TANRI KAVRAMI DİNLERE BIRAKILAMAZ
BİLİM TANRI KAVRAMI OLMADAN YAPILAMAZ
“Haber verenden haberin olmazsa,HABERDEN HABERİN nice olur”
Mevlânâ
Bugüne kadar yaşamış toplumların; doğayla ve kendi kendileri ile ilişkilerininkipsel olarak karşıtı, tözsel olarak eşlemi olan ve kendi yaşayışlarının düşünsel türevi olarak yaratmış oldukları tinsel dünyanın (bir başka deyişle, toplumsal kültürün, ikiye bölünmüş durumunu ?güya kaynaklarına göre-), günümüzün pozitif tininin içine sindirmesi endişelerin en büyüğünü üretmesi gerekirken, evrensel kültürün bu konudaki endişesizliğinin haklı endişesi, hiç de hakkı olduğu kadar duyumsanmamaktadır. Tinin bu bölünmüş kipi, kendi ilerleyiş yolunda zorunlu olarak uğradığı kaçınılmaz, uzun ve birbirine karşı duruşlarında donuk, durgun düşünsel dönem, tinin özgürlüğe ilerleyişinin önünü kapatmış ve bu büyük engel içten içe, gene tinin kendisinin yarattığı görece özgür gücünü de felç etmiş gibidir. Tinin özgür gücünün yeniden dirilmesi için bu katılaşmış bölünmenin öncelikle teorik olarak yerinden oynatılması ve giderek yenilmesi zamanı gelmemiş midir? Bu sorumluluğu, düşüncenin doğal gelişiminin doğal uğrağı olarak katı doğmaların üzerinde devinen pozitif dinler değil, düşüncenin kendini özgürleştirici yöntemi taşıyıcısı olarak, genel anlamı ile bilim yüklenmeli değil midir? En genelde bilim bunu nasıl başarabilir?
İnsanî ve toplumsal bilincin kendi kendini üretiminde, kendini uydurduğu sabite ne ise, ortaya çıkan ürün olarak toplumsal düşünce de ‘o’ dur. Sabiteler sabit sebeplerdir. Ortaya çıkan şey sebebin sonucudur. Yani ‘sebebin’son-ucu. Bu sabiteler, ölçütler ya da referanslar, binlerce yıldır iki saltık ad ve iki saltık kavram olarak dondurulmuşlardır. Bu iki saltık kavram, nesne olarak madde ve ruh,özne olarak Tanrı ve Logos; temaları itibari ile Din ve Felsefe, referanslara bağlanma kipi olarak ise; inanç ve bilimdir. Bu, birbirini dışlayan, ama pek çok düşünür tarafından birçok türden çelişkili bileşimleri için çaba sarf edilse de, reel kültür için bir’e indirgenemeyen iki’nin, süre giden ayrılığının üstesinden nasıl gelinebilir? Kuşkusuz bu konuda hem felsefe hem de teolojinin ciddi birikimleri vardır. Ve bu birikim üzerinde ciddi çalışmalar sorunun teorik çözümü için tek yoldur. Buna karşın üniversal entelektüel dünyada, nedeni ne olursa olsun, bu ikilemin aşılması konusunda yaygın bir çaba yok ki; insanlığın her türlü edimselliğinin içine işleyen bu ikilik, insanlığı ve insanı, biri ve ötekisi biçiminde, binlerce kez ikiye bölmüş olarak onun evrensel birliğinin en büyük engelleyicisi olarak egemenliğini sürdürmektedir. Bu anlamı ile bu kökensel ikilem, reel insanlık tininin en büyük yanlışı ve yanlışı olarak kötülüğü ve belasıdır. Öncelikle bu büyük belanın çözümsüzlüğünün nedeni ve engeli, iki’den yani, ikilemden başlanmasıdır. Oysa yapılması gereken bir’inden ötekine bakış değil, ikisine ‘bir’den bakış olmalıdır, ya dabir’den ikisine bakış.
Töz’ün tanrı ve logos olarak bölünmesinin aşılması yönündeki ilerleme, aydınlanma döneminin devasa başarısıdır. Descartes, özellikle Spinoza,Leibniz ve Hegel, tözün birliğine dayanan yöntemleri ile Tanrı kavramını salt dinin değil, aynı zamanda bilmenin de Tözü olduğu saltık gerçeğini yakalamışlardır. Böylece Tanrı kavramı bilimin zemini, olanağı ve sonucu olarakLOGOS olarakortaya konmuştur. Her ne kadar, Spinoza dışında kalanlar,en evrensel olarak buldukları Tanrı-logos kavramının Bir’liğini, Pozitif Hıristiyan dini ile ilişkilendirirkensaflığını bulandırmış olsalar da. Yazık ki, aydınlanmadan elde kalan bu buluntusaflaştırılmammış, tanrı-logos ya da logos-tanrı kavramı, aydınlanmanın karikatürçocuğu olarak doğan modernizm tarafından Tin’in henüz karanlık bölgesinin kıyısında kendi haline terk edilmiştir. Modernizm, bu en değerli olanı, ‘Varlığın birliğini’anlamayış ya da terk ediş nedeni ile de aydınlanmanın kabuğu, posası, görüngüsü, karikatürü olarak kalmış, pozitifleştikçe parçalanmış, parçalandıkça Bir’lik zemininden uzaklaşmış ve bütünsel gerçekliğin yerine öznel gerçeklikler yığınları ile paramparça olmuş bir Tin toplağı yaratmıştır. Yazık ki, evrensel Tinin atılım dönemlerini uzun süreli sönümler dönemi izlemektedir. O en yüksek tin, yaratıcılarının dışında kalanlar için yüzyıllara sığacak bir özümseme sürecini gerektirmekte olsa gerek.
