çarpıcı formülasyonuna özellikle dikkat çektim; çünkü bu formülasyonun Hannah Arendt’in devrim anlayışının oluşumunda da belirleyici bir etkisi olmuştur. Dolayısıyla bu konuya ilerideki yazılarımda döneceğim.
Aynı yazıda Luxemburg, bilimsel sosyalizmin temel bir özelliği olarak, teori-pratik birlikteliği ile beraber bütünselci yaklaşımı da vurgular. Ona göre, bütünü sosyalist bir çerçevede kavramak yerine tek tek konulara odaklanılırsa; işçi lehine görünen kazanımlar ve sosyal reformlar manipüle edilerek kapitalistlerin karını arttırmak için kullanılabilirler. Luxemburg seçimlere katılmaya ya da ücretlerin yükseltilmesi için sendikal mücadele vermeye karşı değildir. Ama bu eylemlerin amacını doğru formüle etmek gerektiğinde ısrarcıdır. Reformist eylemler tek tek ele alınarak “kendilerinde amaç/nihai amaç” olarak görülmemelidirler. Sosyalizmin amacı reform değil, devrimdir. Örneğin asgari ücreti artırmak reformist bir amaçtır; ama devrimci amaç, işçilere kendi durumlarına içkin çelişkileri kavrayıp aşmalarını sağlayacak siyasi eğitimi vermek, bir başka deyişle sınıf bilinci oluşturmaktır.
Bu vurgu bizi Marxist kuramın temel sorularından bir diğerine, sınıf bilincinin nasıl sağlanabileceği sorusuna getirir. Bu soruya cevaben aldığı duruşla da Luxemburg kendini Lenin’in karşısında konumlandırmaktan imtina etmemiştir. Luxemburg’a göre sınıf bilinci mücadele esnasında gelişir. Andrea Nye (1994), Lenin’le Luxemburg’u karşı karşıya getiren soruyu ve bu soru etrafında gelişen kutuplaşmayı feminist çerçeveye taşıyarak şu şekilde açıklar: sistemdeki çarpıklıklar ve eşitsizlikler nedeniyle zor durumda olan kadınların birçoğu Rosa Luxemburg’un açıkladığı sosyalist değerlendirmeleri yapabilecek ve doğru politik yargılara varabilecek donanımda değilse, siyasi liderler ve akademisyenler onların yerine, onlar adına Marxist ve feminist teoriye uygun kararlar almalı mıdır? (Nye, 1994, s.13) Luxemburg bu soruya “hayır” diyerek cevap verir. Doğru politik duruş parti liderlerinin yönlendirmelerine itaat etmek değil, kitlelerin arasına girerek onların eylemlerini anlamaya çalışmaktır.
Luxemburg bu görüşlerini 1906’da yazdığı “Kitle Grevi” adlı yazıda geliştirir. Bu yazıda Rusya deneyimlerini Almanya’daki parti politikasının içine taşımak niyetini ortaya koyar. 1905’te Rusya’da isyan çıktığında, Alman Sosyal Demokratlar bu isyanlara olumsuz yaklaşmışlardı. Nye’ın (1994)ve Luxemburg’un (1986) kendisinin de yorumladığı gibi, bu çekimserliğin altında muhtemelen Almanya’da sosyal demokratların konumlarının daha yeni yasallaşmış olması ve bu yasal konumlarını kaybetmek istemiyor olmaları yatıyordu. Luxemburg ise Rusya’da eylemler başlayınca hemen Rusya’ya gitmişti. “Çünkü sosyalist değerlerin sosyalist pratiği gözlemleyerek oluşturulacağına inancı tamdı.” (Nye, 1994, ss.13-14)
