KESİN İNANÇLILIK ÜZERİNE
İnsan insan yapan en temel özellik arayış içinde olmasıdır, diyebiliriz. Asgari olanla yetinmeyip sürekli çıtayı yükseltmek, her seferinde arayışı daha rafine haline getirmek. Hakikati buldum demeden arayışı derinleştirmek. Bunun ön koşulu şüphe duymaktır. İnsanlık tarihini ilerleten de bu bitimsiz dizge. Yolculuk taş taş üstüne konularak devam ediyor. Bilim ve felsefe şüpheyle yol alıyor. Yaşamı ilerletip zenginleştiriyor. Bir ideoloji bunlarla uyum içinde olduğunda hakikate bir ölçüde yaklaşılabiliyor. Uyumsuzsa ideolojik sapkınlıklar, çarpıklıklar ortaya çıkıyor. Bu ideolojiler uygun bir ortamda bulduğunda gelişip serpiliyor ve başkaları için hayatı çekilmez kılıyor. Bugün için düşünüldüğünde, neo-liberalizm ve onunla uyum içinde olan ırkçılık, dincilik gibi pozisyonlar başkaları için nefes almakta zorlanılan bir iklim yaratıyor. Kendini sorgulatmayan bu pozisyonlar, gerçeklikten kopuk halleriyle, yıkımdan başka bir şey getirmiyor. İnsanlığı çürütüyor ve gelişim olanaklarını baltalıyor. Bu ideolojiler düşünsel iklimi de günlük hayatın ekonomik-politik gerekliliklerini de hiçe sayıp yaşamı çöle dönüştürüyor. Yeni Ortaçağ dediğim bu dönemin müritleri aynı zamanda suyun başını tutanlar. Eşitlikçi, seküler bir değişime direnen ve bundan nemalananlar. Yeni Ortaçağın bu döngüsünden fayda sağlamadığı halde döngüyü sahiplenen halk kesimleri ise ideolojik bir büyücülüğe teslim olarak politikleşip hazin bir görüntü verebiliyorlar. Kör inançlılar, kesin inançlılar ise daha çok onların arasından çıkıyor. Yani, haybeye hamallık! Şüphe, sorgulama eylemi gerçekleştirilemediğinde ortada ucu bucağı olmayan bir çöl iklimi kalıyor.
Konuyu dağıtmamaya gayret ederek yazıyı genişletmeye çalışayım. Yeni Ortaçağın dini neo-liberal yaklaşımın nasıl bir zihin bulanıklığı ve çölleşme yarattığına dair iki örnek üzerinden ilerleyelim. Bu liberal yobazlık insansızlıkla sakatlanmış, yaşam gerçekliğinden uzak ve fazlasıyla kitabi.
Soma maden faciasında (2014) 301 madencinin ölümü sonrasında denetimsizlik ve maden sahibinin kollanması nedeniyle bu durumun bir katliam olduğuna dair yapılan vurguya itiraz üzerinde duralım. Bir liberal yaklaşıma göre, işçinin burada çalışmayı kendi iradesiyle seçtiği ve sonuçlarına da katlanmak zorunda olduğu yolundaydı! Sosyolojik gerçeklikten uzak bu yaklaşım etik ve vicdani açıdan tam bir kuraklık göstergesi. Tarımsal yapının çözülmesi, çiftçilerin işçileşmesiyle sonuçlanan bu kontrolsüz süreci kapitalist döngünün kaçınılmaz sonucu olarak görmek daha nesnel ve gerçekçi bir yaklaşım olacaktır. Seçme şansı olmayan insanları sorumlu olarak görmek gerçek sorumluları görünmez kılmaktan başka bir anlama gelmiyor. Burada herhangi bir insani değer görmek oldukça zor.
Bir başka örneği de organ satışı üzerinden verebiliriz. Bu liberal yaklaşım bunu insanın kendi bedeni üzerindeki tasarruf hakkı olarak değerlendirmekte! İnsanları buna sevk eden koşullar görmezden gelinip, kişi sorumlu kılınmakta. Yaşam koşullarının ağırlığı görmezden gelinmekte, yadsınmakta. Akla ziyan bu yaklaşım etik değerlerin bir hayli uzağında, insanı alçaltan bir görünüm sergiliyor. Bu bağnazlık insani değerlerin hiçe sayıldığı bir dünyayı arzuluyor aynı zamanda. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler,” ideolojisinin geldiği nokta.
İdeolojik körlükle sakatlanmış, yaşamın gerçekliğinden beslenmeyen, nedenleri görmezden gelen, insansız yaklaşımlar bunlar. Bu yaklaşımlar, yaratacağı tahribatı, değerler erozyonunu görmezden gelip sahte bir “özgürlük” algısı da yaratmakta. Bu ideolojik keskinlik ve katılık, yaşamın gerçekliğinden uzak oluşla, bağnaz bir ideolojik yaklaşımın sonuçları açısından değerlendirilebilir. Duruşunda şüphenin ilerleticiliğine yer bırakmayan bu anlayış kendini de insanlığı da çürütüyor.
İnsanlığın dertlerine kulaklarını tıkayan, bu dertleri görmezden gelen; azınlıkta kalan sınıfa göbekten bağlı, onların çıkarlarından başka bir derdi olmayan ideologlar ve müritleri geniş halk kitleleri için yanıltıcı bir işlev görüyor. Toplum içindeki insanı oradan soyutlayıp köksüzleştirmek, bireycileştirmek, yapayalnız ve çaresiz bırakmak sisteme itaati sağlayan bir proje aynı zamanda. Dayanışma yoluyla hak talebinde bulunma, eşitlik ve özgürlük istemi arkaik bir durum olarak aşağılanıp atomize edilmeye çalışılıyor. Neo-liberal düzene itiraz olarak algılanabilecek her birliktelik potansiyel bir tehlike, hatta kriminal bir durum olarak ele alınmakta.
Kesin inançlılar, dogmatik inanışlardan besleniyor. Kendilerini bir tür yanılmazlık ve kibir zırhına bürüyorlar. Neo-liberaller bugünün ekonomik-politik düzeninin evrensel bir nitelik taşıdığı yanılgısı üzerinden besleniyor ya da çıkarları bunu gerektiriyor. Irkçılar ve dinciler küçük pürüzler dışında neo-liberal düzenle barışık yaşıyorlar. “Çeşitlilik, özgürlük ve demokrasi” vadeden neo-liberal düzen, gerici yaklaşımların önünü açmakta pek mahir davranıyor. Yeni Ortaçağın suistimal ettiği bu kavramlar, görünürde farklı özde aynı insan tiplerinin üretiminde ideolojik araçlar işlevi görüyor. İçleri boşaltılan bu kavramlar, insanlığın ilerici birikiminin elinden alınmaya çalışılıyor.
Kesin inançlılıktan uzak, yaşam deneyimleriyle zenginleştirilmiş ideolojiler ve kişilikler, hakikatin ve gerçeğin bilgisine biraz daha yaklaştırıyor bizi. Hiç yanılmadığını, hep doğru yerde durduğunu iddia eden; inançlarından şüphe duymayan, temelsiz bir özgüven sergileyen insanlar ve ideolojileri hayatı yeterince sıkıcı yapıyor, yaşamı zorlaştırıyor zaten. Onlar yaşamı kendi dar pencerelerinden göremezler, onu olduğu gibi değerlendiremezler. O akışkan, sürekli devinen yaşam onların zihinlerinde donmuştur. Büyük oranda dogmalarla yaşarlar. Bununla birlikte keskin ve katıdırlar. Yaşamın bin bir renkli yüzü onlar için siyah ve beyazdan ibarettir. Kendilerine bir konfor alanı yaratıp her şeyin cevabını buradan dikte ederler! Her şeyin formülünün, çözümünün ellerinde olduğunu sanırlar. Bu sapkınlık onları mutlu edemediği gibi çevrelerinde de yıkım yaratır. Şeytandan kaçar gibi hızlıca uzaklaşmak gerekir bu insanlardan ve ideolojilerindenJ