Kadın ve Emek VII
Son yazımı, Irigaray’ın psikanalizden faydalanırken aynı zamanda onun kendisini de, Batı düşünce tarihinin bir parçası olarak, psikanalitik bir eleştiriye tabi tuttuğunu belirterek bitirmiştim.
Bu tartışmayı sürdürebilmek için şu öncülleri ve çıkarımı görmek gerekir:
- Psikanalizin aracı dildir.
- Dil cinsiyetsiz değildir.
- Psikanaliz yoluyla bilinçdışı değişim gerçekleşebilir; bu nedenle psikanaliz önemli bir bireysel ve toplumsal değişim aracıdır.
Dolayısıyla, psikanalizden faydalanacaksak, önce onun kendisini eril önyargılarından ve savunma mekanizmalarından arındırmamız gerekir.
Bu noktaları açacak olursak:
- Psikanalizin aracı dildir; ama diğer sözel bilimlerden, hatta psikoloji biliminin kendisinden farklı olarak, psikanalizin aracı ve konusu, üzerinde çalıştığı şey, sadece söylenen şeyin içeriği değil, énonciation’dır. Geçen yazımda da değindiğim gibi, énonciation, Irigaray’ın demans hastaları, psikanaliz ve dil üzerine çalışmalarında beliren anahtar kavramdır: bir muhatabın sesini, söylediklerini duyacağı ve karşılık verebileceği beklentisi ile seslenmek; sesletim. Enonciation kelimesi kullanıldığında dikkat çekilen şey, kişinin bir şey söylerken sahip olduğu pozisyondur; bir ses duyduğumuzda o sesin nereden geldiğine bakarız. Seslenen kişinin nereden seslendiği önemlidir.
Dolayısıyla (ii) kadın ile erkeğin farklılıklarını vurgulayan bir feminist, özcülüğe düşmeden de şunu iddia edebilir: tarih boyunca kadın ve erkeğe farklı yerler ayrılmış olması nedeni ile (ve belki başka nedenlerle de) bir kadın ve bir erkek bir şey söylediklerinde sesletim konumları farklıdır; toplumsal konum olarak, kadın ve erkek aynı yerden seslenmezler. Irigaray’ın 1985’te yayımlanan kitabının başlığında ifade ettiği gibi: “konuşmak hiçbir zaman tarafsız değildir” (Parler n’est jamais neutre).
(iii)Psikanalizde değişimi olanaklı kılacak olan, psikanalistin sesletim için bir alan açması ve doğru yerde ve zamanda söylediği sözdür. Ötekinin sözü, bilinçaltında katılaşmış olanı çözebilir. (Irigaray, Whitford içinde, s.32)) Bu nedenle psikanaliz potansiyel olarak çok güçlü bir değişim aracıdır; ama psikanalizin bir parçası olduğu Batı düşüncesinin kendisi psikanalize tabi tutulmadığı sürece, bilinçaltının yaratıcı potansiyelini bastırma, boğma riski de vardır. (Whitford, s.33) Irigaray, Freud’un yöntemi ile ilgili olarak şöyle der: “Freud’un dişil arzu hakkında söyledikleri kanepede duyulur. Ama orada duyulan başka şeyler de vardır ve sorun onun [Freud’un] bir noktada durmuş olmasıdır; yani kadını belirli bir zamanda sahip olduğu durumda, rolde normalleştirmiştir.” (Whitford içinde, s.32)
Yine geçen yazımda belirttiğim gibi, Irigaray’ın, Freud’un Totem ve Tabu’da anlattığı “baba cinayeti”ne benzer bir şekilde yazdığı “anne cinayeti”nin temsil ettiği şey, Batı kültürü içinde benliğin oluşumunda temel işlev gören ‘anne’nin sesinin (dişil bilinçaltının, dişil imgelemin sesinin) bastırılması, duyulmaz hale gelmesidir.
Bu psikanalitik yaklaşımın felsefeyle bağının kurulduğu yer, ‘modern öznenin meşruiyeti krizi’dir. (Whitford, s.31) Modern öznenin krizinden birçok boyutta söz edilebilir; ama epistemolojik boyutta meşruiyet krizi, bilgi inşasında bilinçli ve rasyonel bir öznenin temel alınmasına getirilen eleştirilerle belirginlik kazanır. Bu eleştirilerin önde gelenleri arasında psikanaliz, Marksizm ve yapısalcılık gibi akımları sayabiliriz. Bu ve benzeri akımların yaptığı şey, özneyi modern felsefede işgal ettiği merkezi konumdan çıkararak, onu belirleyen daha öncelikli ve daha geniş kapsamlı yapıların içine yerleştirmektir. Bu durumda, modern öznenin bilgisinin, sözünün geçerliliği sorgulanır hale gelir. (Whitford, s. 29)
Peki Irigaray’ın bu epistemolojik krizle ilişkisi nedir? Erkekler, özne olarak, felsefi geleneğin tam merkezinde yer alırlar. Onların sesletiminin muhatabı felsefe geleneğidir. Onlar modern öznenin krizi ile cebelleşirken bir “dişil” mefhumundan faydalanmaya çalışırlar. Ama bu ilgi gerçek bir “dinleme” değildir; eril kültürün dişil mefhumuna başvurması, kapitalizmin kendini sürdürebilmek için yeni pazarlar aramasına ve “uzak” yerleri kolonileştirmesine benzer.
Bu nedenle, İrigaray’a göre, kadınların kendi dillerini bulmaları, kendi imgelemlerini dile getirebilmeleri gerekir. Irigaray özne konumunda olan, “konuşan kadın”ın peşindedir (parler-femme). Yetkin bir Irigaray uzmanı olan Whitford’ın yorumuna göre, Irigaray’ın yaptığı şey, psişik olgularla dilsel olgular arasında bir korelasyon bulmaktır. Whitford, bu konuda Rycroft’un ve Lorenz ve Cobb’un çalışmalarına dikkat çeker. (s.40) Lorenz ve Cobb’un çalışmalarına göre, diğer insanlarla ilgili “sözümona sezgisel yargılarımızın birçoğuna, farkına varmadan onların dilsel ve sintaktik alışkanlıklarını değerlendirmemizin sonucunda varırız.” Çünkü insanların konuşma alışkanlıkları “nesnelerle nasıl ilişki kurduklarına, kendi farkındalıklarına, duygulanımlarına” ve bunlardaki bozukluklara ilişkin birçok ipuçları ile doludur. (Rycroft, Whitford içinde, s.40)
Irigaray’a göre, bu ipuçları sadece çeşitli patolojilere değil, psişik düzeyde farklı örgütlenme biçimlerine de işaret edebilir. Bu yazı dizisinde sorduğumuz sorulardan birinin (“Kadın olmak nedir?” sorusunun) yanıtı belki böyle bir yerde bulunabilir: psişik düzende, psikanalizde dile gelen imgelem düzeninde bir yapılanma.
Irigaray böyle bir psişik düzeni direkt olarak bedenle ilişkilendirmez. Böyle düşünmek bir yanlış anlama olacaktır. Irigaray’a göre sosyal imgelem, “dil ve bedenin karşılıklı olarak birbirleriyle bütünleşik hale geldiği yerde doğar.” (Irigaray, Whitford içinde, s. 41). Bu bütünleşme tam da yukarıda sözü edilen türde bir merkezsizleşmeye tekabül eder. İmgelemin doğuşunun kaçınılmaz bir sonucu “bedene dönüşün imkansızlaşması”dır. Bedenin, öz-kimliğin sabitlendiği yer olduğunu varsayarsak bedene dönüş”, epistemolojik anlamda, emniyetli limanlara dönüş olurdu. Ama sosyal imgelemin doğuşu ile birlikte kişi artık dil tarafından dolayımlanmaktadır ve “bir kişinin izi ancak ötekinin sözünde bulunabilir”. (Irigaray, Whitford içinde, s. 41)
Bu nedenle Irigaray gibi Whitford da dişil olanın izini psikanalizde sürer. Whitford, “eğer bilinçaltı kendini duyurabiliyorsa (ki bu psikanalizin varsayımıdır), nevroz konuşabiliyorsa, fantezi konuşan kişi bunun bilincinde değilken konuşabiliyorsa, cinsiyet de konuşabilir” der (s. 41)
O halde “kadın olarak konuşmak” ne anlama gelir? Bunu “kadın gibi” konuşmaktan ayırmak gerekir. “Konuşan kadın” olmak, kadının eril bir dünyada, maşist bir dizgede özne pozisyonunu alabilmesi ve bunun önündeki engeller sayfalar, ciltler boyu tartışılabilir. Ancak bizim konumuz açısından, yani emek konusu açısından Irigaray’ın “parler femme” nosyonunun ayrı bir güzelliği bulunmaktadır: Felsefe tarihinde, Batı geleneği içinde kendine bir konum bulabilmiş, konuşabilmiş birçok kadın, emek hakkında konuşmuştur.
Ben 2015 yılında Felsefe Kültür Sanat Derneği için hazırladığım bir sunumda (“Üç Kadın”), emek konusunda önemli çalışmalar yapmış olan üç kadın filozofa odaklanmayı hedeflemiştim: Rosa Luxembourg, Simone Weil ve Hannah Arendt. Bu amaçla araştırma yaparken Amerikalı filozof Andrea Nye’ın da bir kitap çalışmasında aynı üç kadını bir başlık altında ele aldığını görünce çok şaşırmıştım: Philosophia: Rosa Luxemburg, Simone Weil ve Hannah Arendt’in Düşüncesi. Bu yazı dizininde de ben yine bu üç kadın düşünürün emek üzerinde çalışmalarını inceleyerek ve aralarındaki ortak temaları saptayarak ilerleyeceğim. Sözünü ettiğim sunumda Andrea Nye’ın çalışmasından çok faydalanmıştım; ama kendi özgün saptamalarım da olmuştu. Onları da burada paylaşmaya devam edeceğim.
Kaynakça:
Nye, Andrea (1994) Philosophia:The Thought of Rosa Luxemburg, Simone Weil and Hannah
Arendt. Routledge.
Whitford, 1995. Luce Irigaray: Philosophy in The Feminine. Routledge.