Luxemburg, Rusya’daki eylemleri gözlemlemesinin sonucu olarak öncü bir partinin ya da liderin bir grevi kendi iradesi ile var etmesinin ya da durdurmasının imkansız olduğunu öne sürer. (Schwerdtner, 2021). Böylelikle hassas bir konu olan siyasi liderlik meselesine parmak basmakta ve kendiliğindenlik temasını geliştirmektedir. Ona göre ısmarlama kitle eylemi olmaz; ama parti kendiliğinden doğan ve ilerleyen bir eylemi “kitlelerin yaptıkları işin daha da bilincinde olmalarını sağlayarak” ileri götürebilir (Nye, 1994). Bu görüşleri nedeniyle Luxemburg anarşist olmakla suçlandı. Kendisine karşı Marx ve Engels’e göre spontan ayaklanmaları teşvik etmenin anarşizm olduğu görüşü öne sürüldü. Partinin rolünü ortadan kaldırmakla ve sokaklarda kan dökülmesini teşvik etmekle suçlandı. (Nye, 1994, ss. 13-15) Oysa Luxemburg, “kitle grevlerinin nesnel kaynaklarını” keşfetmek ve potansiyellerini geliştirmekle ilgileniyordu ve liderlerin “işçi sınıfının gündelik bilincine hitap etmeyen bir bilimsellik iddiası içinde olmalarını” eleştiriyordu. (Jenkins, 1997, s. 230) Özetle, Luxemburg’a göre sınıf bilinci ve öznelik (agency) kitlesel siyasi eylem içinde kazanılır. “İnsanlar amaçlarını ve bu amaçlarının gerçekleşmesini engelleyen mekanizmaları kitlesel siyasi eylem içerisinde tanımaya başlarlar” (Nye, 1994, s.15)
Rusya’daki ayaklanma gibi eylemler “yeni sosyal gerçeklikleri sınamakta ve kurmaktadır” ona göre. Bu anlayışın Arendt’in devrim anlayışına benzerliğini önümüzdeki yazılarda ele alacağım. Ayrıca, bu tutumu ile Luxemburg Simone Weil’a da önemli bir benzerlik gösterir. Bu benzerliği de Weil’ı anlatırken daha ayrıntılı bir şekilde açıklayacağım. Ben bu benzerliğe ‘dinleme teması’ diyorum. Dinlemenin önemi feminist kuramda, bakım verme etiğinde ve feminist argümantasyon yöntemlerinde de vurgulanır. Örneğin Alison Jaggar, erkeklerin argümantasyon yöntemleri daha ziyade karşı tarafın argümanını yıkmaya yönelikken, kadınların daha dinlemeye, karşı tarafın argümanını anlayıp, desteklemek ve beslemeye yönelik bir diyalog şekli geliştirdiğini söyler. Nye’ın (1994) betimlemesi ile, Luxemburg “toplumsal eylemlerin ne anlama geldiğini dikte etmeye değil, [sosyal hareketin içinde bulunarak] anlamaya” ve buna göre harekete katkıda bulunmaya çalışan, bunun için de “iletişim kanallarını açık tutan bir lider”di. (s. 48)
Dinleme teması en çok da Luxembourg’un Lenin’le tartışmalarında belirginleşir.
Luxemburg ile Lenin arasında, kendiliğindenlik teması ile de ilintili önemli bir tartışma konusu “halkların kendi kaderini tayin hakkı”dır. Luxemburg kendi zamanındaki bu sözümona “bağımsızlık” hareketlerinin birçoğunun aslında gerici hareketler olduğunu düşünmüştür. Kendisi de tabandan hareketleri ve yerel demokrasiyi savunur ama “yerel demokrasi ile geleneksel otoriteler tarafından yönetilen feodal yönetimlere geri dönmek isteyen ayrılıkçı milliyetçilik hareketler”in birbirinden dikkatle ayrılması gerektiğinin farkındadır. (Nye, 1994, s.20) Bunu açıklamak için Afrika ve Hindistan’dan örnekler verir: geleneksel toprak ağalarının manipulasyonları, kadınların ezilmesi, yerli girişimcilerin uluslararası sermayeyle işbirliği…Bunların hep ilericiliğin ve örgütlenmenin önünü kesecek şeyler olduğuna dikkat