DİLİMİZDEKİ TANRI

Bilimsel Makaleler - Atasözleri, deyimler, fıkralar, güfteler vb. âdeta bir toplumun bilinçaltının dışavurumudur. Bu dışavurum aslında o toplumun tarihin imbiğinden süzülerek gelen, insana, topluma, evrene,

DİLİMİZDEKİ TANRI

 

Doç. Dr. Hasan Aydın

OMÜ Felsefe Bölümü

 

Atasözleri, deyimler,  fıkralar, güfteler vb. âdeta bir toplumun bilinçaltının dışavurumudur. Bu dışavurum aslında o toplumun tarihin imbiğinden süzülerek gelen, insana, topluma, evrene, Tanrı’ya, bilime, felsefeye, sanata vb. bakış açısını görmek için önemli ipuçları barındırdığı açıktır. Bu bağlamda dilimizde kullanılan Allah’a ilişkin deyimler ve atasözleri, oldukça ilgi çekicidir.  Bunların kimilerini sizinle paylaşmak ve bir eleştirisini yapmak istiyorum. 

“Allah, Allah!; Allah acısını unutturmasın; Allah akıl fikir versin; Allah aratmasın; Allah aşkına; Allah bağışlasın; Allah bana, ben sana; Allah belanı versin; Allah (bin bin) bereket versin; Allah beterinden saklasın; Allah bir dediğinden gayrı sözüne inanılmaz; Allah bir yastıkta kocatsın; Allah büyüktür; Allah canını alsın; Allah cezasını vermesin; Allah dert verip derman aratmasın; Allah eksik etmesin; Allah seni inandırsın; Allah'ın gazabı; Allah’ın işine bak; Allah’ın hikmeti; Yaradan'a kurban olayım; Biz bilmeyiz, Allah bilir; doğrusunu Allah bilir; Allah, kulunu kısmetiyle yaratır; Allah verirse el getirir, sel getirir, yel getirir; Allah’ın sopası yok ki; Allah'ın ondurmadığını Peygamber sopayla kovar; Allah aptala eşeğini kaybettirir, sonra buldurup sevindirir; Allah şaşırttı mı, dayıya hala dedirtirmiş.”

Bu atasözleri ve deyimlerde,  ortaya çıkan Tanrı tasarımında iki husus oldukça dikkat çekicidir. Birincisi, iyi ve kötü her şeyi Tanrı’ya bağlamaktadır.  İkincisi ise,  Tanrı özgür iradesiyle her şeye müdahildir.  Bu aslında bildik bir Tanrı tasarımıdır; bu tasarıma felsefi dilde teizim adı verilir. İslam dünyasında Eş’ari ve belli kayıtlarla Maturidi geleneğinin savunduğu bir tasarımdır.  Kuşkusuz bunun karşısında Farabi, İbn Sina gibi İslam filozofları ve Hallac-ı Mansur, Suhreverdi ve Mevlana gibi İslam mistiklerinin savunduğu farklı tasarımlar da vardır. Ama İslam dünyasında ve Türk kültüründe, ilki yaygınlık kazanmıştır.  

Tezim diye nitelenen bu tasarımda doğal neden-sonuç ilişkisi yoktur; ve dolayısıyla evrende doğal yasalarından söz edilmez, evrendeki her an her şeyi Tanrı yaratır. Yani Tanrı dilemezse yaprak bile kımıldamaz.  Mehmet Akif bu tasarımla ilgili bakın ne diyor:

 

“Sarılmadan en ufak bir işinde esbâba,

Muvaffakiyete imkân bulur musun acaba?

Hamâkatin aşıyor hadd-i i’tidâli, yeter!

Ekilmeden biçilen tarla nerde var? Göster!

“Kader” senin dediğin yolda, şer’abühtândır,

Tevekkülün, hele hüsrân içinde hüsrândır.


Demek ki her şeyin Allah… Yanaşman, ırgadın o;

Çoluk çocuk ona âit: Lalan, bacın, dadın o;

Vekîl-i harcın o; kâhyan, müdîr-i veznen o;

Alış seninse de, mes’ul olan verişten o; 

Denizde cenk olacakmış… Gemin o, kaptanın o;

Ya ordu lâzım imiş… Askerin kumandanın o;

Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı o; 

Tabîb-i aile, eczâcı… Hepsi hâsılı o.

Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!

Biraz da saygı gerektir… Ne saygısızlık bu?

Hudâ’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ.

 

Mehmet Akif’i bu Tanrı tasarımını böylesi katı bir dille eleştirmeye yönelten neden nedir? Bunu görmek için bu tasarımın bazı sonuçlarını anımsatmak yeterlidir:

Birincisi, söz konusu tasarımda Tanrı hiçbir ilke ve kuralla sınırlanamayan iradesiyle her şeyi her an dilediği ve yarattığı için, bilimin temeline oturan evrendeki düzenlilik tehlikeye girmektedir. Tanrısal istence bağlı olarak her an değişebilecek bir evrende düzenli ilişkiler, diğer bir deyişle neden-sonuç ilişkileri aramak boşunadır. Bu, evrende ne yasaların ne de bunlar ekseninde evreni açıklamaya yönelen kuramların bulunamayacağı anlamına gelmektedir. Bir örnek vermek gerekirse, boşluğa bırakılan nesneler çekim yasası gereği düşer. Oysa söz konusu anlayışta, bu yerçekimi anlık tanrısal irade ve yaratışın bir ürünüdür; bu açıdan böylesi bir doğa yasasından söz edilemez. Bir teist olan Gazzâlî’nin terminolojisiyle buna tanrısal âdet desek bile, Tanrı her an âdetini değiştirebilir. Bu anlayışa göre, yine İstanbul’un fethinin nedeni olarak Osmanlının ekonomik, siyasal, askeri, teknolojik anlamda Bizans karşısında üstünlüğü ileri sürülemez; bunların hiçbir etkisi olmadan da, Tanrı öyle istemiş olabilir. Bunlar gerçek nedenler değildir, sadece vesilelerdir; gerçek neden Tanrı’dır.  

