Jean Jacques Rousseau’yu Yeniden Yorumlamak[*]
Bazı düşünürler vardır ve onların ortaya koydukları fikirler hayata heyecan katar, onların sıra dışı fikirleri yüzyılları aşar ve onlar yeniden yorumlanmayı hak ederler. Sanırım Jean Jacques Rousseau da bunlardan biridir. Bu yazının amacı 18. yüzyıl düşünürü olan Jean Jacques Rousseau’nun Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev (2007 [1750]) adlı eserini sosyolojik bakış açısı üzerinden yeniden yorumlama girişiminden ibarettir. Açıktır ki Rousseau modern anlamda bir sosyolog değildir. Öte yandan Rousseau’nun fikirlerinin sosyolojik çağrışımlarındaki derinliğin ve canlılığın görmezden gelinemeyeceğini söyleyebiliriz.
Jean Jacques Rousseau gerçekten de benim için -en azından sosyolojik çerçeveden baktığımda- çağdaş anlamda yeniden yorumlanması gerektiğini düşündüğüm sıra dışı bir düşünür olmuştur. Muhtemelen o Aydınlanma çağının en aykırı, asi, en marjinal kişisidir ve bir o kadar da Aydınlanma aklının tipik bir figürü. Yine de Rousseau’yu kendi çağdaşlarından ayıran taraflarının daha çok göze çarptığını belirtmek gerekir.
Her şeyden önce üslubunun etkisi bakımından Rousseau’nun insanda son derece gerçekçi bir duygu atmosferi yarattığını belirtmek gerekir. Rousseau’nun yazarken bütün benliğiyle yazdığını, daha doğrusu yazma eyleminin adeta onun ta kendisi olduğunu söyleyebiliriz. Onun ele aldığı konular çeşitli türdedir ve katmanlı bir atmosfere sahiptir. Bu kapsamda Rousseau’nun neredeyse her yapıtının farklı ilgiler (siyaset felsefesi, edebiyat, sosyolojik düşünce tarihi) açısından önemli bir yere sahip olduğunu görüyoruz. Bununla beraber onun en özgün denilebilecek -neredeyse tam da onu ifade eden- eseri 1750 yılında yazdığı Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev’dir. Onun yapıtının derinliği günümüze kadar ilham vermektedir.
Jean Jacques Rousseau’nun Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev adlı yapıtının sosyolojik düşünce tarihi açısından önemli bir yere sahip olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda, bu yazıda, onun yapıtı üzerine sosyolojik yeniden yorumlamada bulunmamın kim bilir belki de bazıları için çok aşırı bir yorum, ya da sözgelimi zorlama bir bakış açısı veya kim bilir belki de sıra dışı bir fikirmiş gibi de gelebilir. Bunları şimdilik askıya almayı deneyeceğim ve bildiğim şeyi yapmaya çalışacağım ve burada düşüncelerimi ifade etmeye çalışırken eğer gerçekten de bir fikir verebilirsem bunun sadece bir “tartışma” olarak kalmasını yeğlerim.
Jean Jacques Rousseau’nun Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev’i onun kendi özgün fikirlerini en cesur bir biçimde ortaya koyduğu yapıttır denilebilir. Düşünebiliyor musunuz, neredeyse aklın tamamen liberal-ilerleme fikrine kör kütük bağlandığı bir dönemde Rousseau Dijon Akademisi’nin ödüllü projesinde kendi söylevine prosedürel bir saygı anlayışıyla giriş yapmakta ama nihayetinde projesini herkesi şoke edecek bir bakış açısıyla sonlandırmakta. Söz konusu tartışma bilimlerin ve sanatların insanlığı ahlaki açıdan ilerlettiği mi yoksa gerilettiği mi sorusu üzerineydi. Rousseau’nun buna yanıtı olumsuzdur.
Rousseau öz itibariyle “pastoral” bir düşünürdür. Başka bir deyişle o, “doğal olanın” filozofudur. Buradan hareketle acaba sosyolojik düşüncenin Doğulu kurucu isimlerinden biri olarak kabul edilen İbn-i Haldun’un “asabiye” kavramını düşündüğümüzde Rousseau’nun da aslında “doğal”dan kastı veya sıklıkla “erdem” dediği şey böyle bir şey miydi? İlginçtir burada hem İbn-i Haldun’un hem de Rousseau’nun insanın kendi doğallığından, öz değerlerinden, erdemli yanlarından nasıl uzaklaştığına ve bunun yol açtığı toplumsal bozulmaya dikkat çektiğini söylemek zor olmayacaktır. Haldun’un uygarlaşmayla, kentleşmeyle birlikte asabiye değerlerinin bozulduğuna dair fikri bir bakıma kırsaldan kentsele doğru sosyolojik bir değişim vurgusunu içeriyordu. Benzeri bir değişimi Rousseau da görmüştür.
Dikkat çekici olan şey şu ki bana göre Rousseau’nun Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev’inin sadece bilimler ve sanatlar üstüne edilmiş konuşma metninden ibaret olmadığıdır. Kanaatimce onun eseri bir bakıma toplumsal değişim sosyolojisini veya uygarlığın sosyolojik eleştirisi olarak okunabilecek türden erken dönem toplumsal fikirleri içermektedir. Şu halde Haldun’un asabiye teorisine benzer bir bakış açısıyla okumaya çalıştığımız vakit Rousseau bilimlerdeki ve sanatlardaki ilerlemelerin beraberinde getirdiği lükslerin, kibarlığın ve dolayısıyla uygarlaşmış bir kentlilik olgusunun toplumsal hayatın beşeri doğasında bir kırılmaya yol açtığını düşünür. Rousseau kırsaldan kentleşmeye, doğal olandan yapay olana, kısacası uygarlaşma eğiliminde olan insanlığın toplumsal açıdan sosyal dayanışma ruhunu, birliktelik ruhunu ifade eden birtakım erdemleri yitirdiğine dikkat çekmiştir diyebiliriz.
Rousseau’nun fikirleri enteresan bir biçimde dizginsiz ilerleme ile “toplumsal çözülme” arasında bir ilişkinin olabileceği fikrini veriyor olabilir. Eğer bilimler ve sanatlar başlı başına aynı zamanda teknolojik anlamda gelişmeler olarak yorumlanacak olursa o zaman Rousseau teknolojik gelişmelerin toplumun doğal-manevi kültürel değerlerini dönüşüme uğrattığını düşünür. Zira Rousseau ilgili yapıtının bir yerinde “rahatlıklar arttıkça, sanatlar ilerledikçe, lüks her tarafa yayıldıkça, mertlik bozuluyor; askerlik değerleri kayboluyor” (Rousseau, 25) der. Burada mertliğin bozulması ve askeri değerlerin kayboluşundan kasıt yine Halduncu asabiye kavramı üzerinden yorumlamak mümkündür.
Rousseau’nun fikirlerini Halduncu perspektiften çok daha ilerilere taşıdığımız vakit daha enteresan bir bakış açısıyla karşı karşıya kalırız. Şu hâlde bilimlerdeki ve sanatlardaki ilerlemeleri aynı zamanda araçsallaşmış bir aklın ürünü olarak yorumlarsak burada Rousseau’nun çok daha öngörülü denilebilecek bir bakış açısına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu bakımdan Rousseau’nun Aydınlanma’ya dair olumsuz eleştirinin tam da aklın kendi kendini nasıl da yıkıma sürükleyebileceğine dair çok daha çağdaş bir fikri kendi içinde barındırdığını ifade edebiliriz. Burada Rousseau’nun ilginç bir biçimde Frankfurt Okulu’nun mensupları olan Adorno ve Horkheimer’in Aydınlanma’ya ve onun aklına yaptığı eleştiriye benzer bir konumda durduğunu söylemek zor olmasa gerektir.
Rousseau’nun Frankfurt Okulu’nun Aydınlanma eleştirisi ve kültür eleştirisini çağrıştıran bir düşünsel perspektife sahip olduğunu düşünmüşümdür hep. Gerek Rousseau’nun gerekse de Frankfurt Okulu’nun insanlığın angaje olduğu tamamen ilerlemeci-rasyonelleşmiş bir toplumsal formasyonun dayandığı düşünce çizgisini eleştirdiğini söyleyebiliriz. Ve bence çağdaş yorumla Rousseau, Frankfurt Okulu’ndan çok daha önce aydınlanmacı-ilerlemeci bakış açısının otoriter kişilik yapılarına ve otoriter toplumsal formasyona yol açabileceğine dair kaygısını ifade etmiştir diyebiliriz.
Rousseau’nun Söylev’deki ilk sözleri başlangıçta uyumlu, barışçıl ve iyimser bir dünyayı betimliyor görünmektedir. Rousseau şöyle der: “İnsanın, kendi çabaları ile hemen hemen yokluk içinden çıkışını, çevresine doğanın sarmış olduğu karanlıkları aklının ışıkları ile dağıtışını, kendi üstüne yükselişini, zekası ile göklere doğru atılışını, sınırsız evren içinde dev adımları ile yürüyüşünü, daha büyük, daha güç bir iş olarak da kendi içine kapanıp insanı tanımaya, onun yapısını, ödevlerini ve amacını öğrenmeye çalıştığını görmek bizim için ne büyük, ne güzel bir şey görmektir. Son yüzyıllarda insanlık bu harikaları yeniden gösterdi” (Rousseau, 2007: 7). Öte yandan Rousseau adeta her şeyin iflas ettiği, tüm ahlakın, erdemin yerle bir olduğu daha kasvetli ve kaygı dolu bir dünyayı işaret ederken sözlerinde çok daha iddialıdır. “… burada etki ortadadır; bozulma gerçekten vardır; bilimlerimiz ve sanatlarımız geliştikçe ruhlarımız bozulmuştur. Bu yalnız bizim çağımıza ait bir felaket midir, diyeceksiniz… İnsandaki gereksiz merakın doğurduğu kötülükler, yeryüzü kadar eskidir. Nasıl okyanus sularının alçalıp yükselmesi gece bizi aydınlatan gezegenin düzenli etkisine bağlıysa, namus ve ahlakın akıbeti de bilim ve sanatların gelişmesine bağlıdır. Onların ışıkları ufkumuzda yükseldikçe erdemin kaybolduğu görülmüş ve aynı olay her çağda, her yerde olmuştur” (Rousseau, 2007: 11). Rousseau’nun bu sözlerini buraya aktarmamdaki amacım illaki Rousseau ile Frankfurt Okulu mensupları olan Adorno ve Horkheimer’in fikirleri arasındaki benzerliği kanıtlamak olmasa da dikkat çekici olan şey şu ki Adorno ve Horkheimer’in Aydınlanma’nın getirdiği ilerlemeler karşısındaki iyimserliğin nasıl da kendi kendini olumsuzladığına ilişkin sözlerinin Rousseau’nun kafasını meşgul eden tarzda bir kaygıyı ifade ettiğini de belirtmek isterim. Adorno ve Horkheimer şöyle der: “En geniş anlamda ilerlemeci bir düşünme olarak Aydınlanmanın öteden beri hedefi, insanları korkudan arındırmak ve efendi konumuna getirmek olmuştur. Ne ki tamamen aydınlanmış şu yeryüzü muzaffer felaket alametleriyle parlıyor…Durdurulamaz ilerlemenin laneti durdurulamaz gerilemedir…“Akıl amaçsız bir amaçsallığa dönüşmüş ve tam da bu yüzden her türden amaca hazır hale gelmiştir. Kendisine doğrultulmuş bir plandır akıl” (Adorno & Horkheimer, 2014: 19, 59, 124).
Elbette ki Rousseau’nun üslup açısından, düşünceyi dile getirmesi bakımından çok daha yargılayıcı ve öznelci bir ifade biçimine sahip olduğunu belirtmek gerekir. Ama eğer Frankfurt Okulu’nun mensupları olan Adorno ve Horkheimer’ın başyapıtı olan Aydınlanmanın Diyalektiği (2014) adlı eserini bir bakıma insanlığın içine düştüğü bir akıl tutulması veya doğal olana yabancılaşması olarak yorumlarsak gerek Rousseau gerekse de Frankfurt Okulu’nun “doğallığından arındırılmış” bir toplum fikrine şiddetle karşı çıktıkları (Biro, 2005) söylenebilir. Şu hâlde doğallığından arındırılmış bir insan bu bağlamda her türlü yapay, akılcılaştırılmış ve estetize edilmiş davranış kalıplarının, lükslerin, modanın, zarafet ve kibarlık adı altındaki gösterişçi davranışların aldatıcı, manipüle edici, tek tipleştirici prosedürlerin öznesi haline gelir.
Bununla beraber Adorno ve Horkheimer’in reklam ve propaganda teknolojileri yoluyla insanlığın nasıl da birer sürüye dönüştürdüğüne dair fikirlerine benzer bir biçimde Rousseau’nun da çok daha erken dönemlerde bilimlerdeki ve sanatlardaki ilerlemeci mantığın insanları yeknesak, otoriter bir kalıba soktuğunu ifade etmesi ilginçtir. Rousseau şöyle der: “Zamanımızda hoşa gitmek sanatı daha ince bir zevk ve daha ustaca özentilerle birtakım kalıp ve kurallara boğulmuş olduğundan ahlak ve adetlerde bayağı ve aldatıcı bir yeknesaklık hüküm sürmekte, bütün ruhlar aynı kalıba dökülmüş gibi görünmektedir. Hep nezaket gerekleri, kibarlık zorunlulukları içindeyiz; hep adetlere, kurallara uymaktayız. Hiç kendi ruhumuza uyduğumuz yok. Kimse olduğu gibi görünmeye cesaret edemez olmuş. Zorunlulukların sürekli baskısı altında toplum denilen bu sürüyü meydana getiren insanlar belli durumlar karşısında hep aynı şeyleri yapacaklardır; başka türlü davranabilmeleri için çok önemli sebepler olması gerekli” (Rousseau, 2007: 9-10). Muhtemelen aşırı bir yorum olarak değerlendirilebilir ancak burada Rousseau bir bakıma bilimlerin ve sanatların incelmiş halleriyle insanlar için neyin iyi veya güzel olduğuna dair bir çeşit “kibarlık baskısı” yoluyla “sürü toplumu”nun varlığına dikkat çekmiştir diyebiliriz.
Burada yazıyı daha detaylandırmak mümkün olabilir ancak yine de bir fikir vermek açısından bu şekilde bir taslak sunmayı yeğledim. Sonuç itibariyle Jean Jacques Rousseau için muhtemelen modern dünyanın ve dolayısıyla modern toplumun ilk eleştirmeni diyebiliriz. Her şeyin ilerlemeci-aydınlanmacı buluşlara angaje olduğu bir çağda Rousseau’nun yaygın düşünce biçimlerine sert eleştiriler getirmesi kendi döneminde epey şaşırtıcı bir gelişmeydi. Söylev’i okuduğumuzda Rousseau için kilit mesele Dijon Akademisi’nin ödülünü kazanmak değildi. Rousseau bir bakıma kendine özgü üslubuyla Aydınlanmanın son derece sert bir eleştirisini yapmıştı. Çünkü Rousseau modern dünyanın ve biçimlenmekte olan modern toplumun aynılaştırıcı ve baskıcı eğilimini fark edebilmişti. Ona göre bilimlerin ve sanatların yükselişi salt teknik anlamda bir ilerlemeyi değil, aynı zamanda toplumsal anlamda insanlığı erdemsizleştirici, kendi doğasından uzaklaştırıcı ve dahası insanı kendi insanlığından çıkarıcı düzeyde bir gerilemenin alametlerini de kendi içinde barındırmaktaydı. Bence işin ilginç tarafı Rousseau için “bilimler ve sanatlar” salt bilimsel ve sanatsal ürünleri ifade etmekten ziyade bir çeşit kentsel uygarlığı, kapitalizmi, endüstriyel ilerlemeyi ve daha genel anlamda uygarlaşmayı ifade ettiğiydi. Bilimler ve sanatlar gerçek olduğu kadar metaforik kavramlardır da. Sanırım Rousseau’nun kavramları kullanırken derinlerde başka türden bir anlamın gizli olduğunu hesaba katmamız gerekir.
Kaynakça
Adorno, T. W. & Horkheimer, M. (2014). Aydınlanmanın Diyalektiği (N. Ülner & E. Ö. Karadoğan, Çev.). İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Biro, A. (2005). Denaturatizing Ecological Politics: Alienation from Nature from Rousseau to the Frankfurt School and Beyond. London: University of Toronto Press.
Rousseau, J. J. (2007). Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev (S. Eyüboğlu, Çev.). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
[*] Hamit Ölçer, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, Sosyoloji Bölümü, Doktora Öğrencisi.