Birey 21. Yüzyılda Neyi Nasıl ve Ne Kadar Bilebilir?
21. yüzyılın ilk çeyreği bitmek üzereyken felsefenin hem metafizikte ve epistemolojide, hem de etikte ve politikada cevap araması gereken en önemli soru, bireyin bu yeni dönemde neyi nasıl ve ne kadar bilebileceğine dair sorudur. Hangi toplumsal deneyim, hesap, ekonomi ve etkileşimlerin bireyi toplumsal doğrulama ve bilgilenmeden alıp bu aşamaya getirdiği başka bir mesele olsun; bugün birey ileri seviyedeki bir karmaşa ve bilinmezlik içerisindedir. Teknoloji Soğuk Savaşı döneminde Amerikan kültüründe tek başına kalan birey kolektif bir işbirliği sistemini öneriyor görünen Çin kültüründe de tek başınadır. Ne demek istiyorum?
Günümüzde kendi gereksinimlerini gidermek ve elindeki imkânları ve fırsatları değerlendirirken zorunlu olarak bencil davranmak durumunda kalan insan bireyleri; bu esnada yaşadıkları deneyimlerin kendilerinde biriktirdiği izlenimler ve kanaatler dışında herhangi bir bilgilenme olanağına sahip değillerdir. Çünkü toplumsal doğrulama ve sağduyuya başvurma için gereken asgari sosyallik hem aileler içinde, hem mahalleler ve şehirler içinde, hem bölgeler ve ülkeler içinde, hem de uluslararası seviyede eksiktir. Sosyallik, bireylerin kendi arzu, niyet, irade, tasarım ve girişimleriyle gerçekleşmemekte ve söz konusu bütün süreçleri serbest piyasa sistemi ve tüketim kültürünün var ettiği etkenler yönetmektedir. Bu esnada 1989 ile 2016 yılları arasında alternatifsiz görünen popüler Amerikan kültürü yaşamın kendisiyle özdeşleşip de insanın başka herhangi bir tarzda da varolabileceği hayal bile edilemezken Çin’in bireyciliğe yaslanarak üretmeye çalıştığı alternatif model de yine bireyin etkin olmadığı ve dışarıdan zoraki yönetildiği bir kültürel seçeneği var etmektedir. Bireyin sahicilikle isteğe bağlı gelişen bir sosyalliğe ve sağduyuya, bir de doğrulama mantığına ihtiyacı vardır. Herhangi bir gereksinim, deneyim, ilgi ve yönelim ancak bir sosyal karşılıklılık, sağduyu, oturmuş geçerli ve tutarlı ilkelere ve kurallara başvururarak anlamlandırma (nedensellik) ve teşekkül etmiş felsefi ve bilimsel bir mantık ile bilgiye dönüşebilir. Örneğin İbn Sînâ’nın Tanrı’nın varlığına dair kanıtlaması veya Isaac Newton’ın eylemsizlik prensibi ancak bu koşullarda doğru anlaşılabilir ve geliştirilebilir. Sosyallik ve sağduyu bütünüyle tüketim toplumunun keyfi inisiyatifinde olduğu gibi bireylerin bazı sosyal kurumlar içerisinde sığındıkları geçmiş tarihsel mantıklar veya karma gibi geçici mantıklar aslında herhangi bir geçerliliğe sahip değillerdir. Sözgelimi herhangi bir dinin mensubu veya herhangi bir din dışındaki kurumsal yapının mensubu önce tüketimin kurallarına uyarak asgari ekonomisini kendisi temin ettikten sonra ilgili yapılara dâhil olabilmekte ve ekonomisini kaybettiğinde ilgili yapıların mantıklarından da mahrum kalabilmektedir. Çünkü hayatta birey tek başınadır ve burada sosyallik, sağduyu ve doğrulama mantığı ve esas mantık bütünüyle keyfi ve değişken bir dünyada kaybolup gitmektedir. Birey de çok koşullandığı ve hırslandığı gereksinimleri yüzünden başına neler geldiğini ve bütünüyle bakıldığında dünyada ne olup bittiğini anlayamamaktadır. Bu yazının kendisi pek de ağır bir üslup ve argümanlaştırma ile yazılmadığı halde sahadan uzmanlar için bile anlaşılabilmesi kolay olmayan bir yazı olarak kalacaktır.
