Karanlığın Sosyolojisi

Fikir Yazıları - Hamit Ölçer

Karanlığın Sosyolojisi

Bu yazıda karanlık sözcüğünü yalnızca bildiğimiz anlamda ışığın olmayışıyla ilgili olumsuz bir durumu değil, tam da alabildiğine fazla ışığın olduğu bir dünyayı betimlemek için de kullanıyorum. Hatta ikinci durumun daha karanlık olduğunu bile söyleyebilirim. İşin ilginç tarafı şu ki ışığa olan talep arttıkça fazla ışık gerçeği görmemizi sağlamıyor, aksine gözlerimize yöneltilmiş fazla ışık tam da gözlerimizi kamaştırmakla gerçeği görme şansımızı yitirmemize neden oluyor. Şu halde sansasyonel görkemli ışıkların alabildiğine yoğun bir biçimde gözlerimize yöneltildiği kör edici postmodern bir karanlık dünyada yaşadığımızı söyleyebiliriz. Jean Baudrillard'ın "hiper-gerçek" dediği şey de böyle bir dünyaydı. "Çünkü gerçek hipergerçekleştirilmiştir... Hipergerçek... gerçeğin... modelin gücü düzeyine yükseltilmesiyle yıkılmasıdır" (Baudrillard, 1991:58).

Ortaçağ için “karanlık dönem” denilirdi. Peki bu kadar ışığı keşfetmemize rağmen, neden hala hiçbir şeyin yolunda gitmediği hissi ağır basıyor? Oysa ne güzeldi. “Işık, biraz daha ışık” derken tüm iyimserliğiyle her şeyin olması gerektiği gibi yolunda gideceği bekleniyordu. Gelgelelim şimdinin bu dijital-sanal yönlendirilmiş süper toplumu bir yana geleceğin de pek iç açıcı olduğu söylenemez. Metallica’nın The Unforgiven II şarkısında geçtiği gibi, “günün siyahlığı ile gecenin karanlığı” (the black of day, dark of night) arasında bir dünyada yaşıyoruz.

Burada kâhin olmaya gerek yoktur. Zira bir şeyleri araştırma tutkusu hiçbir zaman bitmez. Her zaman araştırılacak, öğrenilecek bir şeyler vardır. Öte yandan, hepimizi “en içten dilekleriyle” değil, tam da bizi en derinden sarsacak bakış açısına, bizi iliklerimize kadar sarsacak o saf gerçeğe nasıl ulaşabileceğiz? Öyle görünüyor ki gerçekliğe dair tutkumuz hepten yitime uğramış görünüyor.

Mağazalar en süprüntü mallarını yoğun bir ışık efektiyle donatmış görünüyorlar. Ürünlerin ne kadar kaliteli olmadıklarını gizlemek için. Mağazaların neredeyse tüm duvar ve tavanları baştan aşağı yoğun ışık demetiyle süslenmiş. Bize “her şey yolunda bebeğim” diyorlar. Misafirperverin bizi içtenlikle karşıladığı kendi mütevazı evinde ağırlanmıyoruz artık. Süpermarketlerin, süper mağazaların, hiper mağazaların girişlerinde bizi karşılayanların yapay gülümsemeleriyle karşılaşıyoruz artık. Yoğun ışık ve yapay gülümseme birbirini tamamlıyor. Zoraki bir gülümsemenin geçici baştan çıkarıcılığıyla bir an için teselli buluyoruz. Dahası bizi karşılayan maket yüzler zaten çoktandır bu zoraki gülümsemenin bile yerini almış görünüyor. Her şey yolunda görünüyor.

Gençler kendi aralarında küçük karanlık dünyalarını inşa ediyorlar bir yandan. Dahası zaten her gün inşa edilmekte olan bu post-karanlık dünyanın içinde debelenip duruyorlar. Konuşmalar adeta dijital-sanal dünyadan taşınmış sözlerin, sözcüklerin etrafında dönüp dolaşıyor. Dedikodu etmek gibisi yoktur gerçi, bu bir yere kadar bence hayal gücünü besleyen gündelik bilim-kurgu gibi bir şey olsa gerektir, öte yandan özel hayatın bu denli hızlı ihlal edildiği başka bir döneme rastlayamazsınız muhtemelen. Böylece gerçeklik kendisi olmaktan çıkıp yalnızca üzerinde bolca konuşulan ıvır zıvıra dönüştürülmüştür. Kimin gerçekten ne hissettiğinden çok onun üzerinde ne kadar çok konuşulduğudur artık önemli olan.