çeker. Ona göre, etnik kimliğin ötesine geçebilmiş ulus-devletlerdeki koşullar (kapitalist devletin oluşturduğu ulusal kültür bile) “farklı dini ve etnik grupları belirli teritöryal sınırlar içinde bir araya getirdiği” için sınıf bilincinin gelişmesine daha elverişli koşullar sunar. “Halkların kendi kaderini tayin hakkı […] azınlıkları ezme, patriyarkal aile ilişkilerini koruma ve modernleşme ve demokratikleşmeye direnç gösterme” anlamına gelebilir. (Nye, 1994, s. 21))
Luxemburg, halkların kendi kaderini tayin hakkı, federasyon kavramı, tarımın kolektifleştirilmesi gibi birçok konuda, Bernstein gibi Lenin’i de oportunistik olmakla suçlar.. Örneğin Lenin bu şekilde özgürleşen milliyetlerin ekonomik verimlilik gibi amaçlarla için kendi istekleriyle daha büyük gruplarla ittifak yapmasının olası olduğunu düşünmekte ve bunu istemektedir. Ya da kırsalda çara karşı direnç olduğunun farkındadır ve bu direnci kullanmak derdindedir. Ama Luxemburg’a göre asıl derdi bu insanların amaçlarını anlayarak sınıf bilincinin gelişimine katkıda bulunmak değildir . Ve burada Luxembourg Rusya’nın bir polis-devlete dönüşeceğini öngörür. Kendi başına bir ekonomik birim olamayacak toprakların ya kapitalistlerin ya Rusların eline geçececeğini öngörür. (Nye, 1994, ss. 21-25)
Öte yandan Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’da sosyal demokratların savaş yanlısı tavrı da Lenin’in merkeziyetçi görüşlerinin pekişmesine neden oldu. Luxemburg bütün Avrupalı işçi partilerin savaş çıktığında genel greve gitmesi gerektiğini savunurken, Almanya’da sosyal demokratlar askeri ittifakları “caydırıcı” olarak değerlendirdiler ve ulus-devletlere bölünmüş bir Avrupa’yı onayladılar. Kendi ülkelerinde asgari ücret, 8 saatlik işgünü, sosyal yardım gibi yasaları desteklerken, ulusal çıkar adına diktatörleri ve darbeleri destekleyen siyasetleri desteklediler. Serbest ticaretin, koloniler için de karlı olabileceği sanrısını yaydılar. Özetle, milliyetçi duygular sosyalist duyguları gölgeledi.
Luxemburg, 1915 yılında Junius adı ile yayımladığı yazıda sosyalistlerin ulus-devlet içinde sınıf mücadelesine odaklanmış olduklarını ve kolonilerde ne olmakta olduğunu göremediklerini söyledi. Lenin’in Junius’a cevabı kolonileştirilmiş ülkelerin emperyalist güçlere karşı savaşmalarının haklılığından halkların kendi kaderini tayin hakkına bir parallellik kurmak oldu. (Nye, 1994, s.26)
Luksemburg ise, emperyalizm olgusunu gittikçe daha çok sorunsallaştırdı ve kendine konu edindi. Sosyal demokratlar arasında militarizm ve ırkçılığın sosyalizmle ilgili hangi soruna işaret ettiğini anlamak için militarizmin ekonomik kökenlerini araştırmaya başladı. Kapitalizmin uluslararası dinamiklerini odaklanarak militarizmle kapitalizmin ilişkisinin üretimi tetiklemekten (yani kapitalizmin fazla üretimini soğurmaktan) öteye gittiği sonucuna vardı. Nye’ın (1994) deyişiyle militarizmin kökenleri “ekonomik üretimin Plutonic derinliklerine kadar iner.” (s.29) Ve buradan Sermaye Birikimi ve Rosa Luxemburg’un Marx eleştirisi doğdu.
