Prof. Dr. Ogün Ürek ile Varoluşçuluk Üzerine: Jean Paul Sartre

Felsefe-Mantık - Prof. Dr. Ogün Ürek&Hamit Ölçer

Prof Dr. Ogün Ürek ile

Varoluşçuluk Üzerine: Jean Paul Sartre

Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

1973’te Sivas’ın İmranlı ilçesinde doğdum. Uludağ Üniversitesi Felsefe Bölümü Lisans bölümünden mezun oldum. Yüksek Lisans ve Doktora programını Hacettepe Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı’nda tamamladım. 2018’den beri profesör unvanıyla Uludağ Üniversitesi Felsefe Anabilim Dalı Başkanlığı görevini yürütmekteyim.

Soru: Ana hatlarıyla ele alındığında Jean Paul Sartre’ın varoluşçuluğu hakkında bize kısaca bir bilgi verir misiniz?

Cevap: İki dünya savaşını geride bırakan Avrupa’nın bir anlamda ayakta durma ve eski ezberlerine geri dönme çabasının felsefedeki bir yansıması olan Sartre’ın varoluşçuluk görüşü, başta 20.yüzyıl Avrupa’sını sonra da dünyanın diğer bölgelerini (özellikle Latin Amerika’yı) etkilemiş olan en önemli düşünce akımlarından biridir. Sartre varoluşçuluğunun felsefi kökenleri Sartre’ın bizzat kendisinin de “Marksizm ve Varoluşçuluk” başlıklı yazısında dile getirdiği gibi Marx’ın felsefesine dayanır. Ona göre Marx’ın felsefesinin kendisine bakarak düşünce ürettiği pratik yaşam koşulları günümüzde halen varlığını korumaktadır. Bu nedenle yeni bir felsefe olacaksa Marksizm denen bu verimli toprak üzerinde ancak yeşerebilir. Böyle olmakla birlikte, Marx’ın felsefesi insanı üretim ilişkilerinde, çalışma hayatında anlamaya çalışırken varoluşçuluk onu her yerde evde, iş yerinde ve sokakta arar.

Marx’ın felsefesini doğuran pratik koşullardan hareketle yeşermeye çalışan Sartre varoluşçuluğunu ortaya koyan iki temel özellik bulunmaktadır: İnsancılık ve Tanrı tanımazlık. İşte, Sartre’ın varoluşçuluğunu yeni kılan da tam bu iki temel özelliğin nasıl olup da yan yana durabildiğidir.

Sartre varoluşçuluğunun ana özelliği insancıl olmaktır. Çünkü Sartre’a göre varoluşçuluk varoluş kavramını, öncelikle insan varoluşunu öncelediği için insan merkezli bir düşünce sistematiğidir. Sartre’ın burada söylediğini iyi anmak için de “varoluş” ile “öz” arasındaki felsefe tarihi boyunca gelişen süreci göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Felsefe tarihine bu iki kavramın birlikteliği açısından baktığımızda yaygın düşüncenin insanın özünün varoluşundan önce geldiği düşüncesidir. Bu düşüncenin en ünlü filozofu ise Descartes’tır. Descartes’a göre tanrı insanı yaratmadan önce insan zihnine yetkin varlık düşüncesi olarak tanrı fikrini yerleştirmiş sonra da onu var etmiştir. Yani insanın ne olabileceği ya da ne olması gerektiği tanrı tarafından önceden belirlenmiştir. Ortaçağ Hıristiyan felsefesi filozoflarının tamamı bu düşünceyi, insanın önceden belirlenmiş bir varlık olduğu düşüncesini benimsediğini de bu noktada vurgulamak gerekir. Bu kavram ikiliği açısından felsefe tarihinde adı anılması gereken diğer bir filozof ise Spinoza’dır. Spinoza ise varoluş ile öz kavramlarının birlikteliğinde özellikle herhangi bir kavramı öncelememeye dikkat eder. Ona göre evrenin bizzat kendisi olan tanrı özü varoluşunu kuşatan bir varlık görünümündedir. Dolayısıyla da insan da özü varoluşunu kuşatan bir varlıktır.

İşte bu açıdan tekrar Sartre varoluşçuluğunun ana önermesi olan “varoluş özden önce gelir” düşüncesine baktığımızda, Sartre’a göre insan belirlenmiş bir varlık değildir, önce var olur sonra ne olacağına kendi karar verir. Bu açıdan insan tamamen özgürdür. Hatta daha sonra üzerinde derinlemesine duracağımız bir söylemle insanın özgür olmaktan başka bir şansı yoktur, insan özgürlüğe neredeyse mahkûmdur.