İkincisi, neden-sonuç ilişkisi zorunlu olmadığına ve tek neden tanrı ve âdeti olduğuna göre, hiçbir şeyi araştırmaya gerek kalmamaktadır. Bunu göstermek için yaşantımdan edindiğim birkaç örnek üzerinde durmak isterim. Doktora öğrencisi olduğum yıllarda sık sık Ankara’dan Samsun’a gidip gelmek zorunda kalıyordum.  Yolculuklar hem kitap okumak hem de yeni insanlarla tanışmak için önemli fırsatlar sunarlar. Bir keresinde, Ankara’dan Samsun’a gelirken, yanıma oturan yaşlı bir amca, bana dönerek ‘Tanrı'nın hikmetine bak yolun bu tarafında kar var, ama diğer tarafında yok, O ne büyük’ dedi. Ben de espirili bir dille, ‘amca bir vadiden geçiyoruz, kuzey cephede kar var ama güney cephede yok, bunun nedeni, güneyin daha çok Güneş ışığına maruz kalması ve karların erimesi olmasın’ dedim. Amca her şeyi Tanrı, onun deyişiyle söylersem Allah takdir eder ve yapar dedi ve sustu. Cumhuriyetin okuryazarlık eğitimi bile götürmede maalesef sorunlarla karşılaştığı Anadolu'da yetişmiş sevgili anneme onunla şakalaşırken sorduğum bir soruyu ve aldığım yanıtı da okuyucuyla paylaşmak isterim. ‘Anne koskoca tahta suda neden batmıyor da, küçücük bir taş batıyor? diye sordum. Annemin verdiği yanıt oldukça ilginçti: ‘Haşa, Allah’ın işine karışma… O istediğini yapar, hikmetinden sual olunmaz’, dedi. Annemin bakışına göre, yağmuru yağdıran, geceyi gündüzü oluşturan, her şeyi yapan Allah… Bu yüzden onun her soruya verdiği cevap aynı: Allah… Halk metafiziği olarak nitelediğim bu dünya görüşünde bir şeyi araştırmaya gerek yok… Her şeyin yanıtı belli ve açık… Bilim düzenli bir evren ve nedensel ilişkiler varsayar. Bunlara yer vermeyen, her neden ve nasıl sorusuna, tanrı ile yanıt veren teistik iradeci anlayışın bilimi engellememesi olanaksızdır. Kuramda kim ne derse desin her şeyin doğrudan nedeninin tanrı olarak görüldüğü ve tanrının her an her şeyi yarattığı, irade ve kudretinin sınırsız olduğu savunulan bir paradigmada bilime yer olamaz. Çünkü tüm soruların yanıtı bir ve aynıdır ve bu yanıt, Tanrı’dır.

Üçüncüsü, Tanrı’yı her şeye doğrudan müdahil kılan anlayış, insanı hacivat karagöz gölge oyunundaki figürlere çevirir. Nasıl gizli bir el, kuklayı oynatıyorsa, teizmde de insan tanrı karşısında kuklaya dönmektedir. Her şeyi tanrının takdir ettiği, yazgıladığı, irade ve kudretiyle anlık olarak yarattığı bir evrende, insanın üretken, çalışkan, girişimci ve var edici olduğunu söylemek boşunadır. Bu yüzden, teistik anlayış egemense insanlar atıldır ve orada herkes gözünü gökyüzüne döndürmüştür ve her şeyi Tanrı’dan bekler. 

Dördüncüsü, Tanrı tüm kötülüklerin nedeni ve ilkesi haline dönüşüverir. Dilimizde yer alan Allah belanı versin, Allah’ın sopası yok ki, Allah utandırmasın gibi deyişler bu anlayışın ilginç izdüşümlerdir. Adam birini öldürür, kader kurbanıdır; trafik kazası yapar tanrısal takdirdir vb.. 
Her şeyi hiçbir ilke ve kuralla sınırlanmayan tanrısal iradeye bağlayan, insanı edilgin sayan bir düşünsel dizgede, insanın özne olmasını, eylemlerini yükümlülüğünü üstlenmesini, bilgi ve değer üretmeye yönelmesini beklemek boşunadır. 

Geri kalmışlığımızda ulûhiyet tasarımlarımızın hiç mi rolü yok? Mehmet Akif Ersoy, bir Müslüman olarak bu olumsuz sonuçları gördüğü için, söz konusu Tanrı tasarımını eleştirmeye yönelmiş olmasın? Sonra söz konusu tasarım biricik bir tasarım da değil ki? Deist, panteist, pananteist pek çok Tanrı tasarımı var.