Sermaye Birikimi’nde Luxemburg, Marx’ın Kapital’de geliştirdiği ekonomik modellerin İngiltere gibi sadece işçiler ve kapitalistlerden oluşan bir toplum için uygun olduğunu ama dünyanın geri kalanında sermaye birikiminin çok daha heterojen yapılarda toplumlar üzerinden anlaşılması gerektiğini söyler. Marx’ın Kapital’in birinci cildinde oluşturduğu modellerden kendisinin de memnun kalmadığına dikkat çeker. Marx’ın Kapital’in birinci cildinde oluşturduğu model kapitalistlerin tek tek nasıl artı değer elde ettiğini gösterir; ama sermayenin bütünde nasıl biriktiğini göstermez. (Nye, 1994, s. 31) Kapitalist ekonomilerde sermayenin birikmesi için, artı değerin verimli bir şekilde kullanılması, yani yeniden ve yeni iş alanlarına yatırım yapılması gerekir. Ama artı değerin kara dönüşüp yeni iş alanlarına yatırılması için önce artı değerin (sömürülen emeğin) ürettiği ürünlerin satılması gerekir. İşçi, aldığı asgari ücretle ancak bir yere kadar tüketebilir. Bu sorunu çözmek için işçiye daha çok para verilirse kar oranı düşer. Nye (1994), bu noktada ortaya çıkan sorunu şu şekilde özetler: “kapitaliste ödemesini kapitalistin cebinden yapmayan alıcılar lazımdır; ama o alıcıları kapitalizmin içinde bulamazsınız”. (s. 32) Bir başka deyişle, kapitalist üretim biçiminde olması gerektiği şekilde üretim sürekli arttığında, ürüne dönüştürülen artı değerin hepsi gelişmiş ülkelerde tüketilirse, sermaye birikimi durur. Kapitalizmin üretici gücü ile tüketimi arasında bir çelişki olduğunu Marx’ın kendisi zaten saptamıştır. Ancak, Rosa Luksemburg’a göre, Marxist model emperyalizmin ve kolonileşmenin sermaye birikiminin uluslararası koşulu olduğu gerçeğini yeterince açık bir şekilde ortaya koymaz. (Nye, 1994, s. 36) Marx bu gerçeğe Kapital’de “İlksel Birikim” başlığı altında yer verilir. Ancak Marx’ın anlatısında, ilksel birikim kapitalizmin geçmişte kalmış bir safhası gibi anlaşılabilmektedir. Oysa, Luxembourg ilksel birikim safhasının geçmişte bırakılmadığını söyler. (Werlhof, 2008, s.30) Sermaye birikiminin değişmez ön koşulu olan ilksel birikim süreci kesintisiz bir süreçtir ve ulusal modellerle değil, kapitalist ekonomilerle çevre ekonomiler arasındaki uluslararası sömürü ilişkisiyle açıklanmalıdır: Amerika’nın altın için yağmalanması, Afrika’da köle ticareti, dışarı pahalı ürünler satıp ucuz hammadde alma, outsourcing gibi… Sömürü ilişkisi sadece kapitalistlerle işçiler arasında değil, zengin kapitalist uluslarla gelişmekte olan ülkeler arasındadır. Sermaye birikimi aslında kapitalist olmayan ekonomilere dayanır.
Luksemburg böylece döneminin sosyal demokrat liderlerinin neden işçilere militarizme ve ırkçılığa karşı gelmelerini sağlayacak bir bilinci aşılayamadıklarını da açıklamaktadır: kullandıkları ekonomik model (Kapital) sermaye birikiminin bu boyutunu yeterince açık etmediği için. (Nye, 1994, s.34)
Andrea Nye’ın (1994) da gözlemlediği gibi, sosyalist feminist düşünürler genelde Marxist kuramı kısmen eleştirir; kısmen de benimserler. Ama bu eleştiri ve benimseme yeterince derinlikli ve dönüştürücü bir sentez üretmez. Genelde, ataerkil baskının Marxizm’de yeterli bir şekilde ele alınmadığına dikkat çekerek, Marxist kuramın böyle bir ataerkil baskı çözümlemesi ile zenginleştirilmesi gerektiğini ortaya koyarlar. Luxemburg ise, direk feminizm üzerine çalışmamakla beraber, Marx eleştirisini daha derinlemesine yürüttüğü için, onun çözümlemelerinden ortaya feminist kuram için de çok daha fazla materyal—sadece ataerkil baskının resmi değil, ataerkil sömürünün de anatomisi—çıkmıştır.
