Kasaba Kurnazlığı, Sahiplenilmişlik ve Sosyal Çürümenin Psikolojik Kodları
Hepimiz farklı şekillerde ifade etsek de gerçekte oturduğu koltuğun ağırlığını taşıyamayan yöneticilerle sıkça karşılaşmışızdır. Liyakatsizlikleri alenen gözlemlenebilen bu kişilerde hep bir eziklik, aşağılanma korkusu veya hor görülmeye bağlı bir tepkisellik vardır. Oturduğu koltuğu ölesiye sahiplenirler, eleştirilmekten de bir o kadar korkarlar, kendilerinde olmayan onlarca özelliği sanki bunlara sahipmiş gibi anlatarak övünürler ama gerçekte dışarıdan ne kadar acınası olduklarını da fark etmezler… Bu yazımda “kasaba kurnazlığı” olarak da bilinen kişinin kendi çıkarı için edinebildiği basit bilgi ve az deneyimle başkalarını aldatma işine değinmek istiyorum. Ancak bu kavramı ele almadan önce köylü kurnazlığıyla fazlaca karıştırılan “Şark kurnazlığını” tanımlamakta fayda var. Doğu dünyasının anlayış, görgü ve davranış gibi özellikleri çerçevesinde zamana yayma, boş vermişlik, neme lazımcılık içeren uzun vadeli planlar yaparak bir işte karşı taraftan istediğini elde etme işini ifade etmek için kullanılan bir kavramdır şark kurnazlığı. Gündelik yaşam içinde oldukça bilindik bir kavram olan kasaba kurnazlığı, doğunun tarıma dayalı kültürel kodlarını içeren, hatta çoğu durumda sadece kendi lehine olana odaklanan ve diğerini hiçe sayan bir bencilliği de içeren yoğun bir çıkarcılık durumu. Sanırım bir çoğumuz için bu tür insanlar tanıdık gelmiştir.
Türkiye gibi tarım toplumundan enformasyon toplumuna geçmeye çalışan ve aradaki sanayileşme sürecini ağır aksak yaşayan toplumların önemli sorunlarından birisi de “kasaba kültürü tuzağının” aşılamamasıdır. Kasabalılık, kendi değerlerini aşırı şekilde öne çekerek kolektif bellekte meşrulaştıran ortak değerlere sahip olmamaktır; yani bir “ortak değer” üzerinde içinde bulunduğumuz topluluk ve toplumun çoğunluğuyla uyum içinde olmama halidir. Değersizleşme durumu tam da bu noktada başlar. Çünkü toplumun uzun sürede benimsediği değerlerin yıkılması, bireyin topluma olan inancını da azaltır. Böylece kuralları dilediğince esneterek kendine göre değer belirleyen bir güruhla karşılaşırız. Bu güruh, sağlık çalışanlarına, öğretmenlere veya kendi çıkarına davranmayan hemen herkese fiziksel ve psikolojik şiddet uygulamaktan geri durmaz. Bu nobranlık, banalleşme veya sosyal çürüme aslında ortak değeri hiçe sayan yöneticilerin eseridir. Örneğin kendi koyduğu kurala uymayan ve işe geç gelip erken ayrılan yöneticiler, trafik ışıklarını hiçe sayan trafik polisleri veya sigarayı yasaklarken kendi hastane bahçesinde sigara tellendiren doktorlar, aslında bizlere kuralların ne derece esnek ve değersiz olduğunu gösterir. Böylesi bir ortamda değerlerden uzaklaşan insanlar, içgüdülerine göre düşünür ve davranırlar. Onlar için değersizlik, diğerinin kendi alanını işgal etmesidir; kendisi dilediğince her şeyi yapar ve bunu meşru görür. Toplum tam da bu noktada çürümeye başlar.
