"Toplumun McDonaldlaştırılması" ya da "Akılcılığın Akıldışılığı"

Sosyoloji - Hamit Ölçer

“Toplumun McDonaldlaştırılması” ya da “Akılcılığın Akıldışılığı”[*]

Bir şey nasıl oluyor da başlangıçta akılcı niyetlerle hareket ederken sonuçları itibariyle akıldışılığa yol açabiliyor? Burada paradoksal bir durumdan söz edilebilir. Başlangıçta “akılcı” dediğimiz vakit bu kavramla aslında “olumlu” bir şeye gönderme yapıyoruzdur. Ancak burada temel sorun muhtemelen kavramın ele alınışındaki felsefi ya da gündelik bağlamı içinde düşünülmesidir. Şu halde bir şey ne kadar akli ölçütlerden destek alırsa o kadar “doğru” ve “geçerli”dir veya yaygın bir deyişle “aklın yolu bir” dediğimizde de bunu kastetmiş oluyoruz. Oysaki bu yazıda ele alınan mesele bu değildir. Bir şeyin akılcılaştırılmasından ya da başka bir ifadeyle rasyonalize edilişinden söz ederken o şeyin başlangıçtaki özsel-asli niteliğinden ziyade araçsal işlevine gönderme yapmaktayız ve bahsettiğimiz bu husus daha ziyade sosyolojik bir tartışmanın ürünü olarak karşımıza çıkar.

Akılcılaşmadan kasıt kısacası bir şeyin araçsal açıdan belirli bir verimlilik ve ilerleme prensibince organize edilmesidir. Bir iş nasıl en kısa vadede en verimli sonuçlar getirebilir? Mesela müşteriyle nasıl bir etkileşimde bulunabilirsek daha büyük bir kâr elde edebiliriz ya da bir işi yapmanın en verimli yolu ne olabilir? Mesele sadece dışsal, gözlemlenen davranışlardan da ibaret değildir. İçsel manada bile örneğin “çalışmanın bir ibadet olduğu”na inanan kişinin pratikte daha akılcı hareket etmeye başlayacağını veya işin din-inanç boyutundan çok daha iktisadi boyutlara varabileceğini kestirmek zor olmasa gerektir.

Öte yandan insanlık tarihi akılcılaşmanın tarihinden çok daha fazla akıldışılıkların tarihinden ibarettir denilebilir. Bürokrasilerden yemek salonlarına, sanayi sektörlerinden mezar-defin işlemlerine kadar her şeyin başlangıçta verimlilik ve düzenlilik kurallarınca işlediğini ele alırsak burada işlerin olması gerektiği gibi hareket ettiğini söyleyebiliriz. Öte yandan işlerin hiç de yolunda gitmeyen karanlık bir tarafının olduğu gerçeğini de göz ardı edemeyiz. Ve burası bizim açıklığa kavuşturmamız gereken karanlık bir meseledir. Bu yazıda George Ritzer’in Toplumun McDonaldlaştırılması: Çağdaş Toplum Yaşamının Değişen Karakteri Üzerine Bir İnceleme (2011 [1993]) adlı eserinden yola çıkılarak gündelik toplumsal hayatımızda daha çok dini motifli olarak kullanılagelen “israf” olgusunun sosyolojik analizine odaklanılmaktadır.