Sartre’ın varoluşçuluğunun diğer bir yanı yine kendisinin de dile getirdiği gibi tanrı tanımaz bir varoluşçuluk olmasıdır. Ancak bu noktada Sartre’ın tanrı tanımazlığını iyi anlamak gerekir. Bu iyi anlaşılmadığında nasıl olup da tanrı tanımaz bir anlayışın insancıl olduğu anlaşılamaz. Sartre “Varoluşculuk Bir İnsancılıktır” başlıklı konuşma metninde bir yerde “tanrı var olduğunda insan yaptığı hiçbir şeyden sorumlu tutulamayacağını çünkü insanın özgür olamayacağını” söylerken, bir başka yerde “tanrı olmazsa ahlak olmaz insanın tanrıya ihtiyacı vardır” der. Aynı konuşmanın sonuç bölümünde ise “tanrı ister var olsun ister olmasın benim burada söylediklerimi değiştirmeyecektir” der. O zaman Sartre’ın tanrı tanımazlığını nasıl anlamak gerekir. Bunu görmenin yolu onun ana metni olan “Varlık ve Hiçlik”teki “hiçlik” kavramına bakmaktan geçer. Ona göre varlık öncesi bir hiçlik yoktur, hiçlik varlığın bağrından çıkan ancak varlıkla ilişkisinde anlaşılabilecek bir olgudur. Varlık öncesi bir hiçliğin olmamasını da Sartre insanın “bilinç” varlığı olmasına bağlar. Bilinç ona göre hiçliği varlığa getiren araçtır.

Peki o zaman Sartre hiçliğe dair bunları söylerken aslında bizlere ne söylemeye çalışmaktadır? Benim görüşüme göre Sartre, bunu yapmakla belli bir tanrı anlayışının, varlıkları hiçlikten yaratan bir tanrı anlayışının temelsizliğini göstermek, böylesi bir tanrının olmadığını kendisinden önceki filozoflardan farklı olarak doğrudan bu tanrının yokluğunu kanıtlama yoluna gitmeden, dolaylı olarak varlık öncesi hiçliğin olmadığını, hiçliğin varlıktan geldiğini göstererek aslında sözünü ettiğimiz tanrı anlayışındaki tanrının yaratma eylemini hiçliği ortadan kaldırarak tanrının elinden alır. Böyle olunca da Tanrı olsa bile bu tipten bir yaratma eyleminden yoksun olacağından, ister var olsun ister olmasın bir anlam taşımayacaktır.

Sonuç olarak Sartre’da varoluşçu insan anlayışının insancıl bir yapı taşıması belli bir tanrı anlayışının insan üzerindeki etkisine bağlı olduğu açıkça görülür. Böylece bana göre, Sartre’da İnsancılığın varlığı, varlık öncesi bir hiçliğin yokluğuna, yani tanrının yaratıcı bir varlık olduğunun reddine bağlı gibi görülmektedir.

Soru: Sartre, varoluşçuluk ile insancılık arasında çok yakın bir bağ kurmaktadır. Bu konuyu açıklığa kavuşturabilir misiniz?

Cevap: Sartre’ın insancıl varoluşçuluğu, bu insancıl olma özelliği nedeniyle Sartre tarafından hemen hemen her platformda Varoluşçu insan anlayışı olarak nitelendirilir. Bu nedenle Sartre’ın varoluşçu yaklaşımının her şeyden önce bir insan görüşü olduğu, bu yanıyla da Sartre’ın insan felsefesi yaptığını söyleyebiliriz. Sartre’ın varoluşçu insan anlayışının bu bağlamda en özgün yanı insanı bir etik değerler toplamı olarak görmesidir. Sartre’a göre insan yapı özelliği nedeniyle etik değerlere sahip bir varlıktır. İnsanın etik değerleri yapı olarak taşıdığı yönlü bir yaklaşımın da savladığı şeyin şu olduğunu unutmamak gerekmektedir: İnsan, sahip olduğu varlıksal özelliğiyle insanca yaşamanın koşullarına yapı olarak sahip bir varlıktır. Bu da Sartre tarafından insanın bir yönüyle toplumsal bir varlık olduğu yönlü yaklaşıma getirilmiş önemli bir vurgu olsa gerek.

