ÇOCUKLUĞUMUZA DUYULAN ÖZLEM VE ÖZÜMÜZÜN GEREKLERİNİ HATIRLAMAK
Çocukluğunu özlemeyen var mı?
Çocukluğumuzun acı ve tatlı anıları her daim bizim en kıymetlilerimizdir değil mi? Her birimiz çocukluğumuza özlem duyar, çocukluğumuzda daha mutlu olduğumuzu, o zamanlar her şeyin şimdikinden çok farklı olduğunu dillendirir dururuz.
Peki neden bu özlem?
Değişen sadece yaşam koşulları mı yoksa bizler de mi bunun sorumlusuyuz? Çoğumuz suçu değişen yaşam koşullarına ve toplumsal dönüşüme yükler. Peki biz de o toplumu oluşturan bireyler değil miyiz?
Ancak kendi anne babamıza sorduğumuzda da aynı cevabı alıyoruz. Onlar da kendi anne babalarına sorduklarında da aynı cevabı alıyor: Nerede bizim çocukluğumuz diye. Her kuşak bu soruya aynı yanıtı veriyorsa suç sadece değişen devirde mi yoksa kendi içimizde de mi?
Evet, sosyolojik değişimler psikolojik değişimleri de beraberinde getirir. Bu su götürmez bir gerçektir. Özellikle sanayileşme ve kentleşmeyle birlikte başlayan insan ilişkilerindeki kopmalar, yabancılaşma, yalnızlaşma, teknoloji devri ile birlikte hat safhaya ulaşmış durumda. Kapitalist dünyanın sömürgeci yüzü, güven sorunu, geçim koşuşturmacası, sahip olma hırsı, ebeveyn olmanın getirdiği sorumluluklar, sosyal medya bağımlılıkları derken insanların çocukluğundaki huzur ve mutluluğa dair özlemi daha da artıyor.
Ancak tüm olumsuzluklara rağmen çocukluğumuzdaki mutlu ruhumuzu yakalamamız mümkün değil midir?
Epiktetos der ki: “At şarkı söyleyemediği zaman mutsuz mudur? Hayır, ama koşmazsa mutsuz olur. Köpek uçmadığı zaman mutsuz mudur? Hayır, koku alamazsa mutsuz olur. İnsan aslanları boğamadığı ya da olağanüstü işleri yapamadığı zaman mutsuz olur mu? Hayır, o bunun için yaratılmış değildir. Ama insan saflığı, iyiliği, vefayı ve adalet duygusunu, ruhundaki tanrısal değerleri yitirdiği zaman mutsuz olur.”
Epiktetos’un bu sözleri üzerine şimdi tekrar çocukluğumuza dönelim ve bazı eklemeler yapalım.
Hayal kurmaktan, hayal diyarlarında gezinmekten büyük keyif alan çocukluğumuz...
Soru sormaktan bıkıp usanmayan, merakını körükleyip her detayı öğrenmek isteyen çocukluğumuz...
Her türlü oyuna dahil olup eğlenmenin, dans etmenin, dertten tasadan uzaklaşmanın sırrını bilen çocukluğumuz...
Gülerek şifa bulan, olup olmadık anlarda şen kahkahaları havada uçuşan çocukluğumuz...
İyiliği, saflığı, sevgiyi, merhameti, yardımseverliği ön plana alan erdem timsali çocukluğumuz...
Çevrem ne der diye düşünmeden dilediği renkleri giyip özgürce sokağa çıkan, saçmalamanın keyfine varan enerjik çocukluğumuz...
Kimseyi zihnine yük etmeyen, dertleri tiye alan, unutma sanatını çok iyi bilen çocukluğumuz...
Yaratıcılığı ile sınır tanımayan, denemekten yorulmayan, başarısız olduğunda pes etmeyen azimli çocukluğumuz...
İle şimdiki bizler... Aramızda kaç fark buluruz sizce?
Eğer aradaki fark çok ise içimizdeki çocuğu kendi ellerimizle yok etmiş olabilir miyiz?
Gülmek, eğlenmek, hayal kurmak, merak etmek ve erdemli olmak sadece çocuklara mı özgüdür? En büyük yanılgıyı bu noktada yaşıyoruz kanımca. Tüm bu saydıklarım aynı zamanda insan olmanın da gerekleri değil midir?
İçimizdeki çocuğun yaşama sevincini ve yaşama tutunma gereklerini neden hayatımızdan çıkarma çabası içindeyiz. Hayal kurmak, eğlenmek, gülmek, dans etmek ve en önemlisi erdemli olmak bedava değil mi? İçimizdeki sevgi, merhamet, adalet duygusu da birer birer buhar olurken bizden de bir parça alıp götürmüyor mu dersiniz?
İnsanı asıl mutlu eden şeyler aynı zamanda para ile satın alınamayacak kadar kıymetli olan şeyler değil midir? Para ile satın alınamayacak şeyleri yerine getirmek; ona buna caka satmak, sahip olma hırsına kapılarak yapılan harcamalar ve ekstra çalışmalardan bize daha pahalıya mı geliyor?
Materyalist yanımız ivme kazanırken manevi yönümüzdeki çöküş, ruhumuzun ilahi özelliklerinin de içini boşaltıp götürüyor olabilir mi dersiniz...
Sağlıklı, uzun ve mutlu yaşayan insanların yaşam tarzlarının altından aslında çocuk ruhlarını kaybetmemiş oldukları çıkıyor karşımıza. İnadına eğlenmek, gülmek, dans etmek, stresten uzak durmak, keşfetmekten vazgeçmemek, insan ilişkilerine ve manevi değerlere önem vermek ve egzersiz yapmak...
Yaşımızı aldık, bizden geçti, millet ne der, ben ne dertlerle cebelleşiyorum, insanlar kötü iyiliği hak etmiyor, hala çocuk gibi davranmaktan vazgeç kocaman kadın/erkek oldun, diyenlere ise şunu söyleyebilirim:
Bir gemi derin sularda çok rahat bir şekilde yüzebilir. Ancak içine su aldığında batar...
Her canlıyı mutlu ve huzurlu kılan özünün gerekleri varoluşuyla birlikte ona verilmiştir. Özümüzün gereklerini hatırlamak ve içimizde hala var olduğuna emin olduğum çocuğun, bize şifa olan gülümsemelerini tekrar diriltmek umuduyla... Çünkü biz hala o çocuğuz, sadece o çocuk, yaş aldı o kadar...
Filmlerle, kitaplarla ve felsefeyle kalın...