Elbette ülkemizde keskin sınırları billurlaşmış bir sosyal çürümeden henüz söz edemeyiz ama bunun emarelerini yakın çevremizde hissediyoruz. Yaşantımız eskiye göre daha kaotik bir hal alıyor. Geçmişi iyi şekilde anmaya daha bir meyilliyiz. Bu elbette yaşanan ekonomik ve siyasi gelişmelerin de bir sonucu ancak sosyal çürüme daha derinden gelen bir kavram ve bir kez çürüme başladı mı buna engel olmak imkansızlaşıyor. Ben burada Türkiye örneğinden ziyade Çarlık Rusya imparatorluğunun külleri üzerine kurulmuş Sovyetler Birliği’nden bir analiz yapmak isterim. Sovyetlerin içine düştüğü sosyal çürümeyi daha iyi anlamak için bir film ve bir de dizi önermek istiyorum. İlki Potemkin Zırhlısı. Potemkin Zırhlısı aynı zamanda 1925 Sovyetler Birliği yapımı sessiz bir film olup Türkiye’de ilk kez 1927’de gösterilmiştir. Film, 1905 yılında Rusya’nın Karadeniz filosuna bağlı Savaş Gemisi Potemkin’de dayanılmaz yaşama şartlarından bezmiş mürettebatın Çar rejimine bağlı subaylara karşı başlattıkları bir ayaklanmanın sonunda gemiyi ele geçirmeleri ve sonrasında gelişen olaylar dramatize edilir. Potemkin Zırhlısı Ayaklanması’nı konu alan filmde 1917’de gerçekleşecek olan Ekim Devrimi’nin bir provası niteliğindedir ve 1925 yılında Sovyet hükûmeti tarafından bir devrim propagandası filmi olması için özellikle ısmarlanmıştır. Filmde Çarlık rejiminin çürümüşlüğü anlatılırken, yeni etik kodların gerekliliğine vurgu yapılır. Potemkin Zırhlısı tüm zamanların en etkileyici filmlerinden biri olup 1958 yılında Belçika’nın Brüksel şehrinde açılan Dünya Fuarında “tüm zamanların en büyük filmi” olarak ilan edilmiştir. İkinci önerim ise Çernobil adında 6 bölümlük kısa bir dizi. Hala belleklerimizde olan Çernobil, 1986 yılında Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nde meydana gelen nükleer santral felaketinin öyküsünü dramatize eden bir mini dizidir. Dizinin konusu, olay yerine ilk müdahale eden itfaiyeciler, gönüllüler ve 4. numaralı Reaktör altında kritik bir tünel kazan madenci ekiplerinin çabaları da dahil olmak üzere, felaketle ilgili daha az bilinen bazı hikâyeleri anlatmaktadır Dizi, Belaruslu Nobel ödüllü yazar Svetlana Aleksiyeviç’in “Çernobil’den Sesler” kitabına dayanmaktadır ki bu eserde Sovyetler Birliği’nin çürümüş devlet ve sosyal düzeni ile kasaba kurnazlığını şiar edinmiş yöneticileri alenen betimlenir.
Sosyal çürüme, bir toplumun temel sosyal yapılarının, kültürel değerlerinin, ahlaki normlarının ve sosyal kurumlarının erozyona uğraması veya zayıflaması durumunu ifade eder. Bu durumda toplumda değer kaybı yaşanabilir, güven azalabilir ve toplumsal düzen bozulabilir ki zaten yukarıdaki iki eserde de Çarlık Rusya ve Sovyetlerin içinde olduğu kumdan kaleler alenen gözlemlenir. Peki sosyal çürümenin temel itkisi nedir? Neden toplumlar çürürler? Sosyal çürümenin öncüllerinden biz ve diğerleri ayrımı ne zaman başlar?
Sosyal çürümenin nedenleri arasında ekonomik kriz ve siyasal kutuplaşma gibi yapısal faktörler öne çıkmaktadır. Gelir ve servet eşitsizliği, güvencesiz yaşam ve çalışma koşulları ile sermaye birikim sürecindeki radikal dalgalanmalar da sosyal çürümeyi tetikleyebilir. Zaten bu durumları son birkaç on yıldır deneyimliyoruz. Ancak çürüme aslında daha eskilerden geliyor; gelişimsel psikolojide çocukluk çağında yaşanan bağlanma tecrübelerine konumlanan bencilliğin kökeni daha derin bir duyguya dayanır: “Ben olma hazzı”. Lacan benliğin bu keskin doğasını, “her şeye sahip olmanın dayanılmazlığı” veya “sahip olduklarının sana sahip olması” olarak adlandırır. Bu ters ilişki aslında sahip olma hazzını besleyen ilkel güdüyü de devreye sokar. Yani sahip oldukça daha fazlasını isteriz; istedikçe haz beklentimiz artar. Sonuçta bize maddi haz veren şeyler sahip olduklarımız değil, sahip oluyor olmanın bizde oluşturduğu gölgelerdir. Oldukça karışık olduğunun farkındayım. Özetle şunu anlatmak istiyorum: bir elmaya sahip olduk diyelim; bu elmadan haz aldıysak ikincisini de isteriz. Ancak ikinciden aldığımız haz, ilkinden aldığımızdan farklıdır. Bu maddi haz değil, sahip oluyor olma hazzıdır. Bu her şey için böyledir. Bir çeşit “koleksiyonculuk”. Bu evrimsel olarak daha belirgindir. Geçmişte av veya yiyecek bulamayan atalarımız için bir şeyleri saklamak elzemdi; çünkü her an yemek bulma imkanları yoktu. Oysa günümüzde her şey elimizin altında ve biz hala biriktirme yanlısıyız. Gerçi şu dönemde enflasyon gereği ucuz bulduğumuz veya ileride fiyatının yükseleceğini düşündüğümüz hemen her şeyi alıyoruz ama aslında burada anlatmak istediğim şey biriktirmenin verdiği haz. Bu tam da köylülük veya kasabalılık denen şey aslında: “Kendi çıkarın için elde etmeye muktedir olduğun şeyi sonuna kadar tüket; Bunu yaparak kendi faydanı artır, ama diğerlerini önemseme…”
Sosyal çürümeyi içsel mekanizmalara dayandırmak elbette oldukça zorlama bir yorum olacaktır. Çünkü sosyal alanda bireysel davranmak, oldukça zorlayıcı bir yalıtım ve dışlanma deneyimine maruz kalma riskini göze almayı gerektirir. Burada Makyavelizm kavramından destek almakta fayda var. Makyavelizm, siyasette çıkarların sağlanması adına, her yola başvurulabileceğini savunan ve bu doğrultuda her yolu meşru kabul eden bir düşünce akımıdır. Yani kendi bencil doğası içindeki bir yönetici, kendi çıkarını artırmak için her şeyi yapabilir. Bu ise değeri olmayan bir üst sınıf yaratacaktır. Burada yönetici kademesini özellikle üst sınıfta konumlandırdım. Çünkü her toplumu idare eden yönetim kadroları geleneksel olarak elitler arasından seçilirler. Bu Sovyetlerde de böyle olmuştur. Pareto buna “Elitlerin Dolaşımı” demektedir. Elitlerin dolaşımı, siyasi kurumların ne kadar demokratik göründüklerinden bağımsız olarak toplumların elitler tarafından yönetilme eğilimini ifade eder. Pareto’ya göre, elitlerin dolaşımı, toplumun alt kesimlerinin belirli koşullar altında ve ilişkiler ağı içerisinde yükselebileceklerine dair verilen güvence ve umut, bölünmüş toplumsal yapının istikrarının teminatı niteliğindedir. Bu teori aslında toplumsal yapının devamının belirli değerlere sahip yöneticilerin iktidara gelmesiyle mümkün olabileceğini savunur. Yani uygarlık, değerlerin edinimiyle mümkündür.
Kasaba kurnazlığı kavramını bencilliğe bağlı değersizleşmenin bir sonucu olarak ele aldığımızda günümüz toplumsal yaşamında ve insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde sıkça karşılaşılan bir durumdur. Bu durumda, insanlar, birbirlerini kandırmak, aldatmak ve manipüle etmek için her türlü yolu deneyebilirler. Kasaba kurnazlığı, insanların güç istencini tatmin etmek için kullandıkları bir araç olabilir. Güç istenci, Nietzsche’nin felsefesinde önemli bir yere sahiptir. Nietzsche’ye göre, güç istenci, insanın doğasında bulunan bir özelliktir ve insanın hayatta kalabilmesi için gereklidir. Güç istenci, insanın kendisini aşmasını sağlayan bir araçtır ve insanın kendisini aşması, onun hayatını anlamlı kılar. Ancak kasaba kurnazı için hayatı anlamlı kılmak; ancak diğerini bastırıp maddi imkanları kendi lehine kullanmak veya şöhret ya da maddi kazanç elde etmek olarak anlaşılır. Buna karşın insanların temel motivasyon kaynağını şiddet ve cinselliğe dayandıran Freud, bencil ve değersiz insanların aslında çekingen, içe kapanık veya bastırılmış kişiliğe sahip olduğunu savunur. Ona göre yaşamlarını sürekli ezilmiş şekilde yaşayan ve hiçbir başarı elde edemeyen insanlar, güce eriştikleri noktada diğerlerini baskılayacaklardır. Güce erişirken genellikle legal olanı değil, değer gözetmeyen kısa yolu seçerler. Liyakatsizlik her şekilde belirgindir ve kendilerine o gücü veren üst makamların da kölesidirler. Drucker, kasabalı nobran, değersiz ve liyakatsiz yöneticilere “sahiplenilmişler” der. Ona göre sahiplenilmişlik, belirgin bir yetenek veya kariyer olmaksızın bir kişinin veya örgütün onayıyla bir kurumda yönetici olarak çalışan bilgisiz, cahil ve değer yargısından uzak insanı tanımlar. Bu tür insanlar genellikle maddi imkanlara ve cinselliğe meylederler ve etrafındaki herkesi kendisi gibi satın alınabilecek mallar olarak görürler. Williams’a göre bir kez sahiplenilirseniz bir daha asla özgür iradenizle karar vermezsiniz. Sizi oraya atayan kişi veya grupların diliyle konuşmak, onların beyniyle düşünmek ve onların kulaklarıyla duymak zorundasınızdır. Bu açıklamalar hepimiz için tanıdık gelmiş olmalı, çünkü kariyerlerimiz boyunca en az bir sahiplenilmiş yönetici görmüşüzdür.
Sahibinin başkası olduğunu bilen kasaba kurnazı için artık tüm değer duvarları yıkılmıştır. Bu tipler kendi değersizliğinin diğerleri üzerinde karşılık bulmasını istediklerinden, kendilerini öven herkesi yüksek makamlara getirme eğilimindedirler. Suçlu olmayan çalışana ağır cezalar verilir, kendisine yakın ama suç işleyen çalışanlar görmezden gelinir. Sahiplenilmiş yöneticinin idare ettiği kurum yaşanmaz bir cehenneme dönüşür. Kaliteli çalışanlar işten ayrılır ve kurum giderek içe çöker; böylesi ortamlarda liyakatsizlik, liyakatsizliği besler ve sosyal çürüme derinleşir. Yakın çevremizde bu tür yöneticilere bolca örnek bulabiliriz. Belirli siyasi parti, sendika veya dini gruplar tarafından sahiplenilmiş onlarca yönetici, bir tek-tipleşme oluşturur. Bu tek boyutluluk kendi içinde derin bir sosyal çürüme dinamiğini de besler. Önce kurumların içi değersizleştirilir, sonra zamanla kurumun var olma nedeni ortadan kalkar veya bu neden değişime uğrar. Bu noktada sosyal çürüme, bir dönüşüm süreci olarak da değerlendirilebilir. Farklı seslerin yan yana gelebilmesi, toplumun dinamik hale gelmesini sağlayabilir. Ancak, bu dönüşümün gerçekleşebilmesi için toplumda bireyselliğini elde etmiş bir yapı olması gereklidir. Burada kastedilen bireylik, bencillik değildir; aksine birey olduğunun farkında olup toplumun bir parçası olan ve toplumun değer atfettiği ilke ve kurallara uymaya gönüllü kişiler tasvir edilmektedir. Bu ise uygar toplum idealinin öncülüdür. Yani toplumu oluşturan bireyler neyi neden yapacaklarının farkındadır; bir işin neden ve sonuçlarını idrak edip kendileri ve toplum için en doğru olanı seçmeye meyillidirler. Böylesi bir toplum idealine ne kadar yakınız veya uzağız bilmiyorum. Ancak tek bildiğim sosyal çürümenin de sosyal bütünleşmenin de tamamen güçlü bir toplumsal yapı ve kurumlar oluşturmaktan geçtiğidir. İyi bir adalet ve eğitim sistemiyle yapılamayacak toplum ideali yoktur. Adil bir dünyada güvenle yaşayan ve geleceğe umutla bakan bir gençlik, sosyal çürümenin değil bütünleşmenin yapı taşı olacaktır.
Sözlerimi birkaç kitap ve film önerisiyle bitireyim:
House of Cards: Bu Netflix dizisi, Amerikan siyasetindeki güç mücadelesini konu alıyor ve makyavelist stratejileri kullanarak iktidara yükselmeye çalışan bir politikacının hikayesini anlatıyor.
The Fountainhead (1943): Ayn Rand’ın romanı, bencilliği ve bireysel özgürlüğü savunuyor.
The Selfish Gene (1976): Richard Dawkins’in kitabı, evrimsel biyolojiyi kullanarak bencilliği açıklıyor.
The Wolf of Wall Street (2013): Bu film, Jordan Belfort’un hayatını anlatıyor ve bencilliğin finansal başarıya nasıl yol açabileceğini gösteriyor.
The Social Network (2010): Bu film, Facebook’un kuruluşunu ve Mark Zuckerberg’in hayatını anlatıyor.
The Great Gatsby (1925): F. Scott Fitzgerald’ın romanı, zenginlik, aşk ve bencillik hakkında bir hikaye anlatıyor.
The Social Dilemma (2020): Bu Netflix belgeseli, sosyal medyanın insanların hayatlarına nasıl etki ettiğini ve bu etkinin gelecekte nasıl olacağını inceliyor.
The Great Hack (2019): Sosyal çürümenin dijital dünyadaki izlerine odaklanan bu belgesel, Cambridge Analytica skandalını ve Facebook’un veri ihlallerini inceliyor.
The Circle (2013): Dave Eggers’in romanından uyarlanan bu film, bir teknoloji şirketinde çalışan genç bir kadının hikayesini anlatıyor.
1984 (1949): George Orwell’in klasik romanı, totaliter bir rejimde yaşayan bir adamın hikayesini anlatıyor.
Brave New World (1932): Aldous Huxley’in romanı, gelecekteki bir distopyada geçiyor ve insanların mutluluğu için özgürlüklerinden vazgeçmeleri gerektiğini savunuyor.