Ayrıca, Kapital’deki modellemenin eksikleri ve sonuçları, işçi sınıfı hareketinin, diğer baskı ve sömürü ilişkileri gözardı edildiğinde, ırkçılık ve militarizmden arındırılamayacağını anlamamızı sağlamıştır. Luxemburg’un Sermaye Birikimi’ndeki çözümlemesi, kadına yönelik şiddet ve ev içi emeğin sömürüsünü ilişkilendirerek ve bu ev içi emeğin sömürüsü ile kapitalist olmayan ekonomilerin sömürüsü, kadına yönelik şiddet ile militarizm arasındaki paralelliklerin ortaya konmasını sağlayarak diğer bir çok güncel akımın gelişiminde de başat bir rol oynamıştır. Değişik güç ilişkilerini birbirleriyle etkileşimleri içinde ele almayı öngören kesişimsellik kuramları, postkolonyal düşünce ve bu baskıcı yapılar içinde aldığı ya da içine düştüğü konum (nesne, araç, vb) nedeniyle doğa, kadın ve işçi sınıfı arasındaki benzerlikleri vurgulayan ekofeminist düşüncenin yöntemsel araç ve bulgularında Luxemburg’un düşüncesinin etkileri yadsınamaz. Ama Luxemburg’un Marx’a yönelttiği eleştiri, kimlik politikası tarafından yöneltilen eleştirilerden ve hatta kesişimsellik kuramlarınınkinden farklıdır. Çünkü Luxemburg patriyarkanın ve ırkçılığın sebebini yine ekonomik bir çözümleme ile ortaya koymaya çalışmaktadır.
Birçok feminist düşünüre göre, feminist düşünceyi ve kadın filozofların düşüncelerini ataerkil düşünceden ayırmak açısından belirleyici olan bir nokta; feminist ve kadın düşünürlerin felsefenin içine soktukları, sorunsallaştırdıkları konuların, soruların ve yanıtların kökenlerinin yaşamsal bir bağlamda bulunması, yaşamın içinden çıkarılması ve bu bağlamdan koparılmamasıdır. Bu yaklaşımın yöntemsel bir ilke olarak benimsenmesi, etik ve politik bir tavır olarak görülebilir. Elbette benzer bir yöntemsel ethos’a sahip erkek düşünürler de vardır; bu yaklaşımı “dişil düşünce” ile “eril düşünce” arasında tek ve nihai bir ayrım ilkesi olarak öne sürmüyorum. Yine de kadın düşüncesine ilişkin listelenebilecek betimleyici özelliklerden biri olarak öneriyorum. (Ayrıca, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında özellikle Almanya’da başat olan ve Lebensphilosophie adı verilen akımın Nietzsche, Simmel, Dilthey, Bergson, Ortega y Gasset gibi erkekler tarafından temsil edilmesi de (Beiser, 2023) şaşırtıcı olmamanın yanı sıra, burada ifade edilen görüşle ancak dolaylı olarak ilgili olabilir. Çünkü Lebensphilosophie adı verilen akımda ‘yaşam felsefesi’nin daha sınırlı ve belirli bir anlamı vardır. Lebensphilosophie ile feminist düşüncenin karşılaştırılması ilginç bir tartışma konusu olabilir; ama bugünkü konumuz dışındadır).
Luxemburg’un sonunda Marx’ta kritik bir hata saptamasıyla sonuçlanan düşünsel gelişimini ve biyografisini incelediğimizde, bu “yaşamsal bağlamdan kopmama” ilkesini Rosa Luxemburg’un sadece düşüncesinde değil, praxis felsefesi tarafından da içerildiği ve gerektirildiği şekilde, eylemlerinde de açık bir şekilde görebiliriz.
