ÖLÜM NEDENİMİZ: TEPKİSİZLİK!
Önce kısa bir haber turu:
* İzmir’in Gaziemir semtinde iki çocuk babası 44 yaşındaki taksi şoförü Oğuz Erge, soğukta üşümemesi için aracına aldığı Delil Aysal adlı genç tarafından tabancayla vurularak öldürüldü.
* Samsun’da aracıyla seyir halinde olan B. T.’yi tabancayla karnından vurarak yaralayan şahsın adliye önünde görüntüsünü çeken muhabire “Ben öldürdüm” diyerek kahkaha atması ve “Az yakışıklı çıkalım da abi” demesi dikkat çekti.
* Kars’ta üç yıl önce başından vurulan ve intihar ettiği öne sürülen 13 yaşındaki kız çocuğunun ailesi tarafından alınan kararla öldürüldüğü ortaya çıktı. Baba ve ağabey tutuklandı.
* Sosyal medyada “Diyarbakırlı Ramazan Hoca” olarak tanınan Ramazan Pişkin, Fatih’te uğradığı bıçaklı saldırı sonucu öldürüldü. Polis, kaçan saldırganı arıyor.
* Kocaeli’de 23 yaşındaki ataması yapılmayan Aziz Alptekin, girdiği bunalım sonucu kendisini asarak intihar etti.
***
İçinde bulunduğumuz Şubat 2024’ün ilk yarısından rastgele derlenmiş cinayet haberleri bunlar. İç burkan sayısız haberden yalnızca birkaçı.
Bunlar ve bunlara benzer nice iç burkan olayla iç içe yaşayıp gidiyoruz, yaşamak sayılırsa.
Her gün ortalama en az 1 kadının katledildiği ülkemizde yılın hangi yıl, ayın hangi ay ve günün hangi gün olduğu fark etmeksizin artık kanıksadığımız böyle olaylar “vakayı âdiye”den oldu.
Hukuksal anlamda “suçun şahsiliği” kapsamındaki olaylar bunlar.
Bu suçlar “şahsî” mi gerçekten?
Eskiden okullarda yaptığımız münazaraların konularından biri de “Suçu kişi mi işler, toplum mu?” idi. Dar çerçeveden bakarsak en küçük bir anlaşmazlıkta bile tetiğe basanından baltayı kapanına dek suçlu “birey”dir.
Konuya sosyolojik, psikolojik, genetik, ekonomik vb. bilimler penceresinden bakınca tetiğe basan da baltayı kapan da devletinden iktidarına, milletinden okullarına dek toplumdur. Ama öteden beri yüzlerce, binlerce örneğine baktığımızda bizdeki egemen anlayışın “suçun şahsiliği” yönünde olduğu su götürmez.
Bunu gösteren en sıradan ölçüt, her gün sayısız örneğiyle karşılaştığımız, duyup dinlediğimiz bu tür olayların hiçbirinden sonra bir devlet/iktidar yetkilisi çıkıp “Benim sorumluluk alanımdaki bir bölgede nasıl olur da böyle insanlık dışı bir olay yaşanır!” diye hayret etmemiş, özür dilememiş, istifa etmemiş (ya da “görevden affını istememiş”) olmasıdır. Dışarıda üşümemesi için kendisini aracına alan taksi şoförünü öldüren genç için “Benim okullarımdan geçmiş bir genç nasıl bu kadar sevgisiz kalmış, bu kadar acımasız yetişmiş, bu kadar insanlık dışı bir iş yapmış olabilir?” diye o gece uykusu kaçan, vicdan azabından yakasını kurtaramayacağını anladığında da hiç değilse vicdanını rahatlatmak için kalkıp bir “üst”üne istifa (ya da “görevden af”) dilekçesi yazan bir Milli Eğitim Bakanı düşünebiliyor muyuz?
13 yaşındaki kız çocuğunu öldürüp olaya intihar süsü veren babayla ağabeyi konusunda, örneğin Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı, “Ülkemde bir daha böyle bir olayın yaşanmaması için ne yapabiliriz?” diye yanında yöresindekileri toplayıp durum değerlendirmesi yapmış, konuyla ilgili uzmanları yardıma çağırmış mıdır?
Ataması yapılmayan 600 bin öğretmenden yalnızca biri olan Aziz Alptekin’in intiharı, ondan önce de aynı nedene bağlı onlarca intihar olayı gibi yalnızca bir sayısal veri olarak kayıtlara geçmesin diye örneğin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, kılını kıpırdatmış mıdır?
Bu tür soruların kalıptan çıkma yanıtları var, yıllardır değişmeyen: “Olur mu canım, bakanlarımız (ya da müsteşarlarımız, genel müdürlerimiz, valilerimiz, müdürlerimiz…) sorumluluklarının bilincindedirler ve bir olumsuzluğun yaşanmaması için canla başla görevlerini yerine getiriyorlar.”
Öyleyse sonuç neden değişmiyor?
***
Yaklaşık on yıl önce 301 insanımızın diri diri yandığı Soma maden ocağındaki, ondan çok kısa bir süre sonra Ermenek’teki, ondan da iki buçuk yıl sonra Amasra maden ocaklarındaki gibi kitlesel cinayetlerin nedeni olanlar…
Yine yaklaşık altı yıl önce Çorlu tren kazasındaki, yaklaşık dört yıl önce Sakarya-Hendek havai fişek fabrikasındaki can kıyımlarına ortam hazırlayanlar…
Ve Erzincan-İliç’te Kanadalı Anagold Madencilik şirketi tarafından işletilen altın madeninde toprak kayması sonucu bulunamayan 9 işçiyle bizi şimdi ve gelecekte bekleyen yaşamsal risklerle yüz yüze bırakanlar…
Ya geçen yılki Maraş depreminde, her aşaması sahtekârlık ve yasadışı işlemlerle dolu çarpık yapılaşma nedeniyle çok katlı tabutlarda yitirdiğimiz, doğruluğu tartışmalı 54 bin can…
Bunlar mı örneğin kadın cinayetlerini, taksici cinayetlerini, madenci cinayetlerini, rezi(l)danslarda ezilenleri, en bireyselinden en toplumsalına dizi dizi kırımları önleyecekler?
Aksine, bakın yüzlerindeki rahatlığa, pişkinliğe, vurdumduymazlığa, kadercilik aldatmacasında basamak atlamalarına…
***
Cumhuriyet üzülmeyi, vicdanı, ahlakıyla utanmasını bilen görev insanı ve devlet adamlığı modelini yerleştirme peşindeydi. Yarım kaldı. Sonrakiler o yarımı da yok edip sıfıra çıkardılar ve sonuç bu oldu.
Susa susa, susturula susturula izliyoruz olan biteni.
Dolayısıyla ölüm nedenimiz cehalet, ondan kaynaklı bilimsizlik, bundan kaynaklı tepkisizliğimiz…
İşimiz kolay değil.
Ama yapacağız. Bunu, bu ahlaksız cinayetlere karşı iktidar seçeneği gibi görünen çapsız, beceriksiz muhalefet partilerinin yol açmasıyla değil ama elleri ayakları birbirine dolanarak kendi kazdıkları siyanür kuyularına düşmeye başlamalarının da yardımıyla halkın bilincini eyleme dönüştüre dönüştüre yapacağız.
Yazan: Nazım Mutlu