CENNETE YAKIN FİLMİ VE KENDİ ZAMANIMIZIN FARKINDA OLMAK
Gösterime giriş tarihi: 2023
Süre: 1 saat 58 dk
Yönetmeni: Boris Kunz
Senaryo: Peter Kocyla, Boris Kunz, Simon Amberger
Tür: Bilim kurgu, gerilim
Ülke: Almanya
Günümüzde teknoloji hızla ilerlerken keşke şöyle olsaydı dediğimiz yeniliklere dair birbirinden ilginç senaryolar da beyaz perdede yerini alıyor.
İlgi çekici bir kurguya sahip olan bu filmin konusunu yaşlanmaya karşı bulunmuş bir teknoloji oluşturuyor. Filmdeki ‘Genç yaşta ölmüş olan birçok dahi ve sanatçı bu teknoloji olsaydı neler başarabilirdi’ sloganının masum gibi görünen perde arkasında ihtiras, hırs ve kapitalist dünyanın sömürgeci yüzünü görüyoruz.
Sonuçta günümüzde birçok teknoloji ile gençleşmeyi vadeden işlemler mevcut. Moda sektörüne hizmet ederek tek fabrikadan çıkmışçasına birbirine benzeyen kadın ve erkeklerle dolup taşmaya başladı çevremiz. Bu konu her ne kadar başka bir yazının konusu olsa da günümüzdeki işlemler genelde dış görüntüye katkı sağlamakta. Kalıcılığı ya da ruha katkıları tartışılır elbet... Ancak filmde ele alınan konu ise hücrelerle birlikte tüm organların yenilenmesi ve 3-5-10-20-40 yaş geriye gidebilme fırsatı.
Böyle bir imkânınız olsaydı hangi yaşınıza dönmek isterdiniz?
Eminim bu soruya birçoğumuz 20’li yaşlar diyecektir. Çünkü kim istemez ki şimdiki aklımızla o yaşlara dönüp yapılan birçok hatayı telafi etmeyi ya da kaçırılan fırsatları yakalamayı denemeyi? Bu konu ise başka bir yazının konusu olsa gerek...
Filme dönecek olursak, kulağa cazip gelen bu işlemi yaptırabilmek için doku eşleşmesine ihtiyaç vardır. Külfetli olan bu işlemi ise tabii ki parası olan yaptırabilir. Doku eşleşmesine uyan karşı kişiye ise hayallerini gerçekleştirebilmek, borçtan kurtulabilmek, ailesini daha iyi koşullarda yaşatmak vb vaat edilerek parayla ikna edilir.
Bu kısma kadar bir derece etik olan bir tablo görünüyor burada. Çünkü ömrünün bir kısmını satan razı ve bu ömrü alan razı... Ancak şu noktada etik kavramı devreden çıkıyor: Bu işlemi kabul etmeyenleri kabule mecbur bırakabilecek entrikalar yaratılarak ikna aşamasına getirilmeye çalışılması... Her iki taraf kazanç sağlarken firma ise pastanın büyük kısmını yemenin keyfindedir. Sürükleyici olaylarla normları sorgulatan ve arzusuna kavuşma emeliyle kendi normlarından sapan, sevgisinden, çocuğundan vazgeçen ve bu konuya karşıt görüşlü insanların trajedisini izliyoruz.
Burada birçok soru karşımıza çıkıyor. İnsanlar ilkel benlikleriyle hareket ederse toplumsal normlar ve etik rayında kalır mı? Yaşlanmak dünyanın sonu mu? Benliğini ve yaş almayı kabul etmeyen birey, gerçekten kendi özünü keşfedebilir mi? Gençlik her kapının anahtarı mıdır? Tecrübelerimiz yaşımıza rağmen bizi biz yapan yapı taşlarımız mıdır? Ya ruhumuz... biyolojik olarak gençliğimize geri dönsek de ruhumuz da gençleşir mi? Bu teknolojiyle zihnimizde barındırdığımız travmatik anılardan kurtulabilir miyiz? Hayat tecrübesiyle olgunlaşan, bilgelik yoluna ilmek ilmek emek veren bedenimiz mi ruhumuz mu? Böyle bir teknolojiyle buluşup onu kullansak da ruhumuzda barındırdığımız zıtlıklar, yeşertilen umutlar, çürümeye mahkum edilmiş güzel duygular hep aynı kalır mı ya da tam tersi mi olur? Yaşlanmak ve ölüm bizi yutmaya hazır olan çirkin bir canavar mı? Ölüm bir son mu yoksa yeni başlangıçlara kapı aralayan bir geçit mi? Ölüm olmasaydı nasıl bir dünya olurdu? Reenkarnasyon var mı? Her birimiz doğanın, hayvanların ve birbirimizin birer parçası mıyız ya da evreni zaten içimizde mi taşıyoruz?
Burada sormamız gereken o kadar çok soru var ki... Yanıtlar ise tabii ki kişiden kişiye değişecektir.
Filme göre yeniden genç olacaksın ama sosyal çevren, statün, işin vb. aynı kalacak, sonuçta bir zaman makinesinin içine girmiyorsun. Ama hem gençleşme olsaydı hem de geçmişe gidilebilseydi durum çok farklı olurdu tabii ki...
Peki yaşlanmak daha nazik bir ifadeyle söylersek yaş almak o kadar kötü mü? Yaşlanıp buruş buruş olmaktan mı, zihnimizin eskisi gibi çalışmayıp üretken olamamasından mı yoksa ölümün kıyısına yaklaşıyor olmaktan mı korkuyoruz? Herkes yaşlı mı ölüyor peki?
Ölümsüzlük olsaydı bu kadar insan dünyaya nasıl sığardı, üretim tüketim dengesi nasıl kurulurdu, ya da bakıma muhtaç o kadar yaşlı ne olurdu? Bu konuyu ele alan severek okuduğum Saramago’nun “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş” kitabını okuyabilirsiniz.
Şundan eminim ki eğer hayatı seviyor ve ondan tat almasını biliyorsak, daha bitirilmemiş görevlerimiz olduğunu düşünüyorsak ya da içimizde ukde olarak kalan şeyleri yaşayamadıysak ister 200 yaşına kadar yaşayalım istersek 500 yaşına kadar... Yine de bu dünyadan ayrılıp ölüme kucak açmak gibi bir isteğimiz olmayacak. Burada aslında yaşama yüklediğimiz anlam ön plandadır. Yaşam amacı olmayan bir bireyin yıllara hatta günlere bile ihtiyacı olmayacaktır.
Ya da bu varsayımları bir kenara bırakırsak insanı en çok korkutan şey ölümden sonra ne olacağı ya da ne olmayacağı olabilir mi?
Her dini inancın ve de öğretinin bu konuda farklı görüşleri vardır. Kimileri ahiret hayatını, cenneti ve cehennemi savunurken kimisi ölümden sonra hiçbir şey olmayacağını, tamamen yok olup gideceğimizi varsayarken kimisi ise atomlarımızın ezelden beri var olduğunu ve bu atomların farklı şekillerde ebediyete kadar da var olacağını savunur. Bazı öğretiler ise her yeni hayatımızın geçmiş yaşantılarımızda deneyimlemek isteyip de eksik kalan yanlarını tamamlamak üzere devam ettiği tezi üzerine kurulur. Ya paralel evrenler varsa her bir versiyonumuz aynı ya da farklı hayatlarımızı yaşıyorsa ya da öldükten sonra farklı bir paralel evrene transfer oluyorsak...
Hangi düşünceye inanıyor olursak olalım her insanın ona verilmiş olan yaşam hakkına saygı duyması, nefesine şükretmesi, kendinde var olan potansiyelleri fark etmesi ve özünü bulup ona sahip çıkması gerektiği kanaatindeyim.
“Herkes kendi zamanını yaşar” sözünü çok severim. Herkes her şeyi aynı yaşlarda, aynı şekilde bilmek, yaşamak ve hissetmek zorunda değildir. Bazıları 20’li bazıları 40’lı, bazıları ise belki 70’li yaşlarda özünü bulup yaşam felsefesinin de ne olduğunu bulup mutlu bir hayata merhaba diyecektir.
Zaman kavramı görecelidir ve herkesin zamana bakış açısı, zamandan faydalanışı ya da zaman farkındalığı farklıdır kanımca. Bazıları tüm ömrünü sadece çalışmak, yiyip, içmek ve uyumaktan ibaret sanıp yaşadığını zannedecektir. Kimisi ise birkaç gün ya da saat dahi olsa aydınlanmayı yakaladığını hissedip gerçekten yaşadığını anlayarak huzurun kollarında uzanacaktır. Yaşamın ve de yaşamdan sonrasının şifresini çözmüş bireylerin ise ölüm korkusu olduğunu düşünmüyorum.
Bana göre insan bir ağaç gibidir. Köklerimiz geçmişimizi temsil eder ve ne kadar toprağa (sevgiye, tecrübelere, duygulara, hayata vb yerine ne koyarsanız) kenetlenip güçlenirlerse o kadar bizi ayakta tutarlar ve gelişmeye de devam ederler. Bugünümüz gövdemiz gibidir. Gün be gün uzar, gelişir, bilinç seviyesinde çevresiyle, işiyle, kişisel gelişimiyle, ailesiyle vb haşır neşirdir. Dallarımız geleceğe doğru uzanırken yapraklanır, kimimiz ise meyveler verir. O meyvelerden yiyenlerin ruhuna ise dokunuşlar yaparız... Kısacası geçmişin kapısını sertçe çarpmadan aralık bırakarak, geleceğin kapısını da tam açmayıp aralık bırakarak ‘anda’ kalmayı başarırsak ve de zamanın esiriymiş gibi davranmaktan vazgeçip zamanın dizginlerini elimizdeymiş gibi imgelersek dengeyi bulup kendi zamanımızda yaşamayı kolaylaştırırız diye düşünüyorum.
Kendi zamanımızın farkında olmak ve onu dengeli bir şekilde doya doya yaşamak dileğiyle...
Filmlerle, kitaplarla ve felsefeyle kalın...