Sartre’ın varoluşçu insan anlayışında insanın en temelde sahip olduğu etik değer özgürlüktür. Öyle ki Sartre’a göre insan istese de istemese de kendini özgür bir varlık olmaktan kurtaramaz. İnsan özgürlüktür. O zaman özgür olmak ne demektir? Özgür olmak Sartre’da seçim yapabiliyor olmak anlamına gelir. İnsan belirlenmemiş özgür bir varlık olarak özgür olmaktan başka kaderi olmayan bir varlık, yaptığı her seçiminde en temelde kendini seçen bir varlıktır. O, ne olmayı istiyorsa o olmayı gerçekleştirebilecek bir varlıktır. Dolayısıyla da ne olmuşsa da o istediği için, buna o olanak verdiği için olmuştur. Bir anlamda ne yapmışsa kendine yapmıştır. Bu nedenle de insan her yaptığı eyleminden sorumludur.

Sorumluluk Sartre’ın varoluşçu insan anlayışının ikinci temel etik değeridir. Sartre’a göre insan her yaptığı eylemden tepeden tırnağa kadar sorumludur. Çünkü insan özgürlük olduğundan, mutlak bir özgürlüğe sahip olduğundan, yaptığı eylemi başka türlü de yapma seçeneği varken öyle değil de böyle yaptığı için her ediminden sorumludur. Ancak bu noktada dikkat edilmesi gereken nokta, Sartre’da insanın her seçiminde kendini seçtiğini, hem de her yaptığı eyleminde kendine karşı sorumlu olduğunu söylerken, Sartre’ın insanın bencil, özneyi temele alan bir varlık olduğu yönlü bir düşünceye sahip olduğu yanılgısına da düşmemek gerekir. Az önce de dile getirdiğimiz gibi Sartre insanı toplumsal bir varlık olarak görür. İnsan toplumsal bir varlıktır, çünkü insan kendini seçerken başkalarını da seçer, kendine karşı sorumlu olmak başkalarına karşı sorumlu olmayı da kendinde barındırır. Öyle ki verdiği bir örnekte Sartre aynen şunu dile getirir: Çoğu insan evlenme kararı almanın kişinin kendi özgür iradesiyle yapmış olduğu öznel bir seçim olarak anlama eğilimindedir. Oysaki örneğin Sartre gibi bir filozof evlenme kararı almış kendine dair böyle bir yaşam tarzı seçimi yapmışsa, bu Sartre göre Sartre tarafından insanlara sizler de evlenin evlilik iyi bir şeydir anlamına geleceği için bu büyük bir sorumluluktur. Bu nedenle de insan her eyleminde sorumluluğunun bilinciyle eylemde bulunmalı seçimini bütün insanlık için yaptığını unutmamalıdır.

İşte bu açıdan Sartre’ın Varoluşçu insan anlayışına baktığımızda, bu insan anlayışının en özgün savının, tür olarak insanın toplumsal bir varlık olarak insanca bir arada yaşamaya en uygun varlık olduğu görülmektedir. Bunu sağlayan ise Sartre’daki iki temel etik değer olan özgürlük ve sorumluktur.

Soru: Sartre’ın söz konusu piyes türü yazılarının yer aldığı bir yapıtında (“Gizli Oturum” kitabı) “başkaları cehennemdir” sözünün geçtiğini görmekteyiz. Sartre bu sözle tam olarak bize ne ifade etmek istemiş olabilir?

Cevap: İnsanın en değerli mirası, tarihi boyunca edindiği düşünsel mirasıdır. Ama ne yazık ki özellikle de çağımızda bu düşünsel mirasımızı çok iyi değerlendirdiğimizi söylemek mümkün gözükmüyor. Hatta daha ziyade, kötü miras yediler gibi davranarak bu değerli hazineyi heba etmiş olduğumuz bile söylenebilir. Yaptığımız en büyük hata, çocuklarımıza verdiğimiz eğitimde düşünmenin nasıl bir etkinlik olduğunu, düşünsel konularda nasıl bir metodik yaklaşıma sahip olmamamız gerektiği konusunda yeterli bir beceri kazandıramamamızdır. Bu saptamanın ardında düşünme etkinliği ile ilgili şu belirlemeyi yapmak uygun olsa gerek: Düşünme bir süreçtir. Bu sürecin bir başı ve sonu yoktur. Kendini düşünsel bir etkinlik olarak dile getiren her etkinlik sürekliliğini koruyacak tarzda kendisine ilave edilebilecek bir katkıya olanak sağlamalıdır. Bu nedenle, herhangi bir düşünsel birikime yönelik değerlendirme yaparken yapılabilecek en büyük hata, o süreci bir andan ibaretmiş gibi görerek bütün düşünsel süreci bir ana indirgemektir. Örneklendirmek gerekirse, örneğin günümüzde Platon söz konusu olduğunda Platon’a ilişkin söylenenlerde Platon’un ideal bir devlet düzeni için filozofların yönetici olmasının şart olduğunu dile getirdiğini görüyoruz. Oysa Platon düşünme sürecinin bir aşamasında bunu “Devlet” diyaloğunda böyle dile getirmekle birlikte, yaşlılık diyaloglarından biri olan “Yasalar” da ideal bir devlet yönetimi için yasaların hâkim olması gerektiğini, adaletsizlik yapmadan tek kişinin, filozof olsa bile adaletli bir yönetim gösteremeyeceğini söyler.