Eskiden paylaşılan şeyler büyük ölçüde paylaşılan kişiler arasında kalırdı. Sessizlik ve sadakat bir erdemdi. Şimdi ise her şey anında yüzlerce, binlerce kişiyle paylaşılıyor neredeyse. Tutkulu aşk en başından itibaren yerini tamamen sıradanlaşmış, kendi öz değerlerinden arındırılmış anlamsız, nihilistik bir evrene taşınmış görünmektedir. Kalp atışlarının yerini emojiler, gerçek sevginin yerini yalnızca bolca sevgi üzerine kurulan türlü muhabbetler almıştır artık. Yaşanmıyor yalnızca yaşandığı farz edilerek yaşanıyor her şey. Eskiden birine “seni seviyorum” demenin olağanüstü heyecanlı ve gerilimli bir tarafı vardı. Kalbiniz daha hızlı çarpardı. Şimdi ise gençlerin son derece sakin olduğunu görürsünüz. Acı yok, sızı yok, her yerde aşk var ama neredeyse aşktan eser yok. Ve nargile… İşte bu iyi fikir. Acısız, sızısız bir dünya… Gerçeklik nargilenin dumanıyla uçup gidiyor. Püfff…

Önceleri bir kitabı okumak, bir yazarı okumak belirli bir idealin, gerçek bir seçimin ürünü olan bir etkinlikti. Şimdilerde ise sanal-yönlendirilmiş bir piyasanın kurallarınca belki de zerre kadar değeri olmayan kitapların ve yazarların elden ele dolaştığını görürsünüz. Gerçi piyasa her zaman önemli bir motivasyon olmuştur. Ancak dikkat çekici olan şey şu ki okuyucunun artık gerçekten keşfetme tutkusundan arınık bir okuma eğilimi içinde olduğudur. Örneğin bizi sarsan bir yazarı okumak bizim için başka biri olmak demekti. Ve o yazarın düşünce dünyasını, onun felsefesini, onun diğer eserlerini okur ve ilgili başka okumaları yapardık. En azından benim hatırladığım kadarıyla böyle bir jenerasyonumuz vardı. Şimdiki gençler ise bu tutkudan yoksun görünüyorlar sanki. Şimdiki okuyucular sadece yazarın ismini ve kitapla ilgili yüzeysel anlamda bilgiyle yetiniyor gibiler. Onların örneğin romanın kahramanlarıyla birlikte değişmek gibi, başka biri olmak gibi bir deneyime tutkun olduklarını söylemek çok güç. Değişen bir şey yok. Çünkü değişmesi gereken bir şey yok.

Sanal dünyanın algoritmaları bizi takibe alıyor ve Google hesabınızın açık olduğu herhangi bir sanal düzlem üzerinde algoritmalar neredeyse adım adım sizi takibe alıyor. Burada paranoyaya gerek yoktur. Bu tamamen dijital-sanal teknolojinin rutin, olağan hareket tarzı. Burada peki problem nedir? Örneğin algoritmalar sizin dinlemekten, izlemekten, satın almaktan hoşlandığınız, sevdiğiniz her şeyi kodlamakta, kaydetmekte, düzenlemekte, Mix’leyip önünüze sunmakta, her şeyinizi arşivleme olanağına sahip olabilmektedir. Üstelik bunu tam da sizin için yapıyor. Sanal mutluluğunuz için. Her şeyin yolunda gittiğini size anlatmak için. Şu anda her şey stabil görünüyor. Ancak açık olan şey şu ki algoritmaların tam da bizim en sevdiğimiz şeyin değeri ölçüsünde alternatif beğeni kalıpları geliştirdiği, ürettiği ve bize pazarladığıdır. Şu halde örneğin bir yönetmenin veya film yapımcısının anlaşmalı olduğu Netflix gibi film sitelerinde film içerikleri algoritmik olarak tasarlanıyor. Hala bunun dışında kendi özgün yapımlarından yola çıkan ustalar yok değil. Ancak günümüz dünyasında film üretimi büyük ölçüde böyle işliyor. Film yapımı eskiden olduğu gibi otantik anlamda bir sorunsalın etrafında şekillenmiyor. Daha ziyade her şey bir çeşit “nabza göre şerbet” cinsinden üretilmekte olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla örneğin bir filmi akademisyenler için sofistike kılmanın algoritmalarından tutun en alt-kültür tabakalarının eğilimlerini ifade eden içeriklerin algoritmalarına kadar beğenileriniz en öncelikle sanal-yönlendirilmiş bir tertibatın içinde şekillenmektedir.

Nietzsche’nin dediği gibi “mutluluğu biz keşfettik der son insanlar ve göz kırparlar”. Ve işte bu senin hikayen...

Yazan: Hamit Ölçer, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü, Doktora öğrencisi.

........

Kaynakça

Baudrillard, J. (1991). Sessiz Yığınların Gölgesinde Ya Da Toplumsalın Sonu (O. Adanır, Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.