Psikolojinin ve eğitim bilimlerinin hiç ilgilenmediği ve ilgilenemeyeceği buradaki sorunun felsefe içerisindeki tartışılma içeriği ya ‘salt epistemoloji’ veya ‘metafizikle birlikte epistemoloji’ çerçevesinde gerçekleşmektedir. Sözgelimi Oxford Üniversitesi’nden filozof dostum Ugo Zilioli’nin geçen haftalarda Lizbon Üniversitesi Felsefe Bölümünde katıldığım semineri de mevcut şüpheci ve karamsar bilgi etkileşiminden çıkabilmesi için bireyin epistemolojinin yanı sıra antik Uzakdoğu düşüncelerinden hareketle bir metafiziğe dönüp dönemeyeceğine ilişkindi. Sevgili Ugo epistemolojiyi yani bilgilenmenin kendisini güvenilebilir bir bireysel deneyim zemininden kapsamlı ve iyimser bir metafiziğe yaslayarak yeniden toplumsal karşılıklılık, sağduyu ve doğrulama mantığının var edilebileceğini düşünüyordu. Tabii ki bütün Batı Avrupa üniversitelerinin felsefe bölümlerinde denk gelinebileceği gibi iki saat süren kıyasıya bir tartışma ve beyin fırtınası yaşandı. Ben ancak koşullara göre ve bireyin serüveni açısından bir göreceli toplumsallık, sağduyu ve mantığın mümkün olabileceğini ve iyimser olabilmek için de deneme yanılma yöntemiyle zamana yayılacak birçok sosyalleşmenin beklenmesi ve takip edilmesi gerekebileceğini ifade ederek tartışmaya katıldım. Benim söylediklerim de aslında bilgilenmek bakımından bireyin çaresiz kaldığını, ama bir çare için de dikkatli ve titiz deneme yanılmaların mümkün olabileceğini; bununla birlikte yanlış deneyimlerin ancak yanlışa ilişkin bireysel bilgiler verdiklerini ve doğrunun ve doğru toplumsal bilginin çok başka bir şey olduğunu ifade ediyordu. Tartışmalarımız yeni sorular üretti ve akşam yemeğine geçelim dedik.
Peki, günümüzde birey neyi ne kadar ve nasıl bilebilir? Öncelikle bireysel olanın aslında bilgi olmadığını, inanç olarak kalacağını, gerekçelendirme ancak toplum ve topluma bağlı bir mantıkla mümkün olabileceği için bilginin neredeyse bilinemeyecek bir ideal olduğunu; bu yönüyle yeniden sanı (doxa) ile bilgi (episteme) arasında insanların bölündüklerini saptamakta yarar vardır. Toplumsal iletişim, işbölümü, dayanışma ve huzur en az iki kuşak veya üç kuşağın yaşayabileceği kadar uzunca bir süre kurallı ve tutarlı seviyelerde gerçekleştiğinde toplumsal bilgi (episteme), sağduyu ve mantık mümkün olabilir. Bruno Latour’un aktör-ağ teorisi de bireyin bilgilenmesi ile doğa, matematik, teknoloji, ekonomi, din ve bilim gibi kurumlar arasındaki etkileşimde aslında bunu söylemek istemektedir. Örneğin bireysel olarak Tanrı’nın varlığını kabul etmek de O’nun varlığını reddetmek de hiçbir şekilde bilginin ve bilimin konusu ve sorunu değildir. Şimdi birey, sadece gereksinimlerini, maruz kaldığı veya seçerek yaşadığı deneyimlerin izin verdiği genellemeleri ve yönelimlerini (artık sadece tutku ve anlık değişebilen reflekslerini) bilebilmektedir. Çünkü herhangi bir kavramın içerdiği deneyimsel anlamlar veya herhangi bir teori ya da dinin getirdiği öğretide içerilen deneyimsel anlamlar her bir kişinin kendi deneyimlerinde ve yönelimlerinde başka bir anlama gelebilmektedir. Bu arada söz konusu farklılaşmış anlamlar arasında aslında bir ortak bağlayıcı etken veya anlamsal ilişkisellik de bulunmamaktadır. Tüketim ortamı burada ortaklığın, bağlayıcılığın ve genelgeçerliliğin yegâne kaynağı konumundadır. Her birey sadece gereksiniyor olduğunu bilmektedir. Bu gereksinmenin gerçek ve yararlı olup olmadığı, bunun giderilip giderilemeyeceği, meşru olup olmadığı ve ahlaki olup olmadığı piyasanın gereksinimlerince ve tek taraflı olarak belirlenmektedir.