Bugün genel olarak bilim, tanrı kavramından kendini uzaklaştırmış, kendini en evrensel olandan soyutlamış, tikeldeki evrensel ile yetinmiş, böylece din ile köken birliğini unutmuş gibidir, kendini tanrı kavramından soyutlamış bilim, kendi sınırlı-sonlu alanlarında gözünü kapatmış olarak derinleşmeye çalışırken, zeminiyle bağını kopartmış ve kendi köküne, tanrıya-logos’a yabancılaşmıştır. Her bilim dalı bir ağaç olarak güçlendikçe ormanın bir parçası olduğunun bilincinden de özgürlükten de aynı hızla uzaklaşmaktadır. Öte yan olarak Pozitif dinler ise ‘en evrensel’ ile bağını belirlenimli ve zamansal olana, özel ve öznel olana kısıtlayarak Tanrı kavramanın sonsuz ve saltık özüne ilerleyememektedir. Çünkü din de kendi zemini olan tanrı kavramı ile ilişkisini dondurmuştur, sanki tanrı tümüyle bilinmiş gibi.
DİN VE BİLİMİN ORTAK KÖKÜ OLARAK ‘BİLME İSTEMİ’
Bütün sorun tanrı kavramından ne anlaşıldığı ile ilgilidir. Tanrı kavramı öteki bütün kavramlar gibi nesnesi tam olarak kavradığı zaman, gerçekliğinin varlığını, ya da varlığının gerçekliğini anlatır. Yoksa herkesin bir tanrısı olur ki, gerçek nesneyi değil o nesnenin öznelleştirilmiş biçimlerinin çoklu kavramlarını anlatır. Oysa tanrı ile tekil bağ öznel olsa da tanrı öznel değil, nesnellerin nesnelliği olarak saltık nesnel olan ve nesnel kalandır.
Çeşitli Filozoflarca (bu konuda yolumuzun en büyük aydınlatıcısı Spinozadâhil) dinin, yani tanrı ile bu özel ve öznel ilişkinin kaynağının, korku ve umut olduğu öne sürülmüştür;“Gösterilmesi gereken bir şey daha kaldı. İnanç ya da teolojiyle felsefe arasında hiçbir bağ olmadığı gibi, hiçbir yakınlık da yoktur. Bu iki disiplinin hedefini ve temelini bilen hiç kimse, ikisinin arasında gerçekten uçurumlar olduğunu görmezden gelemez. Çünkü felsefenin tek hedefi gerçekliktir. Oysa inancın hedefi, ayrıntılı olarak gösterdiğimiz gibi, itaat[1] ve dine bağlılıktan başka bir şey değildir. Felsefenin temelleri ortak nosyonlardır ve o yalnızca tabiattan çıkarılmalıdır.[2] Tersine inancın temelleri tarihi anlatılar ve dildir. Ayrıca inanç yalnızca vahye ve kutsal kitaba dayanmalıdır. Demek ki, inanç her insana geniş bir felsefe yapma özgürlüğü tanır; öyle ki her insan, bu bir suç sayılmaksızın, her konuda istediğini düşünebilsin (Spinoza, Traktatus, Dost Yayınları,s.220).
Oysa korku ve umut buradaki yerleri ile kaynak-neden değil, etki-üründürler. Hem dinde hem de genel olarak bilim için Gerçek kaynak-neden, insanın gerçekliği bilme gereksinimi ve bu gereksinimden doğan, bilme istemidir. Gereksinim varlığın kendi olma koşuludur. Dinin ve genel olarak bilimin zemindeki ortaklığı bu gereksinim ve bilme isteminde başlar, her ikisi için doğum noktası ‘bilme istemidir’.
‘Bilme istemi’ insanın töz’sel ve özgün güdüsüdür, insanı, ‘insan olarak’ güden o’dur, tıpkı doğal dürtülerimizin hayvanî güdü olması ve düşünsel yanımızı değil ‘bedeni’ gütmesi gibi. Güdü, organ-el varlığın öz-sakınımı için varlıkta içkin yüklemdir. Varlık, güdüsün varlığıdır, güdü yüklemi olduğu varlığını güder. Bilmeyi isteme güdüsü varlığın sakınımına hizmet ettiği ölçüde güdü olarak kalır ve hayvanî güdü ile kurgul Us arasında orta terimdir ve insanın özgürlüğü için yetersiz bir ara-durumdur. Sadece onun varoluşuna hizmet eder ve onu güdülen bir varlık olmaktan tam olarak çıkarmaz. Onun, bu ölçüde işlevi, varlığın sakınımına hizmet olarak varlığın kendisi içindir. ‘Bilme güdüsü’ varlığın salt varlığının devamına hizmet ettiği ölçüde doğal güdüden bir adım ötesidir ve henüz bireyseldir, salt kendisi ile ilgilidir; olsa, olsa insanın konforunu arttırır, özgürlüğünü değil.
