HATTI EĞİTİM YOKTUR SATHI EĞİTİM VARDIR; O SATIH BÜTÜN VATANDIR
1921 yılı Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu yolunda önemli gelişmelerin yaşandığı bir döneme denk gelir. 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Anadolu’ya çıkmasıyla başlatılan Ulusal Kurtuluş Savaşı, 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla hız kazanmıştır. 1921 yılında Ankara’da toplanan TBMM’nin yetkileri daha da genişletilmiş ve bağımsızlık mücadelesi bu meclisin çatısı altında daha kararlı bir şekilde planlanmaya ve yürütülmeye başlanmıştır.
1921 yılının önemi Türk ulusal Kurtuluş Savaşının devam ettirilmesiyle somutlaşmıştır. Türk milleti, işgalci güçlere karşı mücadelesini sürdürmüş ve bu dönemde Sakarya Meydan Muharebesi gibi önemli zaferler kazanılmıştır.
Büyük önder Mustafa Kemal, 1921 yılında meclisin açılış konuşmasında Türkiye’nin kurtuluşunun vizyon cümlesini haykırmıştır: "Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır". Bu haykırış, Türk ulusunun bağımsızlığını ve vatan topraklarını savunmada kararlı olduğumuzun bir ilanıdır.
Bu yıllarda boşkomutan sıfatını taşıyan Mustafa Kemal Atatürk, aynı bütüncül vizyonu Cumhuriyet kurulduktan sonra “başöğretmen” sıfatıyla da devam ettirmiştir. Savunmanın tüm vatana yayılması gerektiğini ifade eden başkomutan Mustafa Kemal, başöğretmen sıfatıyla da kalkınmanın da tüm vatana yayılması gerektiğine inanmaktaydı. Bu vizyonun hayata geçirilmesi 1 Ocak 1929 tarihinde millet mekteplerinin açılması ile başlatılmıştır. Millet Mektepleri Türkiye Cumhuriyeti'nin pek çok bölgesinde, yaklaşık üç ay gibi kısa bir zaman içinde teşkilatlanmasını tamamlayarak eğitim öğretim faaliyetlerine başlamıştır. Bu mektepler, okuma-yazma oranı çok düşük olan Türk halkına Latin harflerini öğreteri, laik eğitim anlayışıyla yönetilen, dinî eğitimi kaldırarak modern ve bilimsel eğitime geçişi desteklemek amacıyla kurulmuştu. Millet mektepleri, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün eğitim reformlarından biriydi ve en önemlisiydi. Eğitimin her alanda geliştirilmesini hedefleyen Cumhuriyet yönetimi her alanda ve her düzeyde eğitim kurumlarını oluşturarak, cehalet ile tüm ülke sathında mücadele etmeye başlamıştır.
Mustafa Kemal’in başlattığı bu kalkınma ve aydınlanma süreci kendisinden sonra da Atatürk’ün vizyonunu ve ilkelerini paylaşmış yönetici kadrolar tarafından devam ettirilmişir.
Avrupa İkinci Dünya Savaşı’nı yaşarken, “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesini benimsemiş ve savaşların yıkıcılığını defalarca tecrübe etmiş olan genç cumhuriyet bu anlamsız savaşa her türlü iç ve dış baskılara direnerek katılmamış ve Atatürk’ün başlattığı aydınlanma hareketi devam ettirilmiştir. Avrupa savaşırken, Ankara kültürel açıdan bir aydınlanma sürecine girmiştir.
Ülkenin başarılı aydınları, sanatçıları, yazarları Atatürk’ün vasiyetini yerine getirmeye çalışıyor, ülkeyi çağdaş uygarlıklar seviyesine ulaştırmak için canla başla çalışıyorlardı.
1939 yılının ilk aylarında Milli Eğitim Bakanlığı’na getirilen Hasan Ali Yücel ülkenin kültürel yaşamına çok önemli katkılara bulunmuştur. Celal Bayar’ın başbakanlığı sırasında Yücel büyük bir eğitim reformunu başlatmış ve Ankara Üniversitesi’nde Fen Fakültesini ve Tıp Fakültesini kurmuş İstanbuldaki Yüksek Mühendis Okulu’nu İstanbul Teknik Üniversitesi’ne dönüştürmüştür.
Hasan Ali Yücel’in en büyük eğitim hamlesi, gerici çevrelerin ve toprak ağalarının hiç mi hiç benimsemediği Köy Enstitüleri’ni açmak olmuştur. Yücel, İsmail Hakkı Tonguç ile birlikte Atatürk’ün başlattığı aydınlanma sürecinin sadece büyük kentlerde değil, kırsal alanda da gerçekleştirilebilmesi için büyük çabalar sarf etmiştir. Yücel adeta Mustafa Kemal’in “hattı müdafa yoktur sathı müdafa vardır; o satıh bütün vatandır” vecizesini “hattı eğitim yoktur, sathı eğitim vardır; o satıh bütün vatandır” solaganı haline dönüştürmüştür.
Bu vizyonun bir parçası olarak Devlet Konservatuarı’nın kurulmasına da ön ayak olan Yücel dünya dillerinden çevirttiği ünlü yazarların kitaplarıyla Türkiye’nin henüz yeni gelişen bir fidana benzetilen edebiyat ağacıın kökleşmesine ve güçlenmesine katkıda bulunmuştur.