Bu çoklu ve birey açısından sadece görev ve sorumlulukların olduğu ilişki biçiminde insanlar birbirlerine zarar vermenin bir ahlak ve etik olduğunu bile düşünebilirler. Nitekim son yıllardaki kapitalizm eleştirisi sinema filmleri ve dizi filmler de insanların birbirleriyle ilgili bilgisinin zarar vermek gereği üzerine kurulu olduğunu işliyorlar. Çünkü sadece gereksindiğini -ki bu rekabet oluyor- bilebilen ve ödülü ve cezayı gelişigüzel alabilen birey bencilliğinde bile tutarsızlaşıyor. Sözgelimi insanlar kendi toplumsal rollerine ve üretim alanlarına karar veremediklerinde hazlar artan bir cazibe konusu haline evrilirken günümüzde kendine bireysel bir özerklik talebinde bulunan sahici bir bireyin engellenmesinden dolayı hazlara yönelebildiği tüketici özneler tarafından anlaşılamamakta ve her özne bir diğerini hazzında kıskanarak eleştirmeye yönelmektedir. Çinli özneler üzerine 1990’lı yıllarda sözgelimi Shaobo Xie tarafından yapılmış araştırmalar bunu saptamaktadırlar. Burada kıskançlık bilmenin maalesef akli ve sağduyusal temeli işlevini üstlenebilmektedir. Burada akıl ile ahlak arasındaki ilişkileri, psikolojik sağlık ile doğru davranışlar arasındaki karşılıklı etkileri tartışmak boşunadır. Aristotelesçi, Fârâbîci veya Kantçı etikle öznenin tüm sorunlarını çözmeyi uman araştırmacıların göz ardı ettikleri kapsamlı gerçeklik de burasıdır. Artık pragmatizm, postmodernizm, liberalizm ve Çin’in sosyal denetimli yeni liberalizmi bu meselenin suçluları değildir. Maalesef birey her konuda tek başınadır.
Günümüzde uluslararası seviyede gerçek dezavantajlı bireylerin; sağlıklı, hâlâ sağduyulu, zihnindeki samimi toplumsal ilkelere göre tutarlı davranabilen ve bir mantığa bağlı kalarak yorum yapan bireyler oldukları iddia edilebilir. Aslında bunu daha âkil insanların nasıl bilebildikleri, neyi ne kadar bilebildikleri sorunu da diğer bireylerden farklı gelişmemektedir. Çünkü kendilerini gerekçelendirebilecekleri ortak bir iletişimden yoksun oldukları gibi bunu mümkün kılabilecek bir ekonomiden de mahrumdurlar. Buradaki ifademden kastettiğim, 1950’den önceki dünya koşullarında geçerli olan ve toplumlarla karşılıklı ve seviyeli bir ilişkiyi daima içeren bilimsel toplum deneyimleridir. Esas itibariyle birçok gelişmekte olan dünya toplumu bu tür insanları koruma altına almayı denemektedir. Bu insanlar gelecekte genelgeçer veya bölgesellikte geçerli bir epistemolojinin teminatı olabilirler. Yine de bu insanlar dahî gereksindiklerinden ve deneyimlerinden apayrı bir bilgiye metafiziksel seviyede erişebilen insanlar olamazlar. Çünkü toplumsal deneyim olmaksızın gerçekten bilgi olamaz.
Bilgi her zaman ve yerde mümkündür. Fakat burada söz konusu olan bunun nasıl ve ne kadar süre ve kapsamda mümkün olabileceğidir. Günümüzde birey sadece gereksindiklerini ve deneyimleyebildiği kadarıyla bilebilmektedir. Michel Foucault’nun iddiasına göre; hakikate dair bilgi bu bilgiden oldukça ayrı bir bilgidir ve hakikat bilgisinin koşulları pek de genelgeçer değildir.