Tin, bilme isteminde, bu bilinç kipinde, ayrımları ve aynılıkları ilke alan anlağa, yani zekâya denk gelir. Kurgul us, ya da özgür tin anlağı yani zekâyı gütmediği ölçüde insan bu orta terimde kalır. Özgür, tanrısal- logos olarak us, anlağı gütmediği sürece insan, bir türözel güdü varlığı olmaya devam eder. Bu gün için insanlığın bilme isteminin düzeyi, onun varlığına hizmet eden isteme güdüsü olarak orta terim olan zekâ, anlak düzeyinde takılıdır. Buradan, ayrım ve aynılığı bireşimini ilke alan ve gereç yapan kurgulus’a daha çok yol vardır. Modern dünyanın üniversal tini ki, üniversitelerin bilinç kipi diyebiliriz, bu orta terimde ve kurgulus’a öteki dünya kadar uzaktadır (Çünkü bu bilinç kiplerinin her biri ötekine karşı öbür dünyadır).
Korku ve umut kavramları duygudurlar ve duygular doğrudan bilgiye bağlı varlık ve kavramdır. Bilme gerçeklik haline gelmez ise bizzat gerçekliğin yokluğundan ya da boşluğundan korkulur, çünkü bilinmeyene inanılmaz ve güvenilemez, ilişkide olunan nesneye güvensizlikle birlikte varlık tehlike içindedir, korku, varlığın tehlikede olma düşüncesinin duygusudur. Bilginin gerçekliğinin olası olumluluğundan ise umut doğar, umut varlığın güven özlemidir. Korku ve umudun doğuş yeri gerçeklik karşısında kuşku konumudur. Kuşku bilgi ve bilgisizliğin orta terimi olarak gerçek ve yanlışın her ikisinden doğan duyguyu, korku ve umudu kendinde taşır.
Bu nedenle dinin kaynağı insanın bilme istemidir, tıpkı biliminki gibi. İnsanın bilme istemi olmasa bir dini de olmazdı, bilimi de, öyleyse bir kez daha dinin ve bilimi kaynağı bilme istemi olarak görünür.
Gerçek bilgi kalıcı olanın bilgisidir. Çünkü geçici olan geçip gittiği için güvenilmez ve bu nedenle inanılmazdır. Kalıcı olan bilgi ile insan güvendedir, güven özgürlüğün koşuludur böylece insan bildiği nesne karşısında ve o ölçüde özgürdür. Gerçek bilgi, koşulsuz olanın bilgisi, özgürlüğün koşuludur. Din aracılığı ile insan, tanrıyı, o değişmez ebedi gerçekliği, koşulsuz olan olarak varsaydığına inanır ve inandığı ölçüde koşulsuz varsayar.
İKİ AD; TANRI VE LOGOS, TEK VARLIK VE TEK KAVRAM
Bunu çalışmada, bu ikilemin Bir’e yükseltgenmesinin tanıtlanmasını ve tanımlanmasını başarmaya çalışacağız. Bu iki kavramdan biri olan tanrı kavramının çıkarımı; ‘Tanımının tanıtlanması’ ya da ‘Tanıtlanmasının tanımlanması’ çeşitli filozoflar ve din bilginleri tarafından birkaç yoldan bazısı zayıf bazısı güçlü kanıtlamalar olarak yapılmıştır. Biz, kolay anlaşılması için pratik üstünlüğü de olan, bir yol tercih edeceğiz.
Tanrı, saltık yasalılık olarak sonsuz yetkin güç, sonsuz yetkin güç olarak saltık yasalılık ve bu iki yüklemin birliği olarak sonsuz – saltık, Özne’dir, saltık Özne saltık edimsel olandır.
Tanrının sonsuzluğu sonsuz belirlenimi içermesindendir, yoksa boş sonsuzluk olurdu, eğer bazı belirlenimleri kapsasa idi sonsuz olmazdı öyleyse tanrı, sonlu belirlenimlerin sonsuz taşıyıcısıdır.