Cumhuriyet rejiminin mimarlarının tam anlamıyla bir sistem düşüncesine sahip önderler oldukları görülmektedir. Sistem düşüncesi, bir bütüne etki eden tüm parçaların görülmesini ve bütünün başarılı olabilmesinin parçaların herbirinin başarılı olmasıyla olanaklı olacağını ileri sürmektedir. Başka bir deyişle, bir sonucun etkili olabilmesinin o sonuce etki eden tüm ögelerin etkili olmasıyla olanaklıdır. Sistemi oluşturan parçaların bir ya da birkaçının geliştirilmesiyle, sistemin geliştirilmesi olanaklı değildir. Bu nedenle Mustafa Kemal Atatürk, kaltınmanın tüm boyularıyla ele alınmasını gerekli görmüştür.
Sistem düşüncesinin en temel idireklerinden birisi de “hiçbir parça bütünden daha önemli değildir” ilkesider. Sistemin her bir parçası bütüne yaptığı katkılar nedeniyle kendi başına önemlidir. Ancak hiçbirisi, bütünden ayrı düşünülemez. Tıpkı insan organizmasının alt sistemleri gibi. Her alt sistem kendi sınırları içerisinde önemli olmakla birlikte, anlamlı olabilmesi, bütüne yaptıkları katkı ile değerlendirilir. Lajos Egri’nin “Piyes Yazma Sanatı” isimli kitabında aktarılan aşağıdaki yaşanmış öykü, bu görüşü güçlü bir biçimde desteklemektedir:
Ünlü Fransız heykeltraş Rodin, Honore de Balzac’ın heykelini yeni tamamlamıştı. Balzac’ın üzerinde genleri geniş bir giysi vardı. Elleri önünde kavuşmuş durumdaydı.
Rodin, yorgunluktan bitkin, fakat zafer kazanmış haliyle birkaç adım geri çekildi, yapıtını hoşnutlukla gözden geçirdi. Karşısında duran bir baş yapıttı.
Her sanatçı gibi o da mutluluğunu birileriyle paylaşmak gereksinmesi içindeydi. Sabahın dördü olmasına karşın, heyecanla koşup öğrencilerinden birini uyandırdı.
Büyük sanatçı, gittikçe artan heyecanıyla, önden koşup, genç adamın, heykeli görür görmez göstereceği tepkiyi kaçırmamak çabası içindeydi.
Öğrencinin gözleri heykeli şöyle bir süzdükten sonra, bakışları yavaş yavaş eller üzerinde odaklandı.
Öğrenci, bir süre sonra, kendini tutamayarak, “Olağanüstü!” diye haykırdı. “Ne eller!... Üstadım, böylesine şaşılası elleri yaşamımda ilk kez görüyorum!”.
Rodin’in yüzü karardı. Bir an sonra atölyeden fırladı ve çok geçmeden beraberinde başka bir öğrenci ile çıkageldi.
Bu öğrencinin tepkisi de ötekinin tepkisinden farklı değildi. Rodin, delikanlının tepkisini merakla izlerken onun bakışları da heykelin elleri üzerine kaydı ve orada takılıp kaldı.
Nihayet öğrenci, saygı ile “Üstad” dedi, “ellerin böylesini ancak Tanrı yaratabilir. Yaşıyor bu eller!”
Bu ikinci öğrenciden, başka bir izlenim işitmek isteyen Rodin, isteğine erişemeyince bu kez daha da büyük bir öfke ile atölyeden fırlar; az sonra, gözleri faltaşı gibi açılmış bir halde üçüncü bir öğrenci ile döner gelir.
O da ötekiler gibi aynı hayranlık ve saygı tonuyla, “Eller! Eller!” diye haykırır. “Üstadım, şimdiye deki hiçbir şey yapmamış olsaydınız bile, bu eller sizi ölümsüz kılmaya yeterdi!” diye ilave eder.
Bu sözler üzerine Rodin’in içinde bir fırtına kopar, korkunç bir çığlıkla koşarak atölyenin köşesindeki baltayı kaptığı gibi heykele saldırır.
Dehşet içinde kalan öğrenciler heykeli parçalamasına engel olmak için üstadın üzerine atılırlarsa da, o, öfkeden deliye dönmüş bir insanın insanüstü gücüyle her birini bir yana savurur. Sonra, koşar heykelin yanına, bir vuruşta o olağanüstü elleri paramparça eder.
Sonra, şaşkınlıktan taş kesilmiş öğrencilerine dönerek belermiş gözleriyle şöyle haykırır:
“Aptallar! Ben bu elleri, kendi başlarına yaşamaya kalktıkları için parçaladım. Bu hallleriyle bütünün yapısına uygun düşmüyorlardı. Şunu hiç aklınızdan çıkarmayın: hiçbir parça, bütünden daha önemli değildir!”
Paris’te bulunan Balzac heykelinin niçin elsiz olduğu işte bu olguda yatmaktadır.
Bu öykü, Atatürk’ün toplumsal kalkınmada eğitimi ne kadar önemli olduğunu, ancak eğitimin sadece büyük kentlerde değil, Anadolu’nun tüm hücrelerinde geliştirilmesi gerektiği doğrultusundaki görüşünü destekleyen önemli bir öyküdür. Büyük önderin görüşlerinden sentezlenen “hattı eğitim yoktur, sathı eğitim vardır. Bu satıh bütün vatandır” bir kez daha doğruluğunu ortaya koymuştur.