KENTLEŞMEDEN KÖYLEŞMEYE, MODERN TIPTAN ALTERNATİF TIPA DOĞRU... KÖKLERİMİZE DÖNÜŞ (I)
Bu yazımda kişinin geçmişteki travmalarıyla yüzleşmesinin ve günlük streslerinden, özellikle de karşı taraf tarafından maruz bırakıldığı streslerden kurtulmasının alternatif tıpa dayalı terapi yöntemleri ile tedavi edilebileceğine dair başlıklara değinmeden önce bu konunun temelini oluşturduğunu düşündüğüm başka bir konuya değinmek istiyorum.
Yakın geçmişimize kadar kentleşmeye heves ederken neden şimdi köyleşmeye meyletmekteyiz?
Şimdi gözlerinizi kapatın ve yeşilliğin ortasında bahçeli bir eviniz olduğunu hayal edin. Etrafta gözünüzü yoran betona dair hiçbir şey yok. Rüzgârın hafif esintisi yaprakları hışırdatırken hamağınızda sallanıyorsunuz. Elleriniz ve ayaklarınız çimene değiyor ve çimenin serin hissi ayaklarınızı ürpertiyor. Yakınlardan kulağınıza dolan akarsuyun şırıltısıyla ateş böceklerinin sesi birbirine karışıp ruhunuzun müziğine ritim katıyor. Burnunuza ellerinizle diktiğiniz çiçeklerin ve toprağın kokusu doluyor. Gözlerinizi açıp gökyüzüne bakıyorsunuz. Hiçbir kirliliğin olmadığı berrak gökyüzünde takım yıldızlarını net bir şekilde görebiliyorsunuz. Kendinizi sonsuzluğun ortasındaymış gibi hissediyorsunuz. Bir süre sonra bahçenizdeki masaya geçip doğanın huzurlu sesi eşliğinde sevdiklerinizle bir şeyler yiyip içip hoş sohbetler ediyorsunuz... Nasıl bir his?
Ülkemizin çok yakın geçmişinde yani 1950'li yıllarda büyük bir ivme kazanan kentleşme belli bir dönem durağanlaşsa da 1980'li yıllarda tekrar büyük bir hızla devam etmiştir. Sanayileşmeyle birlikte kırsal çözülmenin de etkisiyle köyünü, toprağını bırakan bireyler, bin bir umutla akın akın kentlerin yolunu tutmuştur.
Ancak şehir kapasitesini aşan bu göçler beraberinde de birçok sorun oluşturmuştur. Çarpık kentleşme, gecekondulaşma, alt yapı sorunları, trafik, hava kirliliği, gürültü kirliliği, ışık kirliliği, doğanın yok olması vs liste baya uzar.
Asıl değinmek istediğim nokta ise bu kalabalığı kaldıramayan şehirlerin bireylerde yarattığı bunalımlardır.
Kendini topluma ait hissedememe, güvensizlik, yabancılaşma, kültürel dengeyi kuramama, apartman kültürünün sınırlılıkları, zamanın kısıtlılığı, gürültü, doğa özlemi, kendine zaman ayıramama, yorgunluk, maddi yetersizlik, stres, depresyon vb birçok sorun insanları kentlerde yaşayamaz hale getirmiştir. Maddi olanakların sınırlılığı ise imkanları bol olan bir şehirde o imkanlardan yararlanamamanın dar boğazında insanları ayrı bir bunalıma sokmaktadır.
Günümüz şartlarında her gün yeni bir maratonun koşucusu olan bireyler, tükenmişlik sendromuyla baş etmeye çalışmaktadırlar. Hal böyle olunca eskiden popüler olan şehir hayatı yerini yeniden köy hayatı özlemine bırakmaktadır.
Birçoğumuza sorulsa en çok özlediğiniz anlar nedir diye, köylerde, bahçelerde, sokaklarda oynadığımız, ağaçlara tırmanıp meyve topladığımız, çıplak ayakla toprakta çamurda oynadığımız, dereye, ırmağa girip serinlediğimiz çocukluk hatıralarıdır cevabını almamız muhtemeldir. Ya çocuklarımız, onlar bizim çocukluğumuzdaki gibi enerjilerini rahatça boşaltabiliyorlar mı betondan fanusa kapatılmış dijital emzikli evlerimizde? İşten yorgun gelip enerjisini boşaltamamış ebeveynlerin ve okuldan gelip evde teknolojinin esiri olan, komşulara ses gitmesin diye koşuşturamayan, enerji birikimi yaşayan çocukların mutlu olma ihtimali ne kadardır?
İster doğuştan şehirde büyümüş olsun isterse bir süre önce köyden şehre göç etmiş olsun fark etmez: İnsanlar artık şehirden kaçmak ve özlemini duyduğu doğada yaşamak istemektedir. Köye yerleşme imkânı olmayanlar ise şehrin ya da ilçenin kıyısında köşesinde bahçeli bir evde izole bir şekilde yaşama hayaliyle avunmaktadır. Fırsat bulduğumuz her an doğaya kaçıp yürüyüş, piknik yapmak, ayaklarımızı toprağa, kuma, suya koyup negatif enerjimizden arınma isteğimizi yok sayabilir miyiz?
Her ne kadar pandemi ve deprem bahçeli bir evde yaşama düşüncesini tetiklemiş olsa da bana göre ise hangi yönden bakarsak bakalım aslında kendi köklerine duyulan özlemin dışavurumudur bu istek.
Kentleşmenin hız kazanmasının çok yakın bir tarihte gerçekleştiğini belirtmiştim. Daha da geriye gidip atalarımıza baktığımızda göçebe hayattan yerleşik hayata geçişle birlikte kendi emeğini tüketme, mübadele ile alışveriş, baskı altında kalmadan özgürce kendi işini yapabilme, doğayla iç içe özgürce, aktif ve huzurla yaşayabilme, doğal beslenme, doğal tedavi yöntemleri mevcuttu hayatlarında. Bunun yanında bana göre samimi ilişkilerin varlığı, para hırsının olmaması, para hırsının olmamasıyla birlikte adam kayırma, liyakatsizlik, haksız rekabet, ayak kaydırma vb olumsuzlukların olmaması da doğa hayatına duyulan özlemin nedenleri arasındadır.
Kısaca modern insan artık ona dayatılan yapay hayattan, lüksten, paradan, emir altında olmaktan, kendi için bir şeyler üretip kendine hizmet edememekten, başkalarını memnun etmeye çalışmaktan, mış gibi yapmaktan, istemeyerek taktığı birçok maskeden arınıp özündeki kodlarda yer alan doğal ve minimalist hayatın özlemini çekmektedir.
Başlığa geri dönecek olursak; nasıl ki kentleşmeden köyleşmeye doğru bir yönelim varsa modern tıptan da alternatif tıpa doğru bir yönelim içindeyiz. Kalabalık şehirlerin kalabalık hastanelerinde oradan oraya sürüklenen, poşet poşet ilaç kullanan, her gün yeni bir yerinin ağrısıyla uyanan, psikiyatrist, psikolog arasında mekik dokuyan insanlar artık vücuduna hiçbir kimyasalın girmediği, genellikle masrafsız ve beyinsel güce dayalı alternatif tıp yöntemlerine doğru bir yönelim içindedirler. Tıpkı modern tıp ortaya çıkmadan önce olduğu gibi...
Hekimler çoğu zaman birçok hastalığın asıl nedeninin psikolojik temellere dayalı olduğunu belirtmektedir. Ancak birçok hekim de alternatif tıptan yana değildir. Bunun nedenlerine ise hiç girmek istemiyorum. Evet, her şey modernleşirken tıpta modernleşti. Özellikle teknolojinin gelişmesiyle birlikte tıp dünyasında birçok yeni hastalık keşfedildi.
Yine tıptaki teknoloji ile üretilen görüntüleme makineleriyle hızlı bir şekilde hastalıklar tespit edilebilmektedir. Bu bizler için büyük bir nimettir. Ancak bu makineler insanın iç dünyasını, enerji alanını, duygularını, zihninde hapsettiklerini görebiliyor mu? Özellikle de birçok hastalığın sebebi stres, üzüntü ve travma iken insanı bir makine gibi gören makineler ne derece bizim iç dünyamızı, ruhumuzu görüntüleyebilir ve rahatsızlığını tespit edebilir? Ya vücudumuza aldığımız onca radyasyon, kimyasal ve özellikle kortizon tasviyesi nasıl gerçekleşecek? Kaç kişi Uzak Doğu Tıp’ını ve Yeni Alman Tıp’ını biliyor? Ya da kaç kişi bu yöntemlere güveniyor? Ve Yeni Alman Tıp’ının mimarı olan ve tüm hastalıkların psikolojik nedenlere dayalı olduğunu tespit edip ilaçsız tedavi yöntemi üzerine doktora üstü tezi yazan Dr. Hamer’i kaç kişi tanıyor? Ya hastalık diye bir şey yoksa? Ya tüm hastalıklar üzüntülerimize bağlı olarak blokajlarımızın kapanmasıyla gerçekleşiyor ve blokajlarımızı açmamızla birlikte hastalıklar iyileşebiliyorsa? Günlük hayatta olaylara karşı kullandığımız savunma mekanizmaları gibi beynimizde olaylara karşı savunma mekanizması kullanarak hastalıkları ortaya çıkarıyor olabilir mi?
Bir sonraki yazımda bu sorulara yanıt verip alternatif tedavi yöntemlerine geçiş yapalım.
Filmlerle, kitaplarla ve felsefeyle kalın...