Röportaj : Ali Yalçın
Ali Yalçın: Sayın Binnur Yeşilyaprak hocam, öncelikle 28 Kasım 2023 tarihinde çevrimiçi olarak (zoom üzerinden) Öz Terapi kitabınız ile ilgili olarak yaptığımız söyleşi için size çok teşekkür etmek istiyorum. Derneğimiz genel başkanı Sayın Necdet Topçu ve tüm katılımcılar ilgi ile izledi ve teşekkürlerini iletmemi istediler.
Binnur Yeşilyaprak: Böyle bir fırsat için ben de DUSODER’in Kitap ve Sanat Kulübü üyeleri ile tüm katılımcılara teşekkür ederim. Derneğiniz hakkında kısaca bilgi vermenizi rica edebilir miyim öncelikle.
A.Y. 2018 Yılında kurulan Dünya Sosyologlar Derneği (DUSODER)” Toplumsal Sorunlara İnsani Çözüm” mottosu ile yola çıkmış olup, toplumun işleyişi ve etkilendiği sosyal sorunlarla ilgili sebep sonuç ilişkileri üzerinden araştırmalar yaparak anlamlı bir durum ortaya koymaya çalışan donanımlı ekibiyle yol almaktadır. Dünya Sosyologlar Derneği, ‘Sosyolog’ unvanına sahip veya unvana aday konumundaki meslektaşlarının özlük haklarını elde etmesi adına toplumumuza hizmet veren bir sivil toplum kuruluşudur.
B.Y. Peki, teşekkürler.. Siz Öz Terapi kitabıma çok ilgi gösterdiniz, iki kez okudunuz ve bu konuda söyleşi yapmak ve bunu organize etmek için aylarca benimle iletişim kurup sabırla uğraştınız. Ben de Kitap ve Sanat Kulübünüzde bu kitabın tanıtılıp okunmasını ve okuyucuların değerlendirmelerini de almak üzere bir söyleşi yapabileceğimizi belirtmiştim.
A.Y. Evet hocam, aynen biz de öyle yaptık, bir çok üyemiz kitabınıza ilgi duydu, alıp okudu, söyleşi için bana sorularını yönelttiler.. Ben de onların sorularını da dikkate alarak bazı sorular hazırlayıp size önceden göndermiştim. Ancak programın çok canlı ve spontan akışı içinde bazı soruları ele almak mümkün olmadı. Sağ olun siz bu soruları röportaj olarak yanıtlamayı kabul ettiniz. Şimdi o soruları yöneltmek istiyorum izninizle.
Soru 1: Öz terapi ifadesini kendi kendine terapi manasında kullanmışsınız. Kişinin özüne ulaşma anlamını da çıkarabilir miyiz?
B.Y. Evet haklısınız, benim bu kitapta yaptığım deneyim; kendimle psikoterapi yapmaktı. Yani hem terapist olarak hem danışan olarak kendimi bir terapi süreci içinde incelemek. Ancak bunu kendi içime odaklanarak ve geçmişimi ‘şimdi’ye getirerek yapmaya niyet ettiğim için temel amacım öz’üme ulaşmaktı. Ben Öz Terapi’nin her ikisini de kapsayacağını düşündüm.
Soru 2 : Teşekkür kısmını başa almışsınız. Sonunda kısa bir teşekkür daha var. Teşekkürün ruh sağlığımıza katkılarından bahseder misiniz?
B.Y. Baştaki ve sondaki teşekkürün hedefi ve amacı farklı.. Başta teşekkür ettiğim üç isim benim yüz yüze tanışmadığım ama esin aldığım ve bu süreçte- onların haberi olmadan- yararlandığım kişilerdi.. Daha sonra bu kişilere kitabımı imzalayıp gönderdim, üçü de çok etkilendiler bu davranışımdan.
Sondaki teşekkürüm ise zaten tanıştığım ve bu süreçte etkileşimde bulunduğum, yardım ve desteklerini aldığım kişiler..
Teşekkürün ruh sağlığımıza etkilerine gelince; elbette takdir ve teşekkür edilmesi ‘olumlu’ bir etki yapıyor. Çünkü karşınızdakine değer verdiğinizi ifade etmenin bir şekli.. Bence teşekkür eden için de edilen için de olumlu bir davranış, her iki tarafı da iyi hissettiren bir davranış.
Soru 3 : Kitabınızda geçmişe yolculuk yaparken hatırlanan ilk olay bir travma.. Acaba insanoğlu geçmişinde neleri daha çok hatırlıyor?..
B.Y. Derinlik Psikologları (Freud-Adler-Jung) çocukluğumuzun bizim kişiliğimizin oluşumunda çok etkili olduğunu savunmuştur geliştirdikleri kuramlarında.. “Anımsanan ilk anılar/olaylar önemlidir ve bir anlamı vardır” der Alfred Adler. Bunlar size güzel anılar gibi de gelebilir.. Bilinçli olarak olayın hikayesini hatırlamak değil, o olayın duygusunu da hissedebilmektir önemli olan. Terapi ortamında o olayı anımsayınca bedenimize odaklanabilirsek bastırdığımız duygu ortaya çıkabilir ve o anı üzerinde terapi sürecinde çalışabiliriz.
Soru 4 : “Başkaları ne der? “ baskısı ile toplum içinde yaşama arasındaki dengeyi, çocuklarımızda nasıl oluşturabiliriz?
B.Y. Bu benim kitabımda geniş olarak yer verdiğim bir konu.. Ben kitabımda “Doğal Yazılım” ve “Sosyal Yazılım” kavramlarını kullandım. Doğduğumuzda bize yüklenmiş bir yazılım programı vardır zaten yani genetik olarak biz bu dünyada yaşayabilecek bir donanıma, yeteneklere, potansiyele sahibiz.. Bu doğamızda vardır ve birey bir engelle karşılaşmazsa sahip olduğu doğasına uygun olarak olumlu yönde gelişir, var olan potansiyelini ortaya çıkarabilir, kendini gerçekleştirebilir. Bu ‘Varoluşçu felsefe’ ve ‘insancı psikoloji’ kuramları ile “Danışandan Hız Alan” (Rogerian) psikolojik danışma yaklaşımının temel varsayımıdır.
Ancak birey bir aile ortamına doğar, önce o ortamdan uyarıcılar alarak, bu arada ailenin içinde bulunduğu çevreden ve aile üyelerinin kendi geçmişlerinden getirdikleri donanımla etkilenerek büyüme sürecinde ona bir “Sosyal Yazılım” yüklenmeye başlar.. Bu etkileşim ve ilişkiler içinde, farkında olmadan içinde yetiştiği kültür tarafından biçimlendirilir çocuk. Örneğin; cinsiyet rolleri, dünyaya ilişkin algılar, insanlara ve kendine ilişkin algılar daha çok 3-5-8 yaşlarında oluşur. Henüz çocuk bunları değerlendirecek ve anlamlandıracak yeterlilik düzeyine ulaşmadığı için olduğu gibi alır, içselleştirir ve sanki bunu kendi doğası zanneder.
Bizim gibi ‘toplulukçu’ toplumlarda “Başkaları ne der?” baskısı çok daha fazladır, siz sosyologlar tarafından buna benden daha anlamlı açıklamalar getirilebilir kuşkusuz. Ancak ben bireysel düzeyde bu baskının yani sosyal yazılımın, doğal yazılımı bastırarak bizi öz doğamızdan giderek ve farkında olmadan uzaklaştırdığını söyleyebilirim.
Soru 5: “ Kendinle barışık olmak “ bir hedefse, “ kendinden uzaklaşmak “ bir realite. Denge de olabilmek, kendimizle barışık yaşamada pratik çözümler önerebilir misiniz?
B.Y. Bizim psikoterapideki amacımız bireyin ‘kendi ile barışık olmasına’ destek vermektir. Yani kendi içinde çatışmalar varsa bunları fark etmesi, çözümleyip uzlaşabilmesi, ‘duygu-düşünce ve davranış’ları arasında bir tutarlılık olması, yaşamda yaptıkları ile yapmak istedikleri arasında bir denge olması vb. Eğer saydığımız özellikler yoksa kişi kendinden giderek uzaklaşıyor demektir.
‘Pratik çözümler’ ifadesi reçeteleri akla getirir ve biz profesyoneller buna karşıyız.. Sadece başlangıç olarak; kişinin kendini ve ilişkilerini gözlemlemesi, yaşamında yolunda gitmeyen durumları fark etmesi, yaşamından tatmin olup olmadığını sorgulaması, biraz içine odaklanması, bedenindeki rahatsızlıkları da ciddiyetle ele alması (çünkü artık pek çok bedensel hastalıkların kaynağının çözümlenmemiş duygusal problemler olduğu görüşü benimsenmektedir).. Elbette sonra da psikolojik destek alma konusundaki –varsa- ön yargılarını gözden geçirmesini önerebilirim.
Soru 6 : Psikolojik Danışman, danışanın kendi karanlıklarına doğru, sağlıklı yolculuk yaptıran kişi midir ?
B.Y. Evet, psikoterapide ilk amaç ‘farkındalık’ dediğimiz danışanın farkında olmadığı kendine ilişkin bazı özellikleri görmeye başlamasıdır, ‘iç görü’ geliştirmesidir. Bu da kendine ayna tutarak o karanlık bölgeleri fark etmeye ve keşfetmeye doğru bir süreçtir.. Evet, bu süreç de sağlıklı bir yolculuğa çıkmaktır danışman ile birlikte.
Soru 7 : İnsanın geçmişle yüzleşmesinde vicdanın yeri, baskısı nerededir?
B.Y. Vicdan; toplumsal ahlak yasaları ile gelişen bir değer sistemi.. Freud buna ‘süper ego’ diyor.. İnsanı, toplum tarafından onaylanan, idealize edilecek yönde gelişmeye zorlar. Birey geçmişte, toplumca (örneğin ebeveynlerince) onaylamayacağını bildiği bazı davranışlar yapmışsa, bunları saklamak içinde hep bir yüktür.. Mahrem sırlar, utanç verici olaylar, gizlenen acılar vb. bireye hep bir baskı yapar, bunları bastırmak enerjisini tüketir. Bu yüzden ‘geçmişle hesaplaşmak ve kabullenmek; böylece vicdanı rahatlığa ve huzura ermeye yardımcı olur.
Soru 8 : Sosyal yazılım ve mahalle baskısı arasında ne tür ilişkiler kurabiliriz?..
B.Y. Ben kitabımda ‘Doğal yazılım’ ve ‘Sosyal yazılım’ kavramlarını kullandım ve yukarıda 4. Sorunun yanıtında bunları açıkladım. Sosyal kurallar; içinde yetiştiğimiz aile-çevre- kültür tarafından bize aktarılıyor. Ancak aile eğer bu konuda fazla tutucu davranıyorsa yani esnek değilse ve çocuğu hep “el-alem ne der” baskısı ile yetiştiriyorsa o zaman doğamızda var olan temel istek/arzu/dürtülerin sağlıklı bir şekilde doyurulması engelleniyor ve hep ‘başkalarına iyi görünme ve onaylanma’ beklentisi yerleşiyor.. Bu da içsel çatışmaları, kendi öz’ünden uzaklaşmayı getirebiliyor.
Soru 9: Kitabınızda, kafa ile beden uyuşmazlığından sıklıkla bahsediyorsunuz. Bu konuyu açar mısınız? Herkes bu durumu yaşar mı?
B.Y. Evet, teşekkürler bu soru için çünkü aslında kitabın ana teması; yukarıdaki kavramlarda da ifade ettiğim gibi, bu durumu öne çıkarıp vurgulamaya çalışıyor. Bizler daha çok “konuşan kafalar” haline geliyoruz sosyal yazılıma dayalı olarak, bedenimizde ne hissettiğimize hiç odaklanmıyoruz. Yani düşünüyor, yargılıyor, ahkam kesiyoruz.. Düşünmeyi hep ön plana çıkarmışız.. Aklımızla/zekamızla övünüyoruz ve mantıklı açıklamalar yapmaya bayılıyoruz! 17. Yüzyılda Descartes’in “Düşünüyorum, öyleyse varım” önermesi ile; tüm doğruların birbiriyle bağlantılı olduğunu düşünen ve temel bir doğru bulmak için mantıkla ilerlemek gerektiğini savunan Descartes, insanın “düşünme” yetisi ile diğer canlılardan üstün olduğunu savunmuş ve bu görüş her alanda benimsenip genel kabul görmüştür.
Önce S.Freud, 20.yüzyılda insan davranışlarını sadece bilinçle açıklamanın ve anlamanın mümkün olmadığını savunmuş ve ‘bilinçdışı’ denilen ve düşünerek hatırlayamadığımız, bilinçli olarak farkında olmadığımız bir yapının varlığını savunmuştur. Öyle ki insanın hiç de aklıyla davranmadığı, mantıklı olarak yanlış olduğunu kabul ettiği pek çok şeyi yapmakta ısrar ettiği gözlendikçe; Descartes’ın savunduğu gibi temel bir ‘doğru’ olmadığı, herkesin kendi ‘doğrusu’ olduğu anlaşılmıştır. İnsan davranışının da ‘göreceli’ olduğu, bireyin kendine özgü biricikliği kabul edildikçe, akıl ve düşünceyi etkileyenin ne olduğu ve davranışın nasıl bir oluşumla ortaya çıktığı sorgulanmaya devam edilmiştir.
1994 yılında “Descartes’ın Yanılgısı” kitabını yazan nöroloji ve psikoloji profesörü Antonio Damasio; duygu, akıl ve insan beyni ilişkilerini inceleyerek şu soruyu gündeme getirmiştir:
“Biz, hissedebilen düşünen makineler mıyız, yoksa düşünebilen hisseden makineler mıyız?”
Son 20-30 yılda nöro-psikoloji konusunda yapılan pek çok araştırma ve yazılan kitaplar, bizi yönetenin ‘duygular’ olduğunu ortaya koymuştur. Öyle ki; mantık (düşünce) çıkarımlara/yargılara; duygular ise eylemlere yol açar. Bir diğer ifade ile insan olarak, duygularımıza göre davranırız! Çünkü bir ‘makine’ değiliz!
Üstelik temel duyguların (sevinç-üzüntü-öfke-korku-tiksinme-şaşırma) doğuştan var olduğu; beynin düşünen parçasının, beynin duygusal parçasından ürediği (sonradan geliştiği) anlaşılınca; insanın önce hisseden, sonra düşünen bir varlık olduğu kabul edilmektedir günümüzde.
Bütün bunları neden açıkladım çünkü ‘bastırdığımız’ ve unuttuğumuzu sandığımız tüm yaşantıların bedende arşivlendiği, yani bedenin kayıt tuttuğu ve unutmadığı anlaşılıyor son 20-30 yılda yapılan bilimsel çalışmalarla.
Bedene odaklanarak ve bedenimizi dinleyerek bedenin şifrelerini çözmeye çalışırız TERAPİ yoluyla..
Nörobilimin öncülerinden biri olan Candace Part;
“Bedenimiz, bizim bilinçaltı zihnimizdir” der..
İfade edil-e-meyen duygular bedende takılıp kalır ve arşivlenir.. Yüzeye çıkıp ifade edilmeye ve böylece bütünleşip tamamlanmaya, iyileşmeye ihtiyaç duyarlar. Hissetmeden iyileşilemez. Yani sadece bilişsel düzeyde hatırlamak yetmez. O sırada yaşanmış olan duyguyu ‘şimdi’ye getirip hissetmek, ifade etmek ve anlamak; o duygunun sonunda işlendiği ve sindirilip kabul edildiği anlamına gelir.
İşte benim ÖZ TERAPİ kitabımda kendi üzerimde yapmaya çalıştığım deneyim de budur. Zihnimi susturup bedenime odaklanarak bastırılmış duygulara ulaşmak ve bunları ortaya çıkarıp ifade edip ,üzerinde çalışarak kabullenip uzlaşmak.. Biraz uzun bir açıklama oldu ama okuyucuları da böyle bir yolculuğa teşvik etmesi açısından anlaşılsın istedim.
Ali Yalçın: Yaptığımız söyleşi ve bu röportaj için derneğimiz adına; Kitap ve Sanat Kulübümüz adına çok teşekkür ederim.
11 Aralık 2023, Ankara
Röportaj: Ali Yalçın