Rosa Luxemburg’un yazılarından ve aktivizminden, feminist kuram için şu yöntemsel öneriler çıkarılabilir: eşit ücret hakkı, aile içi adalet, erkek saldırganlığı gibi kadın çalışmalarına ve feminizme ilişkin konular; toplumsal yaşamın ekonomik ve sosyalist bir çözümlemesi yapılmadan yetkin ve yeterli bir derinlikte ve kapsamda ele alınamaz ve “kadınların küresel konumlarını ve durumlarını anlamalarını sağlayamaz”. (Nye, 1994, s. 43) Kadınlara ilişkin konu ve sorunları pratik yaşamdan kopuk bir kuramsallık içinde ele almak yerine; işçi kadınların arasına karışarak, eylemlerini onların kendi anladıkları şekliyle anlamaya çalışırsak, sadece onların değil, “baskıcı ilişkileri sürdüren ulusal ve uluslararası politik ve ekonomik ilişkiler bütününün de daha nesnel ve bütünlüklü bir kavrayışına ulaşabiliriz.” (Nye, 1994, s. 47) Örneğin kürtaj gibi bir konu, akademik ortamlarda kuramsal bir şekilde ele alındığında, “annenin seçme hakkı”na karşı embriyonun “yaşama hakkı” tartışmasına dönüşebilir. Luxembourg’dan esinlenen sosyalist bir feminizm ise kürtaj ile ‘her daim işsizliğin sınırında tutulan bir işçi ordusu yaratmaya yönelik kadın politikaları’ arasındaki kritik ilişkileri yakalayabilir. Nitekim, yukarıda da belirttiğim gibi, feminist düşünürlerin ev kadınlarının yaptığı işin sömürülmesinin boyutlarını ve mekanizmasını anlamalarında Rosa Luksemburg’un çözümlemeleri belirleyici olmuştur.
Rosa Luxemburg’un Marxist kurama getirdiği dişil bakış, önce içinde bulunduğu dönemde sosyalistlerin cevaplaması gereken sorulara ürettiği cevaplarda kendi yönünü belirleyen, daha sonra bizim çağımızda ekofeminist düşünürler, postkolonyal düşünürler ve kesişimsellik kuramcılarına ilham veren ve yol gösteren bir ışık yakmıştır. Çünkü bu bakış Marx’ın bütünselci sistemini dişil bir dinleme ve anlama, sesini duyuramayanı fark etme ve gözetme yeteneği ile bezemiştir.
Kaynakça:
Beiser, F. (2023) ‘Introduction’ Philosophy of Life: German Lebensphilosophie 1870-1920 (Oxford, 2023; online ed. Oxford Academic, 20 Nisan 2023), https://doi.org/10.1093/oso/9780192899767.003.0001, erişim tarihi: 21 Mayıs, 2024.
Jenkins, F. (1997) “Luxemburg, Weil, Arendt: Heroines for a Humanist Feminism?” (Luxemburg, Weil, Arendt: Hümanist Bir Feminizmin Kahramanları?) Res Publica: A Journal of Moral, Legal and Social Philosophy. Cilt 3, Sayı 2; ss.229-237.
Luxemburg, R. (1986) “Reform or Revolution” (“Reform ya da Devrim”), Londra: Militant Publications. https://www.marxists.org/archive/luxemburg/1900/reform-revolution/index.htm, erişim tarihi: 23 Mayıs 2024.
Nye, Andrea (1994) Philosophia:The Thought of Rosa Luxemburg, Simone Weil and Hannah Arendt. [Philosophia: Rosa Luxemburg, Simone Weil ve Hannah Arendt’in Düşüncesi] Routledge.
Schwerdtner, I. (2021) “Önsöz: Rosa’yı Hatırlamak” çev. Sevil Kurdoğlu. Rosa Luxemburg: Devrimin Güncelliği. Lenin’le Tartışmalar. Örgütlenme ve Demokrasi.içinde. İng’den çev: Tunç Tayanç, Dipnot Yayınları.
Tyson, S. (2014) “From The Exclusion of Women to The Transformation of Philosophy: Reclamation and Its Possibilities” [“Kadınların Dışlanmasından Felsefenin Dönüşümüne: Geri Kazanma ve Olasılıkları”]. Metaphilosophy, Cilt:45, No.1, ss. 1-19.
von Werlhof, C. (2008) “Kadın Emeği: Ekonomi Politiğin Eleştirisindeki Kör Nokta”, Son Sömürge: Kadınlar içinde. Editörler: Maria Mies, Veronika Bennholdt-Thomsen Veronika, Claudia von Welhof, Claudia. Çev: Yıldız Temurtürkan, İletişim Yayınları, İstanbul.