Tam bu noktada Sartre’ın “başkaları cehennemdir” sözüne baktığımızda, tıpkı Platon örneğinde olduğu gibi Sartre’ın düşüncesinin bir aşamasında söylediği bir sözü sanki son tahlildeki düşüncesiymiş gibi ele almak, Sartre düşünsel aktarımını orada bitirmiş gibi algılamak, bu düşünsel birikime yapılabilecek en haksız yaklaşımdır. Evet, Sartre, felsefesinin belli bir aşamasında bu sözü kullanır ama ardından öyle şeyler söyler ki neredeyse bu söylediği sözün tam zıttı olarak algılanabilecek bir düşünsel saplamayla düşüncelerini “bitirir”. Daha açık kılalım!

Daha önce de söylediğimiz gibi Sartre felsefesini bir felsefi antropoloji denemesi olarak algılamak yerinde bir saptama olsa gerek. Çünkü Sartre, felsefesinin her yerinde insanı temel alan, insanın insanlaşma sürecindeki yolculuğunu bizlere anlatmaya çalışan bir filozof görünümündedir. Sartre’da bunun böyle olduğunu görmek için bakılması gerek metinlerinden biri de Sartre’ın pek bilinmeyen bir metni olan “Diyalektik Aklın Eleştirisi” başlıklı metnidir. Sartre bu metninde ayrıntılı olarak insanın insanlaşma süreci olarak gördüğü toplumsallaşma sürecinin tarihsel ve mantıksal gelişimini bizlere sunar. Ona göre bu süreç üç adımlı bir süreçtir. Diyalektik tamlaşma hareketi olarak nitelendirdiği bu insanlaşma süreci, “meydana getiren diyalektik”, “anti diyalektik” ve “meydana getirilmiş diyalektik” olarak adlandırılabilecek anlardan oluşur. Meydana getiren diyalektik aşaması insanın tarihselliğinde tek başına, “kendinde” varlık olduğu bir ana işaret eder. İnsan için sorunsuz olarak görülebilecek bu tarihsel aşama özgürlüğünün doruk noktası olarak mutluluğunun zirvesidir. Ama daha sonra insan nüfusu çoğaldıkça, insanlar topluluklar halinde kuralsız bir şekilde bir arada bulundukça sorunlar ortaya çıkmaya başlar ve bu durum onların mutsuzluğunun temeli olur. Bu anti diyalektik aşama, insanın her biri için düşmanca bir varlığa sahip olduğu “negatif terörün” doruk noktasına ulaştığı anı temsil eder. Bu aşama her tekin bir diğerine bakışının “başkası cehennemdir” sözünü haklı çıkaracak bir konumda bulunduğu, güvensizlik ve terörün doğurduğu şiddetin hâkim olduğu bir aşamadır. İnsanın insanlaşma sürecindeki son aşama, insanın bu güvensiz savaş ortamının sürdürülemez olduğunu anlaması ve kendi özgür seçimiyle bir sözleşme etrafında bir gruba, bir topluluğun üyesi olarak katılmasıyla olur. Bu, bir insanın “kendi başına varlık” olmasından “başkası için varlık” olmasına geçişi anlamına da gelir. Anti diyalektik anda başkasının cehennem olduğu sürecin ardından bu “son” süreçte topluluk içinde her birinin bir biriyken eşit olduğu bir kardeşlik hukuku ortaya çıkar. Bu grupta her bir tek bireyin varlığı grubun varlığı için önem kazanmaya başlar. Grup bireylerinden biri ola ki grubun sözleşmesine aykırı davrandığında, diğer grup bireylerinin o üyeye önceden kurallaştırılmış bir “pozitif terör” uygulaması (Sartre’ın burada sözünü ettiği şey günümüzdeki hukuktan başka bir şey değildir) diğer her bir birey için bir hak olur. Bu terör, hem grubun varlığı için önemli olduğu gibi, bu aykırı davranışı gerçekleştiren birey için de iyi olan bir terördür. Öyle ki bu terör, Sartre açısından “kardeşlerin” birbirine yönelik en büyük sevgi göstergesi olarak düşünülmelidir.

……………………

Prof Dr. Ogün Ürek, Uludağ Üniversitesi, Felsefe Anabilim Dalı Başkanı.

Hamit Ölçer, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü, Doktora Öğrencisi.