George Ritzer’in Toplumun McDonaldlaştırılması adlı yapıtı başlı başına bir tez olarak karşımıza çıkar ve Ritzer bu tezinin arkaik-teorik temellerini Max Weber’in rasyonelleşme kuramına dayandırmakla birlikte daha çağdaş anlamda Zygmunt Bauman’ın Holokost ve modernlik arasında kurmuş olduğu teorik-eleştirel bağlamla da ilişkilendirmeye çalışmaktadır. Ritzer bu bakımdan Weber’in üretim ilişkilerinin akılcılaştırılması fikrini tüketim ilişkilerinin akılcılaştırılması olgusu üzerinden ele alır. Çok belli etmeye çalışmasa da, burada açıktır ki Ritzer’in konumu eleştireldir. Bununla birlikte Ritzer, yalnızca tüketim dünyasının McDonaldlaştırılma prensiplerince organize edilme biçiminden çok daha geniş manada çağdaş toplumun tüm yaşam alanı ve pratiklerinin (tüketim alanlarının, üniversitelerin, bürokrasilerin ve hatta cenaze törenlerinin bile) nasıl da akılcılaştırıldığına dikkat çeker. Yani aslında sadece bir McDonald değil, McDoktorlar, McÖlümler, McÜniversiteler, McProfesörler, McKitaplar… gibi bir dizi “Mc”laştırılmış unsurdan söz etmek mümkündür.

Ritzer akılcılaştırmanın nihai sonuçlarının nasıl da akıldışı durumlara sebebiyet verdiğini ve çağdaş yaşamın giderek nasıl da insanlıktan çıkarıcı (dehumanization) durumlara yol açtığını ortaya koymak ister. Son kertede Ritzer’in aslında McDonaldlaştırılmış gündelik hayatın kendi içinde toptan bir yıkımı, bir çeşit Holokost’u beraberinde getirdiğine ilişkin oldukça iddialı, radikal bir tezle karşımıza çıktığını belirtmek gerekir. Burada temel sorun bir şeyin akılcı olarak organize edilmesi fikrinden ziyade organize edilebilecek şeyi organize edecek aklın neye hizmet etmeye angaje olduğuyla ilgili bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır diyebiliriz.

Ritzer çağdaş yaşamın tüketim alışkanlıklarının değişmesiyle birlikte aslında değişen şeyin sadece yeme-içme alışkanlıklarımızla ilgili bir durum olmadığını vurgulamaya çalışır. Ritzer tam da şöyle der:

“Uzun yıllardır akılcılaştırma sureci üzerine düşünüyordum. Bürokrasinin, akılcılaştırmanın nihai biçimini temsil ettiğine uzun zamandır inanılıyordu. Bununla birlikte, ufukta yeni bir şey; akılcılaştırma modeli olarak bürokratik yapının yerini alacak yeni bir şey olduğu yavaş yavaş kafama dank etmeye başladı. Bu "bir şey"in fast-food restoranı, en unlusu yalnızca restoran işine değil; Amerikan toplumuna ve sonunda da dünyaya devrim getiren McDonald's olan fast-food restoranları olduğu ortaya çıktı” (Ritzer, 2011: 16).

Meselenin sadece bir “yemek menüsü olmayıp küresel çapta bir çeşit “popüler kültür menüsü” diyebileceğimiz türden bir aşamaya gelindiğine dikkat çeken yukarıdaki pasajda Ritzer, kaçınılmaz bir biçimde ve biraz da zorlayıcı küresel bir dayatmayla McDonaldlaştırma olgusunun artık çağdaş toplumsal yaşamın temel karakteristiği olarak yaygınlık kazandığını vurguluyordu. Ritzer’e göre bu anlamda McDonaldlaştırma sürecinin dört temel prensip etrafında tüm dünyada organize olduğunu belirtmiş oluyordu. Bunlar “verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörülebilirlik ve denetim” olarak karşımıza çıkmaktaydı. Yine Ritzer’den alıntılayarak bu sürecin ne olduğu şöyle özetlenebilir:

Verimlilik, belirli bir amaç için optimum araçları seçmek anlamına gelir… Verimlilik, ihtiyaç duydukları şeyleri daha az çabayla daha çabuk elde edebilen tüketiciler için kesinlikle avantajlıdır. Aynı şekilde işçiler de görevlerini hızla ve kolayca yapabilir. Yöneticiler ve mülk sahipleri de bundan yarar sağlar, çünkü işler yapılır ve müşterilere daha etkili hizmet verilir. Ama her zaman olduğu gibi, şaşırtıcı verimsizlikler ve müşterilerle işçilerin insanlıktan çıkarılması gibi akıldışılıklar ortaya çıkar… McDonaldlaştırma, hesap edilebilen, sayılabilen, nicelleştirilebilen şeylere vurgu yapar. Aslında nicelik (özellikle büyük bir miktar) niteliğin yerine geçme eğilimindedir… Örneğin büyük, şişkin (ve ucuz) hamburger ekmeği, hamburgeri olduğundan daha büyük gösterir. Yanılsamayı arttırmak amacıyla burger ve içine koyulanlar ekmekten dışarı taşacak şekilde ayarlanır, sanki kendisi de büyük olmasına karşın ekmek, içindeki "çok büyük” şeyleri taşıyamıyormuş gibi… Akılcılaştırma, bir yer ya da zamandan diğerine öngörülebilirliği sağlamaya yönelik artan çabayı içerir. Bu nedenle, akılcılaştırılmış bir toplum disiplin, düzen, sistematiklik, formalizasyon, rutin, tutarlılık ve metodik işleyiş gibi şeyleri vurgular. Böyle bir toplumda insanlar birçok ortamda ve birçok zaman neyle karşılaşacaklarım bilmeyi tercih ederler. Sürprizleri ne ister ne de beklerler. Bugün sipariş verdikleri Big Mac'in dun yedikleriyle ve yarın yiyecekleriyle aynı olacağım bilmek isterler… McDonaldlaştırma, hem çalışanlar hem de müşteriler üzerinde artan denetim kurmaya yönelik araç arayışını içerir… Geleneksel bir restoranda diğer bir önemli belirsizlik kaynağı da, özel yiyecekler isteyebilen ya da yemeğini oyalanarak yiyen müşteridir. Fast-food restoranları ise hem çalışanları hem de müşterileri denetlemenin yollarını bulmuştur… McDonald's restoranlarında hazırlanan yiyeceklerin çoğu insansız teknolojiler tarafından önceden biçimlenmiş, kesilmiş, dilimlenmiş ve "önceden hazırlanmış" olarak restorana gelir” (Ritzer, 2011: 69-155).

Ritzer’in aslında sınırları-kapsamı oldukça iyi belirlenmiş ve içeriği zengin örneklerle sunulmuş çalışmasını burada çok daha ayrıntılı ele almanın olanağı olmasa gerektir. Yine de Ritzer’den yola çıkarak olası tipik bir örnek olay üzerinden konuyu açabiliriz. Şu halde bir restoran işletmesini düşünelim. Her şey çok iyi düşünülmüş. Yemeğin lezzeti, kıvamı, estetik açıdan biçimsel sunumu, müşterilerin karşılanmasındaki biçimsel nezaket ve özen ve yine biçimsel gülen yüzler… Aslında hiç de gerçekte öyle görünmek istemese de yine de gittiğiniz her yerde “gülen yüz”le karşılanırsınız ve bu gülen yüz ifadesi adeta standart bir makinayı, emojiyi andırır. Gülen yüz ifadesinin bile söz konusu mekanların işletme organizasyonunun rasyonalize olmuş bir bileşeni olarak hizmet ediyor görünmektedir.

Yemek salonlarında insanların “nezih bir ortamda” karşılanma ihtiyacının ardındaki o sevgi ve estetik ihtiyacının “paha biçilmez” bir yanının olduğunu varsayarsak pek çok işletmecinin özellikle buna özen gösterdiği açıktır. Dolayısıyla her şey biçimsel olarak önceden kuralları oluşturulmuş ve dolayısıyla “öngörülebilir” bir hal almıştır. Tabir yerindeyse her şey bir “numara”dan ibarettir (burada “numara”dan kasıt niceliksel değil, niteliksel anlamdadır) ve herkes her şeyin bir numaradan ibaret olduğunu bilmesine rağmen yine de hiç kimse açık vermemeye çalışır. Her şey yolunda gitmektedir. Acaba her şeyin yolunda gittiğinden söz edilebilir mi?

