ABDULLAH EFENDİ
Seyyar satıcıya portakal tarttıran Ali, yakınından geçen Abdullah Efendi’yi fark etti. Kafası önde dümdüz yürüyordu. Bu dünyadaki varlığım fark edilmesin istiyordu sanki. Ali selam verip yanına çağırdı onu. İkinci seslenişinde fark etmişti Ali’yi. Zoraki bir gülümsemeyle yaklaştı yanına. Hal hatır faslının uzamış olması Abdullah Efendi’yi rahatsız etmişti. Bir an önce kurtulup gitmek istiyordu. Ali, iki kilo portakalda Abdullah Efendi için tarttırdı. Poşeti eline tutuşturdu. Yesin sizin çocuk, diye ekledi. Bunu bir hediye olarak değil, bir aşağılama olarak görmüştü Abdullah Efendi. Yoksul düşmekten utandığı için değil, Ali’yi tanıdığı için. Yine de titrek bir sesle, “Allah razı olsun,” diyerek hızlıca uzaklaştı oradan. Aşağılanmış hissetti kendini. Direnmedi Ali’ye, teslim olmuştu. Hangi biriyle baş edeyim, diye geçirdi içinden. İnsan düşmeye görsün, diye mırıldandı. Bedavaya günahını vermezdi kimseye Ali. Sağda solda anlatacağı bir malzeme bulmuştu kendine. “Koskoca Abdullah Efendi’ye de portakal tarttırdım, pek acıdım haline be,” diyecekti mahallede.
Her milletten insanın yaşadığı bu mahalle çok şey borçluydu Abdullah Efendi’ye. Evlerinin arsalarını çok uygun fiyata almışlardı ondan. Yersiz yurtsuzluğu bilirdi. Kırmamıştı kimseyi. Yoksul babası olarak anılır olmuştu. İki katlı evinin alt katında bakkal dükkânı açmıştı. Veresiye defterleri bir hayli kabarıktı. Yine de kimseyi sıkıştırmazdı. Hatta eline geçtiğinde, diyerek gönül ferahlatırdı. Çocuklar da çok severdi onu. Şekerdir, sakızdır illaki bir şey düşerdi paylarına.
Kan davası nedeniyle memleketlerini bırakıp göçmüşlerdi. Orada varını yoğunu yok pahasına satıp, birçok ilde göçebe hayatı yaşayarak, buraya kadar gelmişlerdi. Şehrin dışında kalan geniş bir arazi satın almıştı. Burada fıstık yetiştirmeyi düşündü ilkin. Hatta birkaç tarla da açtı. Şehir genişliyordu, bir zaman sonra arazisinin bulunduğu bölgeye de imar izni verilince Abdullah Efendi’nin kaderi değişmişti. İyi paralar kazandı. Ancak mütevazı hayatından hiç taviz vermedi. Bir derviş gibi azla yetindi. Akrabalarının ihtiyaçlarını gidermeyi bir görev bilmişti. Yoksul, çaresiz insanlardı. Kazancının önemli bir kısmını onlara gönderiyordu. Satacak arsası kalmayıncaya dek bu böyle devam etti. Fıstık tarlaları ve arka bahçesi oldukça geniş bir evi kalmıştı geriye. Evi sokağa bakıyordu. Evin alt katını dükkân olarak ayırmıştı. Arsa işleri bitince oyalanırım burada, diye düşünmüştü.
Karısını severdi. Zorluklar içinde yaşamış, türlü badireler atlatmışlardı. Görücü usulü evlenseler de bağlıydılar birbirlerine. Hiç çocukları olmadı. Bir yara gibi taşırdı bunu Abdullah Efendi. Çocuklara düşkünlüğü biraz da bundandı. Karısının iş bilirliğine, otoritesine saygı duyardı. Sözünden çıkmazdı neredeyse. Yine de bir şeyler eksiliyordu sanki. Tutku yerini alışkanlığa bırakıyordu.
Mahallenin erkekleri daha çok inşaatlarda çalışırdı. Aralarında kalıp, duvar, fayans ustaları olsa da çoğunluk ameleydi. Çay ocağı işleten, seyyar satıcı olan, at arabasıyla taşımacılık yapanlar da bulunurdu. Türlü nedenlerle her biri bir yerden göçmüş, tarlasını, hayvanını geride bırakıp gelmiş bu kitle şehrin acemisiydi. Köylerini bırakıp karın doyurma derdine buralara gelip yerleşmişlerdi. Eş dost akrabayla yaptıkları gecekonduları tek sermayeleriydi. Kadınların çalışmasına pek hoş bakmazlardı. Ekonomik koşulların dayatmasıyla bu yargı da önemsizleşmişti. Başlangıçta acemilik çekseler de pamuk toplamayı da, portakal toplamayı da, fıstık toplamayı da öğrenmişlerdi. Çocuklar da boş durmazdı. Simit satarlar, ayakkabı boyacılığı yaparlardı. Başak toplamaya çocuklar da giderdi. Fıstık tarlalarını kışlık eğlence çıksın diye eşeleyip dururlardı.