Keza LOGOS kavramından da tamı tamına aynı içerik anlaşılır. Yapmamız gereken bu iki kavram için, onlardan anladığımız içeriği kanıtlamaktır. Bunu başarmaya çalışacağız
Sonsuz tanrı kavramı, soyutlanmış olarak boştur. Ondan başlanamaz,“Hiçlikten hiç doğar”(Parmanides), bir problemde istenen, verilen yolu ile bulunur. Bir şey verilmez ise, bir şey istenemez, istense de bulunamaz, çünkü hiçlikten bir şeye ve bir şeyden hiçliğe ilerlenemez. Tek başına varlık somut olarak yoktur, ondan ancak soyutlama olarak söz edebiliriz. Somutda var olan her şey bir başkası yoluyla vardır, yoksa somut değil soyut olurdu. Bu başkası ise onda içkin olmalıdır, çünkü olan bir şey bir başka şey yoluyla varsa, o şey, yoluyla olduğu şeyi içermelidir. İlerlemek için bir belirlenim ve içkin nedeni, hem onun varlığının dayanağı, hem de bizim, onu çıkarımımızın, kavramamızın dayanağıdır. Bu dayanak tarafından içkin belirlenime, böylece de bir anlam’a itiliriz. Bu nokta, her belirli şeyin birbiri nedeni ile var olduğu için birbirine zincirlenmiş zorunlu bağını da yansıtır, bu nedenle soyut usun somut us olabilmesi için, en az iki nokta, ya da şey, gereklidir ki, bu bir belirlenim demektir. Öyleyse bir belirlenim, usun hareketi için zorunlu bir dayanaktır.
“ESERİ GÖRMEK HER KÖRE DEYNEKTİR” (Mevlânâ,Dîvân-ı Kebir, 6. Cilt, s.142).
Kendi dışımızdaki doğal-görgül varlık alanı belirlenimlidir. Belirli varlık alanı ile ilişkimizde, her varlığın kendi cinsinden bir sınırı olduğu görülür, sınır ise bir şeyin bitimi ve başlangıcı olduğu gibi kendi cinsinden bir başka şeyin de başlangıcı ve bitimidir. Belirli varlıklar bize sınırlarını zamanda ve mekânda ard-ardalık ve yan-yanalık olarak gösterirler. Hiçbir görgül ve tinsel varlık ya da belirlenim bu sınırlardan kurtulamaz, bu nedenle de sonluluğa yazgılıdır, var olur-yok olur, yeniye değişir, var olur, yeniden ve yeniden. Değişim sürer. Bunu görürüz, işitiriz, anlarız ve hiçbir tekil belirlenimin bu yasaya karşı duramadığından kuşku duymayız. İşte bu kuşku duyulmayan belirlenimden ilerleyebiliriz.
Doğada, duyularımızla izlediğimiz bu değişim dalgalarının rastgele değil bir düzen içinde süregittiğinin ayırtına varmak insanoğlunun henüz iki bin beş yüz yıl önce başardığı bir devrimdir, her şey gözünün önünde olmasına karşın (demek ki göz önünde bulunmak bilinmek için yeterli değildir). Ancak, bugünün tinsel birikimi, gerçekliğin bu kipini kavramlandırmamız için yeterinden de fazladır.
Değişimde rastlantısallık görece, düzen ise saltıktır. Aynı anlamı ile rastlantısallık ilineksel, düzen ise tözseldir. Değişim rastgele değil, bir düzenle birlikte gerçekleşiyorsa bu ikisinin, yani değişim ve düzenin (yasalılığın) birbirine bağlı olduğu sezilir. Bu sezgi, kavram düzeyine yükseltmeye çalışıldığında, iki yanın birbiri karşısında nasıl durduğunu ve iki yanın ‘Bir’de nasıl ve niçin yittiğini açığa çıkarma olanağını buluruz.
Değişimden ve bu değişimin, bir düzen ‘iç’inde, bir düzenle kuşatılı olarak, bir düzene ‘bağ’lı olarak meydana geldiğini görmek; düzenin etkin, belirleyen biçim veren ve bu nedenle sürekli, sonsuz, değişenin ise boyun egen, biçime giren, edilgin, süreksiz ve bu nedenle sonlu olan iki karşıt belirlenim olduğunu açığa çıkarabiliriz. Bununla birlikte, bu iki yanın karşıt belirlenim olmaları, İkisinin Bir’de yok olmalarının ya da ‘bir’e yükseltilmelerinin engeli değil, olanağıdır. Sonsuz belirleyendir, ama belirleyenin bir belirlenene ihtiyacı vardır, yoksa kendisi de belirlenemez, tıpkı belirlenenin belirleyene ihtiyacı olduğu, yoksa belirlenemeyeceği gibi. Değişmeyen somut olarak değişenin dışında olamaz, eğer öyle olsaydı onu tanımlayamazdık, Tüm süreçte değişmeyen, kendinde ne ise öyle kalan, bir başkasına bağlı olmayan, ama her değişenin kendine bağlı olduğu ve yüklemi sonsuz bir düzen olan bir özne’de görünür. Bu yan aynı zamanda saltık düzendir, yani saltık yasalılıktır. Saltığı, sonsuzu ve yasalılığı ortaya çıkardık ki, bu varlık olarak tanrı ve logostur.
Tanrı ve logosun en evrensel biçimde bir başka kanıtı bizâtihi düşünme yetisinin kendi karakterinde içkindir. Düşünme yetisi, kendinde belirlenimsizliği, yani sonsuzluğu, yasalı olanda kendini bulması ile tanrısal olanın varlığının kanıtıdır.
Şimdi, elimizde, sonsuz ve saltık yasalılık gibi en evrensel yüklemlerin taşıyıcısı olan bir kavram vardır. Bu kavrama ne ad verirsek verelim yüklemleri; yani özü, kendinde olarak bizim için oluşu ve bizim için oluşuolarak kendinde kipi aynı olacaktır. Bu kavrama Tanrı da desek Logos, Nous veya A da desek içerik aynı kalacaktır. Ad son tahlilde bizim belirlediğimiz bir ilinektir, varlık ve kendinde kavram ise bizden bağımsız olarak ve bizim dokunamayacağımız bir saltık kendilik olarak töz dür. Kavramımızı bir kez daha tanımlarsak;Tanrı, saltık yasalılık olarak sonsuz güç, sonsuz güç olarak saltık yasalılık ve bu iki yüklemin birliği olarak sonsuz -saltık ÖZNE, öyle bir Özne ki, “ölümsüz diri”(Mevlânâ) olarak edimsel olandır.
Ortaya çıkan bu kavramın içeriğine ilişkin,ilkin bizce felsefe tarihinin en derinlerinden olanSpinoza ve Lebiniz’intanrıya ilişkin tanımlamalarını aktararak ve bu içeriği,ikinci bir ada, logosa bağlayarak, tanrı ve logos kavramlarının içeriklerinin aynılığını yakından görelim (?tanımların altında, logosun özne olduğu cümleler bir tekrardır ve bizim eklememizdir.-)
Ancak hemen belirtmeliyiz ki; Spinoza’nın dizgesini dayandırdığı…“Tanrı, mutlak olarak yetkin bir varlıktır” (Leibniz, Metafizik Söylemler, Arya yayıncılık, s.29).Logos, mutlak olarak yetkin, bir yasalılık olan varlıktır. “Önerme.”15. Var olan her şey tanrıdadır. Ve tanrı olmaksızın hiçbir şey olmaz, ne de kavranabilir”(Spinoza, Etika, İdea Yayınları).Var olan her şey logostadır, logos olmaksızın hiçbir şey var ne var olur ne de kavranılabilir. “Önerme” 11. Her biri bengi ve sonsuz özü anlatan sonsuz yüklemlerden oluşan tanrı ya da töz zorunlu olarak vardır” (Spinoza, Etika, İdea Yayınları).Her biri bengi ve sonsuz özü anlatan sonsuz yüklemlerden oluşan logos zorunlu olarak vardır. “Önerme.16. Tanrının tabiatının zorunluluğundan, sosuz tavırlar halinde sonsuz şeyler, yani sonsuz bir aklın bütün tasarlayabileceği[3] şeyler çıkmalıdır” (Spinoza, Etika, Dost Yayınları,s.50).Logosun doğasının zorunluluğundan, sonsuz kipler halinde sonsuz şeyler, yani sonsuz bir aklın kavrayabileceği şeyler çıkmalıdır.Buradan şu çıkar ki, tanrı sonsuz bir aklın kavrayabileceği şeyin etken nedenidir (Spinoza, Etika, İdea Yayınları).
Buradan şu çıkar ki, logos sonsuz bir aklın kavrayabileceği şeyin etken nedenidir. “İkinci olarak şu çıkar ki, tanrı ilinekli olarak değil, kendisi ilk nedendir” (Spinoza, Etika, İdea Yayınları).
-Öyleyse, logos ilinekli olarak değil, kendisi ilk nedendir.
“Üçüncü olarak şu çıkar ki, tanrı mutlak surette ilk nedendir“ (Spinoza, Etika,İdea Yayınları s.51).
-Öyleyse; logos mutlak surette ilk nedendir.
“Önerme 18. “Tanrı tüm şeylerin geçici değil ama içkin nedenidir”(Spinoza, Etika, İdea Yayınları).
-Öyleyse; Logos tüm şeylerin geçici değil ama içkin nedenidir.
Tanıt; “Olan her şey tanrıdadır ve tanrı yoluyla kavranmalıdır ve öyleyse tanrı onda olan şeylerin nedenidir. Tanrının dışında hiçbir töz eş deyişle tanrının dışında kendinde olan hiçbir şey olamaz. Tanrı öyleyse tüm şeylerin geçici değil ama içkin nedenidir” (Spinoza, Etika, İdea Yayınları, s.28.)
Tanrı kavramı tekilden evrensele doğru bir doluluk kazanma ile saltık evrensele ulaşır. Tıpkı bilimin gelişiminde tekilden tikele, tikelden evrensele ve saltık evrensele doğru olan gelişim momentleri gibi(ancak bilimin bu evrenselleşmede bir yanı ile aldığı yol pek azdır). Yahudilik tikel tanrı kavramından evrensele bir geçiştir, ama henüz saltık evrensel için doldurulması gereken boşluklar vardır. Çünkü Yahuda, yalnız bir ulusun tanrısı olmakla saltık evrensele yükselememiştir.
Antik Yunanda da tanrı kavramı tikeldir, saltık evrensel değil. Her tikel varlık alanına bir tanrı düşer, tikel olmaları nedeni ile hem evrensel hem değildirler.Ama Heraklitos, Logos kavramı ile en evrensel varlığın Töz’ü olarak yakalanmıştır. Anaxagoras’ınNous kavramı da aşağı yukarı aynı içeriği taşır, ancak, nasıl olursa olsun logos kavramı literatürde yerini almış olması nedeni ile kullanım amacımıza uygun hale gelmiştir.
Spinoza’nın dizgesinde bilimin tanrı kavramından başlanmasının zorunluluğunu kanıtlamaya çalışır. Usun hem doğa düzleminde hem de toplumsal düzlemde ETİK olarak, tanrısal düzenin edimselliği olarak ortaya çıktığı serimlenir. Artık tanrı ve logos kavramları arasında ayrım iyice ortadan kalkmış, kavram içerik olarak bir’e indirgenmemiş, yükseltilmiştir.
İNANÇ VE BİLGİ İLİŞKİSİ
Tanrı, saltık us olarak öznedir. Bu tanrının us dışı bir şey yapmayacağı anlamına gelir. Öyleyse tanrının ürünleri yarattığı-ussal olmalıdır. Bir şeyin ussal olması onun, O, olduğunun tanıtlanabilir olması demektir. Tanıtlanamayan bir şeyin ussal olduğundan emin olamayız. Öyleyse tanrıya inanma, saltık gerçekliğin gerçekliğini tanıtlanmış olarak bilmedir ve bu bilinene güvendiğimiz için inanmadır. Ve salt gerçeklik kutsal olduğu için bu inanç da kutsaldır.
Türkçe sözlükte İnanç sözcüğünün anlamına bakalım.
“Bir düşünceyi çok sağlam bir biçimde, içten,(dışsal değil) gönülden, güvenle doğru sayma” (Ali Püsküllüoğlu, Türkçe Sözlük)
Günlük dilde kullanılan inanç sözcüğü çoğu zaman kavramına denk düşmez, zaman zaman ise, söylenen söylenmek istenenin karşıtıdır. İnandığını söylerken tam olarak bilmediğini söyler, inanmadığını söylerken yine tam olarak bilmediğinidemek ister. Ama inanmak tam olarak bilmemenin karşıtıdır ve bildiğinin ve bu bilgiden emin olduğunun ifadesidir. Buna inanıyorum, şuna inanmıyorum sözcükleri sanı yerine kullanılır. Oysa sanı inanç olmaz, çünkü gerçek olabileceği kadar yanlış da olabilir. İnanç güvene dayalı bilgidir ve güvenilir olduğu için kutsaldır. Bir şeye inanmak onun doğruluğundan emin olmaktır ve emin olmak kutsal olan gerçekliğe ve tanrı olarak saltık gerçekliğe duyulan güvenden kaynaklanır.İnanç, bilginin bir kipi değildir. Bilincin kendi bilincini, yani özbilincinkendi kendini yargılama sonucunda elde ettiği içeriğin doğruluğunun istenç tarafındankesin onayıdır. Bilinmeyen bir şeye inanılmaz. Çünkü inanç emin olma ya da güvenin etkisi olarak ortaya çıkan yargıdır. Başka bir ifade ile inanç gerçekliğe güveni ön-varsayar.
İstencin gereci bilinçtir. İstenç, yargılamasında gereç olarak kullandığı bilincin doğruluğunu onaylayabilir, yanlışlığını onaylayabilir, ya da kuşkuda kalmayı onaylayabilir. Onaylanması, onaylanmaması ve kuşkuda kalma, yargılanmış ve istencin onayından geçmiş bilincin üç kipidir. Yargı, yargılamasında gereç olarak kullandığı bilinci kullanır ve bu bilinç doğru olabileceği gibi yanlış da olabileceğinden, ortaya çıkan onaylanmaya bağlı olarak ortaya çıkan inanç da, doğru ve yanlış bilinç olabilir. Ama yanlış yargıya inanılamaz. Çünkü yanlışa hiçbir us güvenemez ve güvenemeyeceği, için inanamaz da. Öyleyse gerçek ve gerçek olmayan inanç vardır, gerçekliği içermeyen yargının doğurduğu inanç, gerçek olmayan inançtır. Yanlışın bilgisidir. Gerçek olmayan inanç güven içeriği olarak olumsallığı taşımaz ve inanç olamaz. Olsa olsa boş inanç ve yanlış inanç olabilir. Boş ve yanlış inanç sahibi olmak hiç kimse tarafından istenmez.
İnanç ve bilgi kavramlarının ilişkisi üzerine Descaertes’in3. kural 9. ayrımda yazdıkları sorunu ortaya koyar ancak çözümü erteler;
“Bu ikisi tüm bilime götüren en pekin yollardır.[4]Anlık daha ötesini kabul etmemeli; ama tüm geri kalanlar kuşkulu ve yanılgıya açık olarak yadsınmalıdır. Bu durum, yine de tanrısal olarak bildirilmiş şeylere inanmamızın önüne geçmez, çünkü bu şeylere inanç, tüm gizli şeylere inanç gibi, anlığımızın değil ama istencimizin bir eylemidir ve eğer anlığımızda da herhangi bir temeli varsa, bu her şeyden daha çok yukarıda değinilen yollardan birine göre bulunabilir ve bulunmalıdır ve gelecek bir fırsatta bunu daha ayrıntılı olarak göstermeyi umuyoruz”(Descartes, Kurallar ve Meditasyonlar, İdea Yayınevi, s.16).
Descartes’ın inanç ve bilgi arasında bir ilişki varsa onu gene us yoluyla ortaya çıkarmaktan başka bir yol olmadığı (çünkü şeyler arasındaki ilişki ancak us tarafından kavranabilir, daha başka bir yeti tarafından değil) görüşünü kanıtlamayaçalışalım.
İnanç ve bilgi kavramlarının en derinde bir birlikleri vardır. Bilinene inanılır. Çünkü bilinen gerçektir. Öyleyse inanılır olan bilinmelidir. Yoksa inanç gerçeklik üzerine oturmaz. Bilinmeyen bir şeye inanç boş inançtır. Boş olan şeye inanılamaz. Bütün sorun inanç ve bilgi kavramlarının arasındaki zorunlu ilişkinin zorunluluğuna karşın bu zorunluluğa göre davranmamak ve genelde bu birliği bozmaktan ileri gelir. Bu zorunluluğa göre davranmayan istençtir. İstenç ile bilincin ya da yağrının sonucu olarak elde edilen bilincin arasındaki ilişkide iki yan arasında yoğun bir bağ olmasına karşın bir o kadar da ayrım vardır. Bağ şudur ki, istenç bilicin yanlışlığına ve doğruluğuna kayıtsız kalamaz, zaten onu yargılamıştır, ama ayrım şudur ki, istenç bilincin kendi kendisini yargılamasının sonucunda elde ettiği veriye bağlı kalmak zorunda değildir. İstencin bu özgürlüğü yargılama sonucunda ortaya çıkan ve doğruluğundan emin olunamayan sonuçlara karşı sigortadır. Ancak istencin özgürlüğü kendinde özgürlüktür, belirleniminde yani ortaya çıkışında özgürlüğünü kötüye kullanabilme özgürlüğü de vardır. Kendinde özgürlüğünün pozitif özgürlük olabilmesi için kendi dışında bir şeyden etkilenmemelidir. İstencin arı kendisi dediğimiz şey tanrısal ışık olarak arı US’tur. İstenç’in özgür olmamsı ve yanlışı onaylaması tam anlamı ile bilgisizliği ile ilgilidir. Bilgisizliğinin bilincinde olmayan istenç yanlış doğru olarak onaylar. İstenç bilgiye bağımlı değildir ama gene de kararını bilgisine göre ortaya koyar. Başka ölçütü yoktur, başka ölçütler kullanabilir ama bu ölçütler önyargılar olabileceği gibi bilgisizliğinin bilgisizliği de olabilir.
İnanç, doğruluğuna güvenildiği için doğruluğundan emin olunan, böylece güven ve kuşkusuzluk ile birleşmiş yargıdır. Emin olunan, kuşkusu yenilmişbilinendir. Emin olunmayan ise bilinmeyen ya da kuşku duyulan. Kuşku duyulana inanç kendi içinde çelişkilidir. Çünküinanç kuşkuyu yenmiş bir düşüncenin yargısııdr. Gerçek inanç ve gerçek olmayan inanç ayrımı gerçeğe ve gerçek olmayana inanç olarak ayrılır.
Hiç kimse saçmaya inanmaz. Bilinmeyen bir şeye inanmak inanç kavramına ve tanrıya saygısızlıktır. Tanrı hiç kimseye bilmediğinize inanın demez. Peygamberler emin olduklarını bildikleri ya da bildiklerinden emin olduklarısandıkları şeye inanırlar.
İstencin kendinde özgürlüğü yanlıştan kaçış yüklemine ya da yetisine sahip oluşundandır.Ancak bu yeti kendi karşıtı olan kötü özgürlüğü de bir o kadar taşır.İstencin kendi için özgürlüğü usa uyumu ile orantılıdır, çünkü töz us’tur, istenç ise onay makamı, ancak onayladığı gereç ve kendi ölçütü ussallıktan başka bir şey değildir.İstenç kendini usa göre özgür saymadığı anda gerçek özgürlüğünden feragat eder. Bu kötü özgürlüktür. Çünkü özgürlük usa olan bağımlılıktır. Us özgür olduğu için,usa bağlanmış istenç özgürdür. Arı Us dışında bir şeyden etkilenerek, (duygu, çıkar, beklenti, önyargı. vb.) bir düşünceyi onaylayan istenç, onayladığını ussal sanır ve sanısını us olarak onaylar, kötü özgürlüğünü kullanarak yanlışı doğru olarak onaylar. Gerçek özgür istencin onayladığı bilgi güvenilir o nedenle inanılır bilgidirve o nedenle hem bilgi hem de gerçek inançtır
Hegel’in dinin tasarımsal, bilimin ise arı düşünsel olduğu saptaması özellikle din için pekinlikten uzak bir saptamadır. Esas olan bilinecek nesnenin tasarımsal kipte alınması kadar nesneyi bilmek için ona yönelen bilincin kullandığı gerecin de tasarımsal, yani anlak kipinde oluşudur. Mûsâ’nın, Îsâ’nın, Muhammed’in ve giderek Augustinus, Pavlus, Arabî, Mevlânâ ve benzeri peygamberlerin, bilgelerin,din bilimcilerin bilinç biçimlerinin kipini nasıl tasarımsal sınıfına sokabiliriz? Tersine bu bilinç biçimleri en genelde arı ussaldır ve arı ussal olduğu için saltık gerçeklikleri açığa koyar. Dinsel önermelerin bir bölümü tamda bu türden yani kip olarak arı Ussal, sonuçları itibari ile saltık gerçeklerdir. Eğer Hegel salt sıradan bilincin dine bağlanımına tasarımsal diyorsa; Hegel’in saptamasında dine bağlanan kitlelerin tanrıyı tasarımsal kipte ele alışları ve dolayısı ile ona bilişsel bağlanışlarının tasarımsal (anlaksal) oluşu, onlar için özgün bir bağlanma değildir. Sıradan insanın bilinç biçimi, ya da bilinç biçimi olarak sıradan olan insan, salt tanrıya bağlanışın da değil, her tür gerçeklikle ilişkilerinde tasarımsal bilinç kipinde bulunurlar. Öyleyse nereden bakarsak bakalım din insanın gerçekliğe bağlanışında tasarımsal kip demek yetersizdir. Gerçeklikle dinsel bağlantı hem arı ussal hem de tasarımsal olmalıdır.
BİLİMDE REFORM
Tekil bilimlerde elde edilen yasalar logos değil, Logosun bir alanda, bir momentteki varlığıdır. Her bilim dalı logosun gereci olarak belirli kuvvetlerin belirli oransallıklar içindeki ilişkisini anlatır.
Tekil bilimlerin en derin bilgisizliği neyin üzerinde durduğunu bilmemesidir. Logosu bilmeden bilimle uğraşmak gibi bir çelişkinliğin sonuçları, parçalanmış alanların parçalı bilgilerinin yalnızca parçalı, bu nedenle de maddiyararlar için kullanımı gibi, pozitif dinlerin de en büyük hatası belirlenmiş bir tanrıya tapınmasıdır. Belirlenmiş bir şey tanrı kavramını küçültür, yani sonlu kipe indirger, bu da tanrı kavramının insanın kendi çıkarları için kullanımı demektir.
Tanrı’nın –logos ’unmucizevî oluşu sosuz aklından gelir. Nesne bilinecek şey olarak sonsuz yüklemlere gebedir. Bu gebelik ortaya çıkacak şeyin sonsuz belirlenimde olabileceğini anlatır. Henüz bilinmeyen şey bilinç için gizdir, çünkü bilincin dışında ve bilinçten gizlidir.Sonsuz yükleme sahip olan tanrının ortaya koyduğu sonsuz belirlenimlivarlığa ait Usun kanıtlanmış olarak bilince çıkarılan kısmına inanmamak tanrıya ihanettir. Çünkütanrı sonsuz akıl demektir, us kanıtlanmış varlık yani düşünce demektir; öyleyse tanrı bilinecekse us yoluyla bilinecektir çünkü kendisi saltık us’tan başka bir şey değildir. Din bilime açık olmadığı sürece tanrıya da açık değildir. Çünkü bilim tanrının belirişinin bilinmesinden başka hiçbir şey değildir. Tanrı kavramı, tikel olarak ‘ öznel nesneden’ evrenselleşe, evrenselleşe, en evrensele tek tanrılı dinlerde ulaşmıştır. Öznel totem ya da öznel tanrının öznel sınırları insan bilinci tarafından kavrandıkça sınır sınırsıza doğru genişlemiş ve gerçek tanrı kavramı olarak sonsuz ve sınırsız içeriğine kavuşmuştur.
Bütün bilim dünyası, evreni, varlığı ve insanı-toplumu parçalayarak kavramadan önce onun bütün halini kendine zemin yapmalıdır. Bunun için tüm eğitim logos-tanrı’nın kavranmasına dönük amaçlanmalı ve parçalara bütünden gidilmelidir. Kuşkusuz bunun için logos- tanrı bir bilim olarak yeniden yaratılmalıdır. İnsanlık, kurgul idealizmin Hegel’de yansımasını bulan birikimini geliştirerek, anlaşılır hale sokarak, logos-Tanrı bilimi olarak, gelecek kuşaklarına sunmalıdır. Kendini bilmeyen bilim, tanrıyı bilmeyen din insanlığı karanlıkta boğmadan kendini değiştirmelidir.
Bu değişim ihtiyacı bilimde reformun, ya da bu reform, bilimde değişim ihtiyacının gerçekleştirilmesi demektir.
Not.1: Yazımız boyunca tanrı ve logos sözcükleri zaman zaman tek başına ve ötekinden ayrı bir varlık ve kavramı gibi anmaya yol açacak biçimde kullanılmıştır.
Not.2: Bu çalışma konu için bir başlangıç çalışmasıdır, eksiklerin daha geniş çalışmalarla giderilebileceği umulmaktadır.
Coşkun Özdemir.
[1](Neye itaat? Saltığı bilen birine kendinin bilmediğini bırakmak.) Y.N.
[2](Hayır, etik nerede?) Y.N.
[3](Kavranması daha uygun.) Y. N.
[4] (Bu yollar Us’un arı dizgesidir.) E.N.