Bize fikir vermesi açısından sanırım yine yemek salonlarından gidelim. Yemek salonlarının belki de en gerçekçi yeri tüm artıkların toplanıp gittiği yerdir. Burası gündelik hayatımızın, belki de kişiliğimizin, sınıfsal pozisyonumuzun, beğeni kalıplarımızın, benliğimizin karanlık tarafını oluşturur. Sözgelimi her gün tonlarca tüketilmemiş su, ekmek ve et yığını çöpe gitmektedir. Yemek salonlarında müşterilerin çoğu kez önlerine konulan yemeği hiç yemedikleri dahi görülebilir. Örneğin bir porsiyon İskender yemeği yerine bir buçuk porsiyon İskender yemeği isteyen kişinin doğal olarak çok daha iddialı olduğunu düşünürüz. Çünkü bir porsiyonla kendisinin doyamayacağını hesaba katmıştır. Gelgelelim yemeğin standart lezzetiyle ilgili bir anlaşmazlık olmamasına rağmen müşterinin önüne gelen bir buçuk İskender yemeğinin tamamının iki çatal vuruşu haricinde tüketilmediğini görmekteyiz. Müşteri yemeğin başından ayrılır, hesabı öder, garsonlar gelip arta kalan yığınla eti çöpe gönderir. Oysa ki o arta kalan yemekler, gıdalar pekala dışarıda bekleyen köpek ve kedilere verilebilir. Peki ne oluyor? Her şeyin yolunda gitmesi uğruna, söz konusu çalışma alışkanlığını bozacak herhangi başka bir dış değişkene fırsat vermemek ve dolayısıyla işlerin verimli, kontrollü, hesaplanabilir ve öngörülebilir olması adına her şey akılcı bir biçimde yok edilir. Ve yok edilen oysa devasa boyutlardaki gıdalardır ve her şey israf edilmektedir. Dolayısıyla başlangıçta akılcı biçimde organize olan bir yemek salonu gıda ekosistemini tehdit edebilmektedir. Oysaki fazladan besin çöpe gitmek yerine hayvanlar için yeniden akılcı bir biçimde organize edilebilirdi. Burada açıktır ki temel sorun işlerin akılcı organizasyonunun tamamen insan-merkezli bir anlayış ekseninden hareket etmesinden kaynaklanmaktadır diyebiliriz. Tamamen insan konforunu ve işletmenin düzenini önemseyen ve dolayısıyla kendisini tamamen doğadan ayrıştırmış bir insanlık yalnızca kendi akıldışılığının olumsuz sonuçlarıyla yüzleşmesinin ötesinde içinde yaşadığı doğayı da tehdit ederek büsbütün yaşam alanını riske atmaktadır.

Sanırım bu noktadan itibaren belirli bir organizasyonun akılcılaştırılmasının daha yaşanılabilir formunu geliştirmek ve bunun üzerinde çalışmak mümkündür. Muhtemelen adına “geri dönüşüm” denilen teknolojilerin gündelik hayatımızın her alanında çok daha verimli olarak uygulanması halinde israfın önüne geçilebilir. Gerçi geri dönüşüm teknolojileri ve kampanyalarının bile nihayetinde kapitalizmin akılcılaştırıcı pratiklerinden biri olduğunu belirtmem gerekir. Yine de gerçekçi ve kalıcı bir çözüm olarak düşünülemese de en azından ülkemizin ekosistemini ele aldığımızda gittikçe ağırlaşan ekonomik sorunlarının aşılması noktasında ve insan-doğa arasındaki etkileşimin daha yaşanılabilir, paylaşılabilir ve uyumlulaştırılabilirliği açısından bu ve buna benzer pratiklerin önemli olduğunu söyleyebiliriz.

Kaynakça

Ritzer, G. (2011). Toplumun McDonaldlaştırılması: Çağdaş Toplum Yaşamının Değişen Karakteri Üzerine Bir İnceleme (Ş. S. Kaya, Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

[*] Hamit Ölçer, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü, Doktora Öğrencisi.