Abdullah Efendi bakkala gelip giden bir Çingene kadına yakınlık duymaya başladı. Endamı yerinde; kara saçlı kara gözlü, saçlarını beline kadar sarkıtmış, cilveli bir kadındı. Sıcaktı. Abdullah Efendi bu rahatlık ve cana yakınlıktan etkilenmişti. Bekâr olduğunu öğrenmişti kadının. Bu da onu cesaretlendiriyordu. Gel zaman git zaman duygularının bir karşılığı olduğunu gördü. Aradaki yaş farkı başlangıçta korkutmuştu onu. Çevrenin tepkisinden de çekiniyordu. Şimdiden fısıltılar almıştı mahalleyi. Bari bir Çingene kadın olmasın; malına, mülküne konar bu, diyorlardı. Özellikle erkekler, hayatına başka bir kadının girmesini hak görüyorlardı. Koskoca Abdullah Efendi tek kadınla yetinecek değil ki, hele de karısı ona bir çocuk vermemişken, diye düşünüyorlardı. Yine de böylesini beklemiyorlardı.
Ayşe, Abdullah Efendi’nin evlilik teklifini reddetmedi. Onun da kanı kaynamıştı. Hem rahat bir hayatı da olacaktı. Yalnız kuma gelmeyi reddetti. Karısı da buna yanaşmıyordu. Bir ikilemde kalmıştı. Ya alışkanlıkları, mantığın emrettikleri ya da tutkuları. Abdullah Efendi ellili yaşlarında duygusallaşmış, yeni başlangıçlar, yeni tutkular arar olmuştu. Tüm arzuları Ayşe’de cisimleşmişti.
Karısı evden uzaklaştırmıştı Abdullah Efendi’yi. Yeterince alay konusu olmuşlardı zaten. Sevgilisiyle ilişkisini devam ettireceğini anlayınca da kapı önüne koymuştu. Saygısından ötürü direnmedi, boyun eğdi. Tüm mal varlığı karısının üzerineydi. Tek kuruş vermeden def etmişti Abdullah Efendi’yi. Biraz burnu sürtülsün geri döner, diye düşünüyordu. Gururu zedelenmişti. Ayşe’nin ne yapacağı merak konusu olmuştu. Mahallelilerin beklentilerinin aksine terk etmedi Abdullah Efendi’yi. Abdullah Efendi beş parasız kalmasına karşın mutluydu. Geriye dönüş artık mümkün değildi onun için. Gemileri yakmıştı.
Küçük bir arsaya iki odalı bir gecekondu yaptı. Geçici bir süre burada idare ederiz sonra durumlar elbet iyileşir, diye düşünüyordu. Gecekonduyu hatırını sayan mahalleli sayesinde yapmıştı. Malzemeleri de onlar temin etmişti. Durumun düzelince ödersin, demişlerdi. Abdullah Efendi’nin bunu karşılıksız kabul etmeyeceğini biliyorlardı. Abdullah Efendi bir süre hali hazırdaki parayla idare etti. Sonra yoksulluk çöktü. Günlük ihtiyaçlarını gideremeyecek hale geldiler. Her an Ayşe’nin gidebileceği korkusuyla yaşıyordu bir yandan. Zamanla bunun olmayacağını anladığında rahatlamıştı. Kader ortaklığı yapmışlardı.
Çalışması gerekiyordu. Bir tanışının önerisiyle briket fabrikasında iş bulmuştu. Hikâyesini öğrenen fabrika sahibi, gururunun incinmesini istemeyerek, ortaklık teklif etti ona. Abdullah Efendi kabul etmedi bunu. Hangi parayla neye ortak oluyordu. Acınmak istemiyordu. Gündelikçi olarak çalışmaya başladı burada. Yoksulluk içinde büyümüştü. Alışkındı. Bu halini pek de umursamıyordu. Her koşulda yaşayabilecek biriydi. Ancak dedikodular bitmek bilmiyordu. Aptallık edip malından mülkünden oluşundan, Çingene bir kadınla evlenmesine kadar her şey alay konusu olmuştu. Yaptığı iş kimilerinde acıma duygusu uyandırırken kimilerinde de alaya dönüşüyordu.
Abdullah Efendi başlangıçta saygı duyulan “Efendi” lakabıyla anılan biriyken bu hitap bir eğlenceye dönüşmüştü zamanla. Mahalleli yıllar içinde pervasızlaşmıştı, kendilerine yapılan iyilikleri unutmuştu. Alayları zorbalığa dönüşmüştü. Buraya gel Abdullah Efendi şuraya git Abdullah Efendi dalgacılığını kaldıramıyordu artık. Yeni bir yurtsuzluğu kaldıramayacağını düşünse de, kafası karışıktı. Oradan oraya savrulmaktan yorulmuştu. Bir başına hissediyordu kendini. Çocuğunun böyle bir ortamda büyüyecek olmasını, yaşayacağı acımasızlığı düşünür olmuştu bir yandan. Ali’nin tarttırdığı portakallar tahammül sınırlarını artık fazlasıyla zorlamıştı. Yılmıştı.
Poşet elinde, boynu bükük, öfkeyle evine gidiyordu. Bu hakaretlere katlanamıyordu. Kendisine saygısını kaybetmek üzereydi. Toparlanması, dirilmesi gerekiyordu. Alay konusu bir koca, alay konusu bir baba olmak utanç veriyordu. Elindeki poşeti çöp konteynerinin yanına bıraktı. Vücudunu dikleştirdi. Kendini iyi hissediyordu. Kuş gibi uçacaktı neredeyse. Kararlı adımlarla yürüyordu. Karısını kapı önünde fasulye ayıklarken buldu. “Ayşe, hadi toparlanın sabaha gidiyoruz,” dedi. Ayşe’